- 867 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
İNSAN OLSUN YETER
Yağmurun hızına ayak uydururcasına hızlandırdım adımlarımı. Küçük erkek kardeşimi okuldan almış eve dönüyorduk. Aniden bastırmıştı yağmur. Evden çıkarken gökyüzü masmaviydi oysa. Canımın içi kardeşimin daha fazla ıslanmasına yüreğim dayanamazdı.
Hem babamın meslektaşı hem yakın aile dostlarımız olan ailenin yaşadığımız şirin bir beldede yol üstündeki evlerinin kapısını çaldım usulca.
Melodik bir çocuk çığlığına karışan “Aa çocuklar! gelin, girin içeriye.” sözleriyle karşılandık anında açılan kapıdan. Evin annesi Nevin teyze üzerimizdeki hafif ıslak giysilerimizi çıkarmamızı söyleyip giymemiz için uygun giysiler verdi ikimize de hemen.
Ortadan biraz daha kısa boylu beyaz tenliydi. Boyuna uygun kilosuyla oldukça hoş görünüyordu. Gür uzun koyu kestane rengi saçlarını ay şeklinde başının üstünde toplardı sürekli. Gece davetlerinde aralarına minik parlak taşlar serpiştirirdi bazen. O güzel saçlarını neden hep topladığı sorduğunda “Biliyorsunuz topuz hem çok moda hem boyumu biraz daha uzun gösteriyor” der ve o tatlı içten kahkahalarından birini atardı ardından.
Açık yaprak yeşili gözleri biçimli kaşları minicik şipşirin burnunun şekillendirdiği yüzüne bakanlar ona hiç yaş veremezler ve onun hiç yaşlanmayacağına inanırlardı.
Nakış-Dikiş Kursu öğretmenliğinin yanı sıra mutfak ve dekorasyon işlerinde de çok marifetliydi. Onun bu özellikleri evlerinin her yanına hatta bahçeye bile yansımıştı.
Sıcacık bakan mavi gözleri küçücük burnu daima gülümseyen yüzü ve karısına uygun boyuyla karı-kocayı yan yana görenler gözlerini onlardan ayıramazdı bir süre.
“Hem huyumuz hem boyumuz uyuyor birbirine” derdi bu sakin güleç yüzlü nazik adam.
O da en az karısı kadar becerikliydi. Özellikle tamirat ve bahçe işlerinde.
Kira evindeydiler fakat bahçeyi öylesine zevkli ve özenle düzenlemişlerdi ki önünden gelip geçenler bir süre durup hayranlıkla seyretmeden geçmezlerdi.
Müzik hiç eksik olmazdı bu sıcak ve dost insanların evinde. O gün pikapta dönen plağın sözleri ise o anki duruma çok uygun düşüyordu doğrusu. Dışarda bir yaz yağmuru/yaş sokaklar sensiz bensiz. diyen şarkı mevsimi şaşırmıştı yalnızca. Çünkü yağan bir yaz yağmuru değil bir Sonbahar Sağanağıydı. Ansızın başladığı gibi yine ansızın dinivermişti. Ama onlar bizim gitmemize izin vermediler. Evin babası ailemizin bizi merak etmemeleri için evimizin yolunu tutmuştu bile. Biz İki kardeş ise alıkonulmaktan dolayı çok mutlu olmuştuk.
Daha önceleri kendilerinde gördüğü yakın akrabaları onlarda konuktu. Ancak ailenin babası olduğunu öğrendiğim gözlüklü genç adamı ilk kez o gün görüyordum.
Bir süre ne oturabilirdim ne konuşabildim. Bir oda dolusu öğretmenin karşısında sınavdaymışım gibi hissettim kendimi. Bir başkalık sezmiştim onda. Anlamlandıramadığım...
Biçimli kesilmiş simsiyah saçlı sürmeli kara gözlü beyaz tenli son derece zarif karısıyla bahçeye bakan camın önündeki koltuklarda oturmuşlardı karşılıklı.
Başak sarısı saçlı deniz mavisi gözlü büyük kızları okula gitme yaşında olmamasına karşın okumayı öğrenmişti. Resimli masal kitaplarını gayet güzel okuyor düş gücünü kullanarak kendinden de bir şeyler katıyordu okuduklarına. Onun bu hali onu dinleyenleri hem şaşırtıyor hem çok eğlendiriyordu.
İkinci kızları çok daha küçüktü. Siyah saçlarının çevrelediği pembe-beyaz tenli yüzünde siyah kavisli kaşları ve uzun kirpiklerinin gölgesiyle daha da koyulaşan menekşe rengi gözleriyle dünyanın en güzel yapma bebeğini andırıyordu. Arada bir kırpıştırdığı kirpikleri ve dudağındaki sesli gülücükler de olmasa onun canlı olduğuna inanmak zordu gerçekten.
Zeytin karası gözlü sevimli ve uysal erkek kardeşimle oynamaya bayılıyordu mavi gözlü bu güzel kız. Kapıdaki sevinç çığlığının nedeni de buydu aslında.
Evin tek çocuğu ve küçük kardeşimin yaşıtı olan bu haşarı ve yaramaz akraba oğlu maviş kızla hiç geçinemiyordu.
“Hadi arabalarımızı değiştirelim.” dedi maviş kız kardeşime.
“Olur. Al, kırmızı araba senin olsun” dedi kara gözlü kardeşim de.
Yerde karşılıklı oturmuş hem araba yarıştırma oyunu oynuyor hem tepsideki sütlü kakao ve kurabiyeleri yiyip içiyorlardı iştahla.
Evin haşarı oğlu ise yere yüzükoyun uzanmış misketleriyle oynuyordu kendi başına. Arada bir durup onları seyrediyor bilhassa sektirdiği misketlerle oyunlarını bozmak için fırsat kolladığını belli ediyordu hınzırca.
Oyunda ustalaşmıştı. İçe doğru büktüğü işaret ve baş parmaklarıyla önündeki misketlere kuvvetlice vuruyor ve onları istediği hedefe ulaştırmayı başarıyordu.
Oyunlarını bozmak için daha fazla bekleyemedi. Parmaklarının önünden hızla fırlayan misket önce maviş kızın kırmızı arabasına çarptı sonra kara gözlü çocuğun küçük ayaklarının önünde durdu.
“Aa, senin ayakların ne güzelmiş!” dedi maviş kız.
Kara gözlü çocuk önce ayaklarına sonra maviş kıza baktı çocukça bir gülümsemeyle.
Odadakiler ise hep birlikte gülüştüler bu sözlere.
“Bizim kız oğlana abayı yaktı” dedi gözlüklü genç adam.
Evin annesi tatlı kahkahalarından birini daha attı ve “Hayat bu. Hiç belli olmaz. Belki ileride birbirlerini sever ve evlenirler. Biri sarışın biri esmer çok yakışırlar birbirlerine.” dedi. Sevgili Nevin teyze bu uysal terbiyeli ve sessiz kardeşimi çok severdi zaten. Oğlunun her yaramazlığında onu örnek gösterirdi umutsuzca da olsa.
Nevin teyzenin bu sözler beni öylesine hoş düşlere sürükledi ki…
Kardeşim dünyanın en yakışıklı damadı maviş kız dünyanın en güzel gelini olmuştu düşümde...
Zarif saygıdeğer bir kayınvalideye-bir anneye. Menekşe gözlü uysal bir baldıza-bir kız kardeşe sahip olacaktı kardeşim.
Peki ya kayınpeder?
Eyvah! Ya düşünü kurduğum bu şey gerçekleşir de kardeşim Ona damat olursa? Yüreğim ağzıma geldi birden.
Bu koşulda kardeşimin iyi bir mesleği güzel bir işi olması gerekmez miydi?
Ona ve ailesine uygun yakışan...
Ben bu heyecanın telaşlı ürküntüsünü yüreğimde yaşarken bana ait olmadığına inandığı bir ses o güne kadar bana hiç sorulmamış bir soruyu bu gözlüklü genç adama sordu aniden. “Kardeşimin büyüyünce ne olmasını isterdiniz?” dedi yabancı olduğum bu ses.
Ve odada yankılanıp kulaklarıma öylesine kuvvetlice çarptı ki...
Bir daha hiç duymayacağımı sandım.
Ölesiye utanmıştım. Böylesine önemsediğim birine bu gereksiz soruyu nasıl sorabilmiştim? Kardeşinin çok ileride sahip olacağı işi-mesleği onu ne için ilgilendirsin di ki?
Yapılan bu şakayı nasıl böyle ciddiye almış ve olmadık düşlere dalmıştım...
Kim bilir nasıl ayıplamıştı beni. Saflığıma gülmüştü içinden belki. Kızmıştı ya da kendisini okuduğu kitaptan bir süreliğine de olsa uzaklaştırdığımdan dolayı.
Onun bu soruyu duymamış olmasını diledim bütün yüreğimle.
Gözlüklü genç adam başını okuduğu kitaptan kaldırdı.
“İNSAN OLSUN YETER” dedi.
Onun oldukça yavaş bir tonda söylediği bu sözler kulaklarıma o denli güçlü ve etkileyici bir biçimde ulaştı ki...
Bu sesin kulaklarımdan geçip tüm dünyada yankılanmasını diledim yüreğimin olanca sevinciyle bu kez de.
Heyecan ve hayranlıkla baktım gözlüklü genç adamın yüzüne.
O da benim yüzüme bakıyordu görünürde.
Oysa ben bu bakışların çook uzaklara uzayıp gittiğini hissetmiştim küçük sayılabilecek yaşımın adlandıramadığım koskocaman sevinci ve o zamanların çocukça saf masumiyetiyle.
Artık hiçbir şeyin önemi kalmamıştı benim için.
Ne bana çocukluğunda bile, büyüyünce ne olmak istiyorsun? sorusunun sorulmadığının.
Ne de kardeşinin hangi işi ya da mesleği seçmesi gerektiğinin...
Utanma duygusunun yerini coşku mutluluk ve övünç duygusu almıştı şimdi.
Bu olağanüstü adam yanıtlamıştı sorumu. Beni duymuş ve yanıtlamıştı.
Ayıplamamış. Gülmemiş ve Kızmamıştı. Hiçbir meslek ismi vermemiş başka da hiçbir şey söylememişti.
“İnsan olsun yeter!” demişti yalnızca.
Önce insan olmak gerekiyordu demek ki.
Çok kolay, dedim içimden.
Zaten insan olarak doğmamış mıydık? Tabii ki insan olacak insan gibi davranacak ve insan gibi yaşayacaktık.
O yaşlarda bu sözlerin nasıl paha biçilmez bir değer taşıdığını tam olarak kavrayamamış olsam da bu gözlüklü güleç yüzlü genç adamın kim olduğunu öğrenmiştim.
O, öncelikle İnsan yanı sıra çok değerli önemli ve çok başarılı bir Karikatüristti.
İçim içime sığmıyordu. Sevinç içinde veda ettim aileye.
Sıra Ona gelmişti.
O, yerinden kalktı. Kapıya kadar geldi.
“Allahaısmarladık Yalçın Ağabey” dedim biraz utanarak.
Güldü karşılık olarak. Koskocaman güldü hem de…
Pırıl pırıl bakıyordu gözleri gözlük camlarının arkasından.
İkimizin de saçlarını okşadı sevgiyle.
O, söyleyeceğini söylemişti.
YALÇIN ÇETİN Ağabeydi O.
Daha fazla ne söyleyebilirdi...
***
“...Bir mezbeleliğin ısırganlı kargaşasında karikatürü böylesine soylu, böylesine aşamalı ve böylesine bir yaşam değirmeninin motoru olarak kullanabilmiş kaç fırça sayabilirsiniz.?
İtalya nın mizah müzelerine boşuna girmedi. Öylesine bir içtenliğin ve gücün yayından çıkıyordu, kendi ortamındaki nankörlükle ilgisizliğin acısını yiğit bir güçlükle insanlığa armağan ediyordu.
Hiçbir sanatçı özetlenemez YALÇIIN ÇETİN de. Ama yine de Yalçın için bir özetleme yapmak gerekiyorsa, onu ancak bir tek sözcükle tanımlayabilirsiniz: O bir adamdır.”
ÇETİN ALTAN
( 25. 01. 1997 DOSYA’ dan)
Uçarcasına çıktım evden. Renk renk mevsim çiçeklerinin ıslak toprağa karışan kokuları insanın ayağını yerden kesiyordu. Yaprakların üstündeki damlacıklar ve yerdeki minicik su birikintileri de olmasa bir sağanağın gelip geçtiği hiç anlaşılmayacaktı.
Masmavi gök yüzünde bembeyaz bulutlar dans ediyordu.
İşte cennet bu! İnsanlar da bu cennetin melekleri diye geçirdim coşku dolu yüreğimden.
Şimdi tek dileğim bu hissettiklerinin gerçeğe dönüşmesiydi.
Eğildim kardeşimin bal dolu gamzelerine iki kocaman öpücük kondurdum…
YORUMLAR
TÜLİN ÖZTUNÇ
Selam ve Sevgilerimle...