3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
877
Okunma

Emine Pişiren/Anı
1999 Marmara Depremi sonrası göç ettiğimiz yazlık beldede kışın havada uçan ak martıları sayar olmuştuk. Bizler farklı sosyal kültüre sahip bir beldede yaşam sürdürürken oldukça da zorlanmıştık. Ben ve ailemin yıllardır alıştığımız bir sosyal yaşamdan kopuk bir yaşam çekilir gibi değildi. Öyle ki, akrabalardan, dostlardan, çocuklarımızın okullarından ve arkadaşlarından uzak bir yaşamı şu anda sizlere nasıl anlatsam ki? Anlatılabilir mi hiç bir öksüz çocuk, yüreğindeki o koca boşluğun hissettirdiği acıyı; "ana yokluğu" hasretini? Özlem, öyle ağır bir yüktü ki, yüklü deve bile elekten geçer de özlemin yüküyle hangi hayat yokuşunu aşabilir di insan?
Yazın büyük şehir kültürüyle cıvıl cıvıl İstanbul kokan yazlık beldemiz, kışın tam aksini yaşardık.Çoğunluğu emekli insanlardan oluşan yazlık beldemiz yöre halkı ile tenhalaşırdı. İstanbul doğumlu eşim ve çocuklarımla birlikte, ne zaman 34 plakalı bir araç görsek uzun süre aracın arkasından bakar, gözlerimiz nemlenir, boğazımız düğümlenir, hüzünlü bir ifadeyle, araç gözden kaybolana kadar izlerdik. O anda her birimiz, aynı birer öksüz çocuklar gibi boyunlarımızı büker,"az kaldı çocuklar, hele bir yaz gelsin, ver elini İstanbul," vaatlerimiz eşim ve benim dudaklarımızdan hece hece dökülürdü. Artık, Şubat ve yaz tatillerini iple çeker olmuştuk.
Bu yoğun özlem duygularımız bizi yılda en az iki kez Istanbul’a yolcu olmamıza neden olurdu.
Yine bir yaz tatili sonrası Istanbul’dan Akçay’a yol almıştık; her eve dönüşümüzde, ilk konaklama adresimiz Orhangazi İnegöl Köftecisiydi. Oğlum ve kızım özellikle boş midelerini tutarlar, söylenirler ve sabırsızlıklarını belli ederlerdi. Onların iştahlı hallerine,"az kaldı dayanın biraz çocuklar," diyerek karı koca gülerdik. Bize o yediğimiz, bir buçuk porsiyon İnegöl köftesi ve piyas nasıl leziz gelirdi, nasıl...
Yemek sonrası yola çıkmadan önce köftecinin tam karşısındaki tarihi Orhangazi Caminin lavobalarındaki son ziyaretlerimiz sonrası tekerler Akçay’a doğru dönerdi.
Orhangazi Camiisinin 41 basamağından aşağıya inerken keskin amonyak kokusu hiç çekilir gibi değildi. Klasik çini taşları ve çimento rengindeki tuvalet taşları, bir de siyah kara delikle karşılaşınca insan ister istemez; "acaba lağım faresi bu delikten yukarı sıçrar mı, " diye düşündürüp her seferinde çok ürkütürdü beni.
İşte ben bu korka-sakına duygu halindeyken olan olmuştu! Pantolonumun arka cebine sıkıştırdığım Hyundai Accent’in anahtarı "şangırt" diyerek o kara delikten içeri düşmez mi!
"Aman Allah’ım," diye bastım nidamı!
Bir kabustu o an!..Yüreğim ağzımda attığı andı. Şimdi aklıma geliyor da hala içim üşüyor, yüreğim çarpıyor.
O an var ya o an, elim pantolonun kemerinde öylece kala kalmıştım! Az önce "acaba bir keme çıkar mı, " diye kuşku ile sakındığım kara delik, bizi Akçay’a götürecek aracın anahtarını yutmuştu. Öylece ne yapacağımı bilmeden, düşünmeden, hiç de korkmadan ani bir tepkiyle kolumu sıvamış, yüzlerce kişinin içine ettiği lağım çukuruna önce elimi, daha sonra da dibe doğru yavaş yavaş kolumu sokmuştum.
Bir yandan dairesel arayışlarla elim bok çukurundayken, bir yandan da diğer elimle de, midem deki İnegöl köftelerinin ağzımın içine dolacağı hissiyle burnumu tutuyordum. Beni bu vaziyette kim görse midesi kalkardı herhalde:))
Hele hele, eldivensiz elime değen yapış yapış yumuşak dışkılar ve sidik, hem de lağım farelerinin cirit attığı bok çukurunda define arar gibi...Ben bu düşünceler içindeyken ailemin beni beklediğini unutmuştum.
Akrep ve yelkovan ne hızlı koşturmuştu. Epeyce gecikmiş olmalıyım ki, kızımın sesini duydum:
"Anneee, hadiii babamm çok kızıyorr!..Gidiyoruzzz!"
Eyvah! Ne olacak şimdi?
Kızım ikinci kez seslendi:
"Anneeeeeeeeee, duymuyor musunnn? Babamm seni çağırıyorrr!.."
DEVAM EDECEK
Emine PİŞİREN