- 1205 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Serenatlar Tevazua
Burası; muhitte bilinen bir cadde olmasına rağmen bu gün trafik çok sakin. Caddenin her iki yanında bulunan dükkânların müşterileri de öyle. Yapacak bir şey yok düşüncesiyle, yanımdaki dükkânın vitrinine iyice yaklaşıyor ve seyre dalıyorum.
Vitrinde sergilenen malzemelerden, buranın bir Oyuncakçı Dükkânı olduğu anlaşılıyor. Karşımda, onlarca küçük, maket insan görüyorum. Muhtemelen içleri elyaf ya da süngerle desteklenmiş, üzerlerine yöresel kıyafet giydirilmiş, boyları on-on beş santimi aşmayan, köylü, kentli, müzisyen ve futbolcu figürleri. Vitrinin camına en yakın noktada konumlandırılmış maket futbolcunun, güneşin bir kısmını soldurduğu formasından uzun süredir müşteri beklediğini anlıyorum. Bu arada, arkamda ki ayak seslerinin yoğunlaşmasından cadde trafiğinin de arttığını fark ediyor, dikkatimi vitrinden, caddeye çeviriyorum. Etrafa şöyle bir göz gezdirdikten sonra, kayda değer bir şey olmadığına karar verip tam vitrine geri dönecekken, uzun boylu, iyi giyimli, hedefine kilitlenmiş, kararlı adımlarla ilerleyen bir kadın dikkatimi çekiyor. Aslında dikkatimi çeken biraz önce saydığım vasıfları değil yanından geçtiği insanların iki büklüm eğilip ona saygılarını sunuyor olmaları. Şu an aklımdan geçen, o insanların bu kadını bir şekilde tanıyor olmaları ve içimde beliren merakım. Otuz metre uzağımda olan o kadın, biraz sonra iki metre kadar yakınımdan geçecek. Tabi saygılarını sunan insanların serenatları biterse…
Onun hakkında içimde beliren ilk düşünce, muhtemelen nüfuzlu bir aileye mensup olabileceği ve kendine ait olmayan bir itibarı küstahça kullanıyor olduğu. Yanımdan geçerken yüzüne bakmayıp vitrinlere dönüşüm de bu yüzden. Her şeye rağmen kim olduğuna dair içimi kemiren merakımı yenememenin sıkıntısıyla arkasından onu seyrediyorum. Kadının omzunda ki pelerini, henüz yere inmiş bir kartalın ilk adımlarını, kanatlarını toplamadan yürüyüşü gibi vakur. Bir adımda bedenini sarıyor diğer adımda ise vücudundan uzaklaşıyor. Sonra ki manzaralar bildik. Yine selamlaşmalar yine serenatlar.
Biraz ileride onunla selamlaşmış bir adama yaklaşıp soruyorum, (Affedersiniz, biraz önce selamlaştığınız kadın kimdir merak ettim, Onu tanıyor olmalısınız?) Adam, (Hayır tanımıyorum)-(Ama nasıl olur, biraz önce selamlaştınız?) Adam, (Galiba öyle ama tanımıyorum) Adamın kayıtsız tavrı beni deli ediyor ve birkaç adım ileride şansımı bir başkasıyla deniyorum, (Affedersiniz, biraz önce geçen kadınla selamlaştınız. Onu tanıyor olmalısınız?) Adam, (Evet selamlaştım ama tanımıyorum) Bu cevapla bir kez daha yıkılıyorum. Bir sonraki, bir sonraki derken yaşça benden bir hayli genç olan birine yaklaşıyor ve soruyorum. Aldığım cevabın diğerlerinin aynı olmaya başladığını fark ettiğim anda, adamın genç oluşundan da cesaret bularak ısrarla sorularıma devam ediyorum, (İyi ama bir insan tanımadığı biri için yerlere kadar niçin eğilsin? En azından itiraf edin lütfen, mesela bu duruma kadının uzun bolu, bakımlı ve iyi giyimli olması sebep oldu deyin olsun bitsin) desem de, genç adamdan onay alamıyorum.
Bu arada aynı kadının caddenin başında yeniden belirdiğini fark ediyor ve adama teşekkür edip ayrılıyorum. Bu merakı yenmenin tek yolunun o kadınla göz göze gelmekten, gerekirse de konuşmaktan geçtiğine karar veriyor, kadına doğru ağır adımlarla ilerliyorum. Biraz sonra öyle esrarlı bir an yaşayacağım ki ya o büyüyü bozacağım ya da bende onun büyüsüne kapılacağım. Adımlarımızın eşitlendiği ve göz göze geldiğimiz o kısacık anda tüm sorularımın cevabını bulmalıyım. Aksi halde ona
kim olduğunu sormak zorunda kalacağım. Nihayet o an geliyor. Yüzüme “Senin gibilerini çok gördük” ifadesini yerleştirip gözlerine odaklanıyorum. O, herkese yaptığı gibi önce önüne bakan gözlerini bana doğru çeviriyor, göz göze geldiğimizde başını belirli belirsiz hareket ettirmek suretiyle selamlayıp beni geçiyor.
Kendime geldiğimde, karşımdaki vitrinin camına yansıyan suretimi fark ediyorum. Sağ elim, açık bir vaziyette sol göğsüme bastırılmış. Sol kolum, kadının gittiği yönü işaret eder gibi uzatılmış. Aynı elin parmak uçlarıyla, incinmesinden imtina ettiğim bir kelebeği tutar gibi şapkamı tutuyorken belim iki büklüm olmuş halde, öylece duruyordum.
Bu serenadı gereğinden fazla uzatmış olduğumu, etrafımdakilerin alaycı tebessümlerinden anlıyorum. Ancak bundan ne pişmanlık nede utanma hissi duymuyorum. Çünkü şu an tüm hücrelerimi meşgul eden şey, biraz önceki karşılaşmadan yenik olarak ayrılmış olmanın verdiği üzüntü. Oysa ben, insanlar arasındaki sınıfsal farklılığa karşı, bireylerin eşitliği ve özgürlüğünü savunan biri olarak, az önce aristokrat bir kadının önünde eğilmekle, onun sınıfsal üstünlüğünü tanımış oluyordum. Etraftakilerin alaycı gözlerinden kurtulmak için yer yarılıp içine giremeyeceğime göre, geriye tek şey kalıyor, karşımdaki dükkâna sığınmak. Öylede yapıyorum.
Kapıdan içeri girdiğimde, caddede duyulan ayak sesleri, araçların kornaları ve insan gürültüleri bıçak gibi kesiliyor. Bir anda kendimi loş, serin ve sesiz bir ortamda buluyorum. Adeta ihtiyacım olan her şeyi ilahi bir el lütfediyor. Minnet ve şükran duygularına boğuluyorum. Biraz kendime geldikten sonra, önümde uzunca bir koridorun olduğunu fark ediyorum. İşete! İlahi lütuf hâlâ devam ediyor. Çünkü kapıdan girer girmez bir görevlinin, (Ne arzu etmiştiniz?) şeklindeki ilgisine de muhatap olabilirdim. Böyle bir şeyin, hiç değilse geç başıma gelmesini sağlamak için adımlarımı olabildiğince yavaşlatıyorum. Dükkânın ana bölümü, koridorun sonunda olmalı diye düşünürken, bir yandan da duvardaki kalın çerçeveli tablolara göz gezdiriyorum. Önümdeki tabloda resmedilmiş bir ağaç dikkatimi çekiyor. Gerek yapraklarının şekli gerekse türü itibariyle daha önce gördüklerime hiç benzemediğini fark ediyorum. Ressamının, saçmalamış olabileceğini düşünürken, tablonun sağ alt köşesindeki “VİNCENT VAN GOGH” ismini görünce, tabloya, biraz daha kafa yormam gerektiğini anlıyorum. Bir süre sonra, (Hım, bu bir Minyatür Çalışma olmalı) diyor ve diğer tabloya geçiyorum. Burada ise, İsa ve havarîleri resmedilmiş. İlerledikçe, tablolar mistik bir havaya bürünüyor. Bulunduğum ortam da öyle. Bu arada tabloların sergilendiği duvarda bulunan ahşap süslemeler dikkatimi çekiyor. Tavana dek uzanan süslemeleri takip ettiğimde, yine ahşaptan yapılmış muazzam bir aslan başı kabartmasına ulaşıyorum. Öyle ki, aslan başına baktığımda, devamının, sanki duvarın içerisinde olduğu hissine kapılıyorum. İyi de, bu kadar güzel bir eseri, üstadı neden izbe bir yere gizlemiş ki? Ben olsam herkesin mecburen görebileceği bir yere koyardım diye düşünmeden edemiyorum. Aslında bu durum, o yıllardaki sanatçıların ne derece iltifata ve şöhrete doymuş olduklarını işaret ediyor. Beklide tevazu, kim bilir.
Ahşap süslemeleri hayranlıkla seyrederken koridor bitiyor, dükkânın ana bölümüne ulaşıyorum. Bu bölümün, kare şeklindeki duvarlardan oluşmasına rağmen, yine ahşaptan yapılmış bir kubbeye sahip olduğunu görüyorum. Duvarlardaki süslemelerin tavana geçiş noktasında belirli aralıklarla sıralanan, şaha kalkmış sekiz adet at heykelinin, büyük bir ustalıkla yerleştirildiğini görüyorum. Arka ayaklarıyla bu direklere bastırılan atların ön ayakları kubbenin ortasında küçük bir daire oluşturuyor. Eğer o dairenin
ortasından aşağıya, yine ahşaptan yapılmış bir kol ve o kolun etrafına dizilmiş birkaç kadim yağ lambası olsaydı, buranın eski bir manastır olduğunu düşünürdüm. Ancak o daireden göz zevkimi tırmalayan ve ortamın mistik ruhuna aykırılığını haykıran modern, ruhsuz bir lamba uzanıyor. Evet, belki modernlik, çağın ihtiyaçlarına anında cevap verebilmektir. Kadim ve geleneksel olan, belki onun kadar ihtiyaçlara hızlı cevap veremiyor. Ancak insanın gözüne, ruhuna sunduğu güzellik ve zarafet anlık değil, ebedi oluyor.
Bu arada, süslemeler olabildiğince basit figürlerle başlıyor. İzlediğiniz yolun sonunda rastladığınız bir muazzam heykel, sizi adeta büyülüyor. Tam bu noktada üstat’ın, sanatında zirveye ulaştığını düşünürken, (O daha ne ki, sen bir de şunu gör) der gibi biraz ileride daha muhteşem bir çalışmayla, adeta zihninizi tokatlıyor. Bu yönüyle sanatçı, sanatını izlemeye gelenlerle adeta asırlar ötesinden kalkıp ikili diyaloga giriyor. Tanrı, sanki onların ruhunu, eserlerinin ziyaretçisi olduğu zamanlarda, onlarla konuşabilsin diye geri iade ediyor. Sanatçıların ölümsüzlüğü böyle bir şey olmalı.
Bu arada; ana bölümün tam ortasındayım ve hâlen kimse, ne istediğimi sormuyor. Tanrı’nın lütfu devam ediyor anlaşılan. Burası yönetim bölümü olmalı, aynı zamanda, üretim. İşte! Bu tahminimi doğrulayan bir adam, masasında çalışıyor. Bir hayli geniş, loş ve sessiz bu mekânın tam orta yerinde yüksek sayılabilecek bir çalışma masası, onun üzerine yerleştirilmiş, ayaklarına bakan bir zürafayı andıran masa lambası beni gülümsetiyor. O lambadan süzülen aydınlık, önce adamın saçsız başına, oradan kalın, beyaz bıyıklarına, omuzlarından da masanın üzerine ulaşıyor. Önünde birikmiş malzemelerden ellerini göremediğim bu orta yaş üzeri adam, öyle dikkatli ve titiz bir tavırla işine odaklanmış ki, eğer buranın bir Oyuncakçı Dükkânı olduğunu bilmesem, bu adamın, dünyanın en değerli elmasını işlemekte olduğunu düşünürdüm. Karşıdaki boş koltuklardan birine oturup onu seyre dalıyorum. Adamla her an göz göze gelebiliriz ve ben, buna hazırım.
Biraz önceki kargaşadan geriye bir tek pişmanlığım kalmış. Şu an sıkıntılarım hafiflemiş, terim kurumuş, sakin bir haldeyim. Üzerime biraz çeki düzen vermek isterken, cebimden bir kalem düşüyor. Sert zemin nedeniyle, olduğundan daha fazla ses çıkaran kalem, adamın dikkatini de dağıtıyor ve adam, başını masadan kaldırıp bana, sanki başından beri varlığımdan haberdarmış gibi bir bakış fırlatıyor. Ardından tekrar işine yoğunlaşıyor. Beni kaale almıyor anlaşılan, diye düşünürken, tekrardan başını kaldırıyor ve ben, (Yardımcı olabilir miyim beyefendi, nasıl bir şey bakmıştınız?) demesini beklerken o, (Evet yenik şövalye; biraz önceki malubiyetinizin sebebini bulabildiniz mi?) diyor. Şaşkınlıktan bir süre bocalıyorum. Anlaşılan, biraz önce caddede yaşadıklarımı görmüş olmalı. Oturduğum yerden arkama dönüp baktığımda, kadınla karşılaştığım yerin, adamın bulunduğu yerden bir tiyatro sahnesi kadar rahat görüldüğüne şahit oluyorum.
Şaşkınlığımı fark eden adam gülümsüyor. Yerinden hafifçe doğrularak, (Efendim, size kendimi tanıştırayım: Ben Kemâl) diyor. Kekeme bir halde, (Memnun oldum efendim. Be be ben de Ali) Adam devam ediyor, (Kapıdaki çan sesini duyduğumda, yan duvardaki aynaya bakarım. O ayna koridoru gösterir. Sanat la ilgili olmalısınız. Sizi, biraz önce duvardaki resimleri incelerken gördüm) dediğinde, ben, (Sanatın her türüne ilgi duyarım efendim. Ancak yazmayı daha çok seviyorum) Adam, (Ya, öyle mi? Tahminimin, beni yanıltmadığına sevindim) dedikten sonra dikkatini tekrardan işine veriyor. Ancak ilk cümlesiyle beni şaşkına çevirdiğinin farkında ve konuşmasına devam etmesini sabırsızlıkla
beklediğimi de biliyor. Derken, (Seçkinler, Aristokratlar, Soylular, yani sosyal hayatlarını kendi içlerinde yaşayan, sıradan halkla ilişki kurmayı ayıp sayan, insanlığın en ilkel, en kadim hastalığı. Oysa Tanrı, onların bu yanlışlarını, peygamberlerini her defasında en yoksul ve en alt tabakadan, yani marangoz, çiftçi hatta çobanlardan seçmek suretiyle yüzlerine çarpmış olmasına rağmen, hâlâ Asillik ve Soyluluk iddialarını devam ettiriyorlar. Evet, Ali Bey, biraz önce sizin, karsısında iki büklüm olduğunuz kadın da bir aristokrattı ve siz, eminim şu anda bile, neden onun önünde eğildim diye hayıflanıyor, kendinizi suçluyorsunuz biliyorum. O kadınla ilk karşılaşmanızda ana arkanızı döndüğünüzü gördüm. İşte dedim, sınıfsal yapıya karşı dirençli bir insan. Ancak ikinci karşılaşmada, önünde eğildiniz. Emin olun, benim hakkınızdaki düşüncelerim hâlâ müspettir. Şimdi, neden ona saygılarınızı sunmakla doğru olanı yaptığınızı, kendi kendinize anlamanız için size, bazı sorularım olacak. Lütfen samimi cevaplar veriniz. Evet, Ali Bey, siz bir aristokrat olsanız, aynı caddeden, önünüze her gelenle selamlaşarak mı geçerdiniz? Yoksa sınıfsal farkınız gereği etrafa ilgisiz, mağrur adımlarla mı?) biraz kendimi toparladıktan sonra, (Elbette içinde bulunduğum konum, etrafa ilgisizliği gerektirirdi) diye cevap veriyorum. (Güzel) diyor ve devam ediyor, (Şimdi o kadını, bu cevabının ışığında yeniden bir düşün) dedikten sonra dikkatini tekrar işine yöneltiyor. Adamın açtığı yoldan ilerleyerek düşünmeye başlıyorum.
Çok geçmeden o kadının biz sıradan insanlarla ilişki kurması halinde, mensubu olduğu sınıftan aforoz edileceğini bilmesine rağmen, herkesle selamlaşmaya devam etmesinin büyük bir özveri, olağan üstü bir alçak gönüllülük olduğunu görüyor, önünde eğilmekle onayladığım şeyin, mensubu olduğu sınıfı değil özveri ve alçak gönüllülüğü olduğunu anlamam çokta uzun sürmüyordu. Bir çocuk sevinciyle ayağa fırlıyorum, (Evet ya evet!) diyerek, sıkıntılarımdan kurtulmanın verdiği rahatlık ve sevinçle, (Kemal bey!) deyip, tam açıklamama devam edecekken, o, (Evet Ali bey, elbette tevazuu önünde eğildiniz) diyerek beni bir kez daha şaşırtıyor, anlayışına hayran bırakıyor. Ardından, veda edip bu bilge insandan ayrılıyorum.
Şu an başım dik, gururla yürüdüğüm bu caddenin, biraz önce utancımdan yer yarılsa da içine girsem, dediğim cadde olduğunu hatırladığımda, bu vakur yürüyüşüme, bir de manidar gülümseme ekliyorum.
Metin Ceylan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.