Sûfi ile Terapist ya da Psikoterapiler ve Tasavvuf
-Bir Karşılaştırma Denemesi-*
İçinde yaşadığımız evren gizemlerle dolu; ancak en büyük gizem herhalde bizzat insanın kendisi olmalı. Bundan olsa gerek “kendini bilmek” tüm zamanların en esrarlı bilmecesidir.
Kendini bilmek, ruh sağlığımız ile yakından ilişkili görünüyor. Akıllı mı deli mi olduğumuza karar vermek için önce insan olarak kim olduğumuzu keşfetmemiz gerekiyor.
Kendini bilmek, varoluşumuzu anlamamızı, yaşamın ve ölümün anlamını çözmemizi sağlayabilir.
GEO Dergisi’nin yazarı Christian Schüle’nin vurguladığı gibi “Yaşamın anlamı, tarihte hiçbir zaman günümüzdeki kadar çok sayıda kişi tarafından sorgulanmadı… Çelişkili görünse de, sözde en ileri akılcılık ile en büyük mana eksikliğini eşzamanlı olarak yaşadığımız şimdilerde… bireyin o bildik varoluşsal soruları yeniden su üstüne çıkıyor: Kimim ben? Yaşamın anlamı nedir?” [1]
Yıllar önce Türkiye’de eşine rastlamadığım bir haber izlemiştim TV’de; Üniversiteli iki kardeş öldüğüne inan(a)madıkları annelerinin çürümekte olan cesedini polise teslim etmemek için direniyordu. Gençlerin gerekçesi “Annemiz ölmedi, evrensel uykuya yattı.” tarzında idi. Haberin devamında üniversiteli iki kardeşin ünlü bir Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevkedildiği belirtilmişti.
Aradan fazla zaman geçmedi; yine TV’de benzer bir haberle karşılaştım: Bir profesyonel ruh sağlığı uzmanı (psikoterapist) annesinin öldüğüne inanamıyor, çürüyen cesedin kokusunun çevreyi sarmasına rağmen. Psikoterapiste göre annesi ölmemişti, bir tür ‘trans’ haline girmişti.
Haber devam ediyor, annesinin öldüğüne inan(a)mayan psikoterapist ünlü Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevkediliyor; ama ilginç olan psikoterapistin zaten adı geçen kurumda çalışıyor olması.
Bu haberi izlerken aklıma önceki haber gelip gidiyordu; acaba annelerin öldüğüne inan(a)mayan iki kardeş de yanı Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevk edildiğinde haber konusu psikoterapiste mi teslim edilmişti? Bunu öğrenme şansımız olmadı. Ama kesin olan bir şey vardı psikoterapistin, üniversiteli iki gencin de ıstırabı ortak: “yaşamın ve ölümün anlamı”. Psikoterapist ne yapsın, hasta ne yapsın? İkisi de anlam ıstırabı ile kıvranırken kim kime yol göstersin?
Kendini bilmek, varoluşumuzu anlamamızı, yaşamın ve ölümün anlamını çözmemizi sağlayabilir dedik.
Sûfi Yolu, insanın kendini bilmesini esas alır; hemen tüm kadim gelenekler gibi[2]. Ünlü psikoterapist Rollo May’e göre kendini bilmek Sokrates’tan beri psikoterapinin mihenktaşıdır.[3] Öyleyse kendini bilmenin, hem sûfilerin hem de psikoterapistlerin araştırdığı başlıca konu olduğu söylenebilir.
Bu bağlamda “Sûfi ile Terapist” Psikoterapiler ve Tasavvuf üzerine karşılaştırma yoluyla bir iletişim kurma denemesidir.
TASAVVUF NEDİR?
Bütün tartışmalar bir yana Sûfîlere göre Tasavvuf, İslam Maneviyatı’dır.
Sûfî Gelenek, insanın varoluş macerasını Bezm-i Elest ile başlatır. Sûfîlere göre Allah, Bezm-i Elest’te ruhlarımızla görüşmüştür. Bezm-i Elest’te ruhlar, “Tanrısal Varlığı ve Birliği” (Tevhid’i) tecrübe etmiştir. Bezm-i Elest, Mutlak İyi’nin, Mutlak Güzel’in, Mutlak Doğru’nun, Mutlak Kudret’in… tecrübesidir. Ancak insan, beden kalıbına giren ruhun bilincini kaybetmiş, kendi aslını unutmuştur. Mevlana’nın dediği gibi “Sen toprak üzerine kendi nakşını işledin, ama ne yazık ki, kendi aslını unuttun." [4]
Sûfîlere göre insan, Bezm-i Elest’i unutmuş olsa da, bilinçsizce de olsa aslında gene Bezm-i Elest arayışındadır. Sûfîlere göre insanın hep daha iyinin, daha güzelin, daha doğrunun… peşinde oluşu bunun bir göstergesidir. Hep daha iyi, daha güzel, daha doğru derken insan ancak Mutlak İyi, Mutlak Güzel, Mutlak Doğru ile ruhsal huzura erecektir.[5]
Sûfî Geleneğe göre insanın temel sorunu, aslını unutmuş olması, gerçekte neyi aradığını bilmiyor olmasıdır. Sûfîlere göre aslını hatırlamak için insanın uyku-rüya halinden uyanması, kendine gelmesi gerekir. Bu türden uyku-rüya hali için sûfîler “gaflet” kavramını kullanırlar. Gaflet; bilinçli unutma, idraksizlik, uyanık olmamaktan kaynaklanan yanılgı durumu olarak tanımlanmaktadır.[6] Sûfî Üstat Sülemî’ye (ö. 1021) göre gaflet, derin bir uyku halidir.[7]
Hayatın bir rüya hali, ölümün ise uykudan uyanma hali olduğu sûfîler tarafından sık sık dile getirilmiştir. Ünlü Sûfi Gazali’ye göre, insan uykuda iken rüyada görülen bir takım şeylerin varlığına inanır. Rüya esnasında onlardan şüphe etmez. Sonra uyanınca rüyada gördüklerinin hiçbirinin aslının olmadığını anlar. Dünya hayatı, ahirete nisbetle bir uyku hali sayılabilir. Öyleyse içinde bulunduğumuz hayat, bir rüyadan başka bir şey değildir, ölünce uyanacağız.[8]
Sûfî Geleneğe göre gaflet, “kalp hastalıkları”nın temel kaynağıdır. Kalp hastalıkları, insanı aslına/ruhuna yabancılaştıran her türlü ahlaktır. Tasavvufun amacı da kalp hastalıklarını tedavi ederek insanı ruh sağlığa kavuşturmaktır. Kübreviye Yolu’nun piri Necmüddin Kübra (ö. 1221)’nın ifadesiyle, Şüphesiz ki Tasavvufi hayatın başı hastalık sonu sıhhattır. Zira başlangıçta kalp hastadır. Hassas ve titiz tabip durumunda olan şeyh (yol gösterici) tarafından tedavi edildiğinde sıhhate ve selamete kavuşur.” [9]
Sûfî Geleneğe göre insanın yeniden Allah’a ulaşmasının sonsuz sayıda yolu vardır. Örneğin Necmüddin Kübra, “Usul-i Aşere” isimli risalesine şu söz ile başlar: “Allah’a ulaşan yollar, yaratıkların nefesleri sayısıncadır.”[10]
Sûfîler, bu durumu geometrik bir simgeyle, çemberle anlatırlar. Buna göre çember, İslam’ın zahiri şartları olan “şeriat”tır. Çemberin merkezi “hakikat”tir.[11] Çember üzerindeki noktaları merkeze bağlayan yarıçaplar da “tarikat”lerdir.[12]/[13]
Sûfî Geleneğe göre “hakikat”e ulaşan kimse “marifet” sahibi olur. Tasavvuf’un amacı “marifet” adı verilen bu bilgidir.[14] Sûfî’nin nihai amacı da budur: “Eşyayı olduğu gibi görmektir”; yani kişinin kendi varlık aynasında yansıtılan her şeyi idrak etmesidir. Bu, her nesneyi Allah’tan bağımsız olarak gören insanın profan bilincinin dağılmasıdır; yani Allah’tan asla ayrı olmadığını; Allah’ın Vahdaniyetinde hem içkin hem de aşkın olduğunu kavramaktır.” [15]
Bu bağlamda Tasavvuf da insanın aslına dönüşü için bilincin ve kişiliğin yeniden yapılanışı olarak okunabilir. İleride ele alacak olduğumuz üzere Tasavvuf, akademik çevrelerde Batı’daki psikoloji ve psikoterapinin Doğu’daki mütekabili olarak görülmektedir.
PSİKOTERAPİ NEDİR?
Psikoterapiler, XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren modern ve postmodern bilim ekseninde psikolog ve psikiyatristler tarafından geliştirilen psikolojik tedavi sistemleridir.
Yalın bir tanımla psikoterapi, “Psikolojik kavramlar ve teknikleri kullanarak bireyin davranış aksaklıklarını gidermeyi amaçlayan yaklaşımlardır.”[16] Başka bir deyişle “Psikoterapi, daha olgun ve ruhsal bir denge sağlamak amacı doğrultusunda zihinsel ve duygusal bozukluk gösteren hastalarla düşünce ve duygu alışverişi kurularak yürütülen bir tedavi bilimi ve sanatıdır.” [17]
Anti psikiyatri akımının öncülerinden Ronald Laing’e göre psikoterapi, “ilişkileri aracılığı ile insanoğlunun bütünlüğünü yeniden gerçekleştirmeyi amaçlayan iki kişinin inatçı girişimi olarak kalmalıdır.”[18]
Varoluşçu psikoterapinin önemli isimlerinden Irwin D. Yalom’a göre, “Psikoterapi hem sanat hem de bilimdir; araştırma bulguları sonuç olarak pratiğin kaba hatlarını biçimlendirebilir, fakat terapinin merkezindeki insana özgü etkileşimler, her zaman için son derece öznel ve ölçülemez olacaktır.”[19]
Ünlü psikoterapist Jerome David Frank, çok genel bir yaklaşımla aşağıdaki üç boyutlu etkileşime psikoterapi adını vermektedir:
* Eğitilmiş, toplumsal itibarı olan ve sağaltım gücü, muzdarip kişi tarafından, onun toplumsal grubu tarafından ya da bu grubun önemli bir kısmı tarafından kabul edilen bir sağaltıcı,
* Sağaltıcıdan medet uman bir muzdarip,
* Sağaltıcı ve muzdarip arasında sınırlı az ya da çok kurulu bir dizi iletişim; bu iletişim; vasıtasıyla sağaltıcının sıklıkla bir grubun da yardımıyla muzdarip’in duygu durumunda, tutum ve davranışlarında belirli değişikliklere yol açmak istemesi. Herkes bu değişikliklerin ona yardım edeceğine inanır.”[20]
Frank şunu ekliyor: “Bu üç özellik genelde kullanıldığı anlamıyla psikoterapinin bütün biçimlerine özgü değildir yalnızca; fakat aynı zamanda, ilkel sağaltım, dini telkin ve hatta beyin yıkama metotlarına da özgüdür.” [21]/[22]
Psikoterapiler genellikle üç başlık altında toplanmaktadır.[23]
* Psikanalize dayalı psikoterapiler
* Davranışçılığa dayalı psikoterapiler
* Varoluşçu-insancı-fenomenolojik yaklaşıma dayalı psikoterapiler
Ancak son gelişmeler ışığında psikoterapilere dördüncüsünü eklemek gerekmektedir:
* Transpersonal yaklaşıma dayalı psikoterapiler
TASAVVUFUN PSİKOTERAPÖTİK İŞLEVİ HAKKINDA
Tasavvufu psikoterapilerle birlikte ele almak modern okuyucu tarafından yadırganabilir. Hele hele Tasavvufu bir tür psikoloji ve psikoterapi sistemi olarak ele almak ilk bakışta çok garip de görünebilir. Ancak postmodern görüş açısı bize alternatif bir yaklaşım sunmaktadır.
Bu bağlamda psikanalizin öncülerinden Carl Gustav Jung’un dinleri en gelişmiş psikoterapi sistemi olarak tanımladığını hatırlamak yerinde olur. Şöyle yazıyor Jung: “Nedir dinler? Dinler, ruhsal tedavi sistemleridir. Peki, bizler, biz ruh hekimleri ne yaparız? İnsan usu ya da insan ruhunda baş gösteren hastalıkları tedaviye çalışırız. Dinlerin de yaptığı bizimkinden farklı değildir. Dolayısıyla, Tanrı için bir tedavi edici diyebiliriz. Bir tedavi edici, bir hekimdir Tanrı; hastaları iyileştirir, ruhsal bozuklukları düzeltmeye çalışır. İşte bu da bizim ruhsal tedavi (psikoterapi) diye nitelediğimiz uğraştır. Dinleri psikoterapi sistemleri diye göstermem, bir söz oyunu sayılmasın. Hatta din için psikoterapi sistemlerinin en gelişmişidir dersek, pratikte büyük bir gerçeği dile getirmiş oluruz.”[24]
Jung, psikolojinin Batı’da geliştirildiği tezini sorgulamıştır: “Biz Avrupalılar dünyada yaşayan tek insanlar değiliz. Yaşadığımız kıta Asya’nın yalnızca bir yarımadasıdır. Her kıtada insanların binlerce yıldan beri içgözleme dayanan ruhbilime başvurarak eğittikleri uygarlıkların yaşamasına karşılık, biz kendi ruhbilimimizle uğraşmaya daha yeni başlamış bulunuyoruz. Sözünü ettiğim uluslar, düpedüz, akıl almayan bir içebakış aşamasına ulaşmıştır.” [25]
Psikanalizin önde gelen isimlerinden Erich Fromm da Zen Budizm gibi ’büyük hümanist ahlâki düşünce geleneklerini’, ’psikolojik birer araştırma’ olarak görür.[26] Fromm’un perspektifinden Tasavvuf da hümanist ahlâki düşünce geleneklerinden birisidir.
“Duygusal Zeka” tezinin öncüsü Daniel Goleman’a göre sayısız psikoloji vardır: Goleman, doğunun dinsel öğretilerinin, psikolojik kuramlar içerdiğini vurgular. [27]
Transpersonal psikoterapinin öncülerinden Stanislav Grof da mistik geleneklerin ve manevi felsefelerin psikoloji açısından değerini vurgular: “Geçmişin mistik gelenekleri ve manevi felsefeleri, genellikle önemsenmemiş hatta “akıldışı” ve “bilimdışı” olmakla suçlanmıştır. Bu, haksız, adaletsiz ve bilgisizlik sonucu varılan bir yargıdır. Büyük manevi sistemlerin çoğu insan ruhunun ve şuurun yüzyıllar süren derinlemesine araştırılmasının ürünüdür ve birçok açıdan bilimsel araştırmayı andırırlar.”[28]
Fritjof Capra da Doğulu düşünce sistemlerinin derin bir psikoloji barındırdığını savunur: “Bir bilim olarak psikolojinin genellikle XVIII. yüzyılda başladığına inanılır ve tarihi kökleri çoğu kere Antik Yunan felsefelerinde aranır. Sadece bu geleneğin ciddi psikolojik teoriler ürettiğine ilişkin Batılı inanç şimdilerde oldukça dar ve kültürel olarak şartlandırılmış bir görüş olarak kabul edilmektedir. Bilinç araştırmaları, psikoterapi (ruhsal-sağaltım) ve kişi-üstü (trans-personel) psikolojideki son gelişmeler Doğulu düşünce sistemlerine, özellikle psikolojiye derinlikli ve inceden inceye işlemiş yaklaşımlar sunar.”[29]
Grof bu bağlamda geleneksel modern bilgi birikimlerinin harmanlanması gerektiğini savunmaktadır. [30] Goleman da bu görüştedir; hem doğu hem batı psikolojilerini kuşatan yeni bir paradigma geliştirilmesi gerektiğini belirtir.[31]
Kültürel psikiyatrinin öncülerinden Arthur Deikman, haklı olarak söz konusu öğretilere ait çeşitli enstrümanların bütünden koparılıp parça olarak uygulanmasının asıl maksadı gerçekleştiremeyeceğini vurgular. Bu tür prosedürlerin kişiye sükûnet ve zevk verebileceğini ama idrak düzeyinde bir anlam sunamayacağını belirtir.[32] Deikman, geleneksel öğretilerin özünün bozulmadan çağın gereksinimleri doğrultusunda uygulanabilir güncel uyarlamalarına ihtiyaç duyulduğunu savunur.[33]
PSİKOTERAPİLER İLE TASAVVUF’UN ORTAK YANLARI
Psikoterapiler ile Tasavvuf temelde çok farklı olmakla birlikte aralarında kimi ortak noktalar da vardır. Bunlar arasında şunları saymak mümkün:
* Hemen hepsi insanın olduğundan çok daha fazla bir potansiyele sahip olduğunu vurgular.
* Hem psikoterapiler hem de tasavvuf, “hastalıkların” iyileştirilebileceğini varsayarlar.
* Hepsi de iyileş(tir)me sürecinde çeşitli aşamaların söz konusu olduğunu vurgularlar.
* Hepsi de teorik bilgilenmeyi değil yaşantısal değişimi amaçlarlar.
* Hepsi de bireyin istek ve kararlılığı için problemi konusunda duyarlılığı ve yeterli düzeyde kaygısı olması gerektiği vurgulanır. Genellikle bireyin kendi isteği ile sağaltıcıya gelmesi gerektiği kabul edilir. Hatta Tasavvufta bireyin kararlı olup olmadığı dramatik sınavlarla denetlenir.
* Hepsi de bireyin kendi kendisine ilgi göstermesini öngörür.
* Hepsi de mesajını yaymak için literatür oluşturmuştur.
* Hepsi de mesajını kitlelere ulaştırmak için örgütlenme yoluna gitmiştir. Bu örgütlenme doğal olarak sağaltıcılar arasında da bir piramid modelinin oluşumuna yol açmıştır.
ÇAĞDAŞ İNSANIN BUNALIMI VE SÛFÎ’NİN PERSPEKTİFİ
Yaşamın Anlamı Meselesi
Frankl, Fromm gibi psikoterapistlerin ısrarla vurguladığı gibi modern uygarlık insana, olağanüstü çeşitlilikte araçlar sunmasına rağmen bizzat yaşamın anlamı ve amacı konusunda ciddi bir kriz söz konusudur.[34] Modern bilim bu konuda bir çözüm sunamamaktadır. Antropolog Bozkurt Güvenç’e göre “İnsanın niçin yaratıldığı, hayatın anlamı, mutlak iyi, güzel ve doğrunun neler olduğu, bugün için, bilimsel yöntemlerle cevaplandırılması mümkün gözükmeyen sorulara örnek olarak gösterilebilir.”[35] Transpersonal psikolojinin önemli isimlerinden Charles Tart, haklı görünüyor: “Bilim, çok genç, çok özelleşmiş, çok dardır ve belki de insan yaşamının en önemli yönlerinden bazılarına asla değinemeyecektir.” [36]
Modernitenin sunduğu araç zenginliği arttıkça amaç konusundaki yoksunluk da artmaktadır. Sûfi ve tradisyonalist düşünür Rene Guenon bu duruma “çoklukta dağılma: kesrette boğulma” adını vermektedir.[37]
Yaşamın anlamı ve amacı konusundaki krizin en dramatik yansıması intihardır. Örneğin Frankl’ın aktardığı bir araştırmaya göre Amerika’da intihar girişiminde bulunan üniversitelilerin büyük bir çoğunluğunun davranışlarıyla ilgili başlıca gerekçeleri “yaşamın anlamsız gözükmesi”dir. Ama daha da önemlisi, yaşamı anlamsız gören bu üniversitelilerinin büyük bir çoğunluğunun aktif bir sosyal yaşamları var, akademik performansları yüksek ve aileleriyle ilişkileri iyidir. Frankl, bu durumun ‘duyulmayan anlam çığlığı’ olduğunu ve sadece üniversitelerle sınırlı olmadığını belirtiyor.[38]
Varoluşsal–insancı psikolog ve psikiyatrlara göre, çağımızdaki insanlar daha çok içine düştükleri “Varoluşsal Vakum: Existential Vacuum” eşdeyişle “boşluk” nedeniyle psikoterapistlere gitmektedirler. [39]/[40]
Frankl’ın ifadesiyle, “Bugün psikiyatriste gitmelerinin nedeni boşunalık duygularıdır. Onları kliniklerimize ve bürolarımıza çeken şey varoluşsal engellenmedir, “varoluşsal vakumdur.” [41]
Buna göre modern insanı psikoterapiste yönelten birincil problem “yaşamın anlamı ve amacı nedir?” sorusu etrafındaki kaygıları, kuşkuları ve arayışlarıdır.[42]
Yalom’un yazdığını göre, “Terapistlerin farkına vardığından daha fazla birey yaşamın anlamıyla ilgili endişeleri yüzünden terapiye başvurur. Jung hastalarının dörtte üçünün kendisine bu nedenle başvurduğunu bildirmiştir.”[43]
Yalom da “anlam arayan yaratıklar” olduğumuzu vurgular. Ancak Yalom’a göre anlam, insanın bizzat kendisi tarafından tasarlanmış ve insanı geçici olarak tatmin edecek olan bir anlamdır: “Biz insanlar, yaratılıştan anlamı olmayan bir dünyaya fırlatılma talihsizliğini yaşamış olan, anlam arayan yaratıklar gibi görünüyoruz. En büyük görevlerimizden biri; yaşamı destekleyecek kadar sağlam bir anlam icat etmek ve bu anlamı ortaya koymadaki kişisel katkımızı inkâr etme şeklindeki hileli manevrayı gerçekleştirmektir. Böylelikle anlamın ‘dışarıda bir yerlerde’ bizi beklediği sonucuna varabiliriz. Sağlam anlam sistemlerine yönelik süregiden araştırmalarımız sıklıkla anlam krizlerine sokar bizi.”[44]
Frankl’a göre varoluşsal boşluk kendini üç biçimde ifade etmektedir:
* Depresyon (Ruhsal zorlanma),
* Saldırganlık (Kendine dönük saldırganlık olan intiharı da kapsar),
* Madde bağımlılığı (uyuşturucu bağımlılığı gibi)
Varoluşçu psikoterapistlerin vurguladığı problemler Sûfî perspektiften şöyle yorumlanabilir:
* Alkol ve uyuşturucu gibi madde bağımlılığının yaygınlaşması esasında olağandışı bilinç hallerine (aşkınlığa) duyulan özlemin tersine yansıması olarak okunabilir. Grof da bunu savunmaktadır.[45]
* Ruhsal hastalıklar, ruhsal gelişime duyulan özlemin tersine yansıması olarak okunabilir.
İntihar, “ölmeden önce ölme”ye duyulan özlemin tersine yansıması olarak okunabilir.
Ölüm Meselesi
Modern zamanlarda ölümsüzlük arzusunun son derece şiddetlendiğini söyleyebiliriz. Modernite ölümsüzlük karşısındaki hayal kırıklığını telafi etmek çeşitli enstrümanlar geliştirmiştir. Ekonomide ihtiyaçların sonsuzluğu tezi ve tüketimin mutlulukla özdeşleştirilmesi, tıpta plastik cerrahi ile gençleşme trendi, gündelik hayatta şöhret tutkusu bu enstrümanlar arasında sayılabilir.
Ernst Bloch haklı, “Bugün insanlar, daha önce sadece ölüm yatağında yüz yüze geldikleri düşüncelerle karşı karşıyadır.”[46]
Yalom’a göre ölüm hemen her zaman terapi ortamının gedikli misafiridir: “Ölüm her terapi ortamını ziyaret eder. Varlığına aldırmamak tartışılmayacak kadar korkunç olduğu mesajını verir. Ancak çoğu terapist ölümü doğrudan tartışmaktan kaçınır. Neden? Bazı terapistler ondan kaçınır, çünkü ölümle ne yapacakları bilemezler. “Ne anlamı var ki?” derler. “Nevrotik sürece geri dönelim, bu konuda bir şeyler yapabiliriz. Bazıları ölümün terapi süreciyle ilgisini sorgularlar ve kaşınmayan yeri kaşımayın önerisinde bulunan muhteşem Adolph Meyer’e uyarlar. Diğerleri ise zaten kaygılı olan bir hastada (ve terapistte) daha büyük bir kaygıya neden olacak bir konuyu ortaya getirmeyi reddeder.”[47]
Kimi transpersonal psikologlar ise, bedenin ölümünden sonra şuurun devam ettiğine inanır. Varoluşçu-insancı-fenomenolojik terapiler olsun, klasik psikanaliz, klasik davranışçı terapiler ve bilişsel-davranışçı terapiler olsun bedenden bağımsız bir şuuru kabul etmezler. Bu nedenle istisnalar dışında psikoterapistlere göre yaşam bedenin ölümüyle birlikte sona erer.
Laing yine çok haklı “Olması gerektiği gibi, seküler psikoterapist, çoğunlukla şaşıya yol gösteren kör rolündedir.”[48] Ama öbür yanda Stanislav Grof’a göre “İnsani varoluşun A’sı ve Z’si (alfa ve omegası) “doğum ve ölüm”dür. Ve onları birleştirmeyen herhangi bir psikolojik sistem yüzeysel ve eksik kalmaya mahkûmdur.” [49]
Sûfîlere göre, maddî ölümde insanlara korku veren, bu dünyadan kopmak, yok olmaktır. Sûfî Geleneğe göre maddî ölümün çaresi “manevî ölüm”dür. “Ölmeden önce ölünüz” hadisinin işaret ettiği anlam doğrultusunda bencil arzulardan, maddenin esaretinden, ihtiraslarından kurtularak, hayatla iç içe ve ölümü yaşayarak Allah’a yükselmek gerekir.
Transpersonal psikoloji açısından Grof, “ölmeden önce ölmeyi” şöyle yorumluyor: “Bu ölmeden ölmeni iki önemli sonucu vardır: bizi ölüm korkusundan kurtarır ve ölüme yönelik tutumumuzu değiştirir. Bu, biyolojik ölüm anımızda bedeni gerçekten terk etme deneyimizi büyük ölçüde kolaylaştırır. Ölüm korkusunun yok olması aynı zamanda dünyadaki varolma biçimimizi değiştirir. Bu yüzden, ölüme hazırlanmakla ölme pratiği ve aydınlanmaya götüren spiritüel uygulama arasında hiçbir temel fark yoktur.”[50]
Sûfî Gelenekte ölmeden önce ölmeyi sağlayacak yollardan birisi aşktır. Nefsi yenmenin, mecazen onu öldürmenin gücünü insan aşktan alabilir. Aşk ile kesret dağları, dalgaları aşılabilir. İnsanlığın bu en çetin olgusu olan ölüm, “Ölürse tenler ölür canlar ölesi değil” ya da “Şeb-i Arus” söylemine dönüşür, ölüm korku olmaktan çıkar.[51]
Ölümü anlamlandıramayan psikoterapiler bir anlamda “sonluluğun ve mutlak yokluğun tecrübesi” karşısında “hileli bir manevra” öngörmekte iken, Tasavvuf “sonsuzluğun ve Mutlak Varlığın tecrübesinin” yolunu göstermektedir.
Sûfi Çözüm: Kendini Tanımak
Bu bağlamda Tasavvuf’un, nihai çözümü “kendini bilmek”tir.[52] Sûfilere göre kendini tanımak insana neler kazandıracaktır?
* İnsanın tüm potansiyellerini gerçekleştirmenin yolunu açar.
* İnsana insanla ilgili sırları öğreterek huzurlu ve mutlu yaşamasını sağlar.
* Dışsal zenginliğin yerine içsel zenginliği vurgular.
* İnsan ilişkilerinde vahşi rekabeti gerektiren gösteriş ve büyüklenme yerine, işbirliği ve dayanışmayı gerektiren tevazuyu, şefkati ve merhameti öngörür.
* Ego-santrik insan modeli yerine teo-santrik insan modeli öngörerek narsisizmin üstesinden gelir. Böylece insanı otantik varoluşuyla bütünleştirir.
* Elinde olanı ve olmayanı öğreterek insanın ihtirasının kurbanı olmasına engel olur.
* İnsanın araçsallaştırılmasına karşı insanın amaç olduğunu vurgular.
* İnsanın değerini, sahip olduğu eşya ile değil insaniyeti ile ölçer.
* İnsanın, salt bir bedene indirgenmesine karşı, ruh ve beden dengesini hatırlatır.
* Araçsal akla karşı sezgisel kavrayışın vizyonunu öngörür.
* Akıl tutulmasının kurbanı olan modern felsefeye karşı insanın kalbini harekete geçirmesini sağlar.
* Nihilizme karşı yaşamı anlamlandırmak için ezeli hikmetin içselleştirilmesini sağlar.
* Ölmeden önce ölmeyi sağlayarak insanlığın ölüm kaygısından/tabusundan kurtarır.
* Modernliğin belki de temel şizofrenisi olan bilim, sanat ve ahlâk (doğru, güzel, iyi) arasındaki koparılan bağları yeniden inşa eder.
* Vahiy ile insan arasındaki gönül bağını inşa ederek dinin indirgemeci yorumlarına karşı bütünlükçü yorumlarına zemin hazırlar.
* Çıplak bir maymun ya da biyokimyasal bir makine olarak tanımlanan insana tüm beşeriyetine rağmen içinde Tanrısal bir öz taşıdığını hatırlatır.
* Hedonist (: hazcı) insan modeli yerine, Celal ve Cemal’in tecelli ettiği trajik insan modelini öngörür. Trajik insan Celâlî ve Cemâlî tecelliler karşısında kahrın da hoş, lütfun da hoş modunda tepki verir.
* Objektifliğin ruhsuzluğu (örneğin Platon ve bilimsel nesnellik) ve subjektifliğin bataklığı (örneğin Sofistler, septikler ve nihilist postmodernistler) karşısında hakikatin tekliğini kavrayışın ise çokluğuna vurgular.
* Doğaya büyüsünü iade ederek çevre kirliliğine karşı insanları duyarlı hale getirir.
* Doğal varlıkları katleden macho/vahşi teknolojiye (örneğin nükleer santrallere), karşı soft/çevreci teknolojiye (örneğin Güneş enerjisi santralleri)[53] değer verir.
* Tüketim için yaşamak yerine, yaşamak için tüketmeyi öngörür.
* Cinselliğin insansızlaştırılmasına karşı sahici aşkın yaşanmasını sağlar.
* Psikolojik çarpıtmalar ve komplekslerden kişinin kurtulmasını sağlar.
* Kişiyi dünyanın tutsaklığından kurtarır.
* Benlik ve bencillikten ileri gelen perdeleri ve yanılsamaları aşmayı sağlar.
* Kendi bölünmüş varlığımızı birleştirmek ve bizleri varoluşun tüm düzeylerinin birleşik alanı ile yeniden bağlanmak gücüne sahip olan İlahi Aşk’ın gerçekliği çevresinde kendimizi ve tüm dikkatimizi odaklamayı sağlar.
* Çokluklar dünyasında sayısız çekimler vardır. Dikkatimizi neye verirsek, bizim bu huzurda alanımızın içine koyarsak, onun nitelikleri, bizim niteliklerimiz olacaktır. Eğer gönlümüzü çokluk’a verirsek, kalp de bölünecek ve dağılacaktır. Eğer kalbimizi manevi birlik’e verirsek, kalp de birleşecektir. Her şeyin en sonunda da kalbin arzuladığı, onunla huzur bulduğu birliktir. [54]
Ezcümle Sûfî perspektiften modern ve postmodern zamanlar aşktan, marifetten, insaniyetten ve Allah’tan kopuktur. Buna göre Sûfî Gelenek, aşka, marifete, insaniyete ve Allah’a bir çağrıdır. Sûfî Gelenek, aşkın, marifettin, insaniyetin ve Allah’ın eksen alındığı bir yaşam tarzı öngörür.
SONUÇ
Bu bağlamda sûfî uygulamaların doğrudan ya da dolaylı olarak hangi hastalıkları tedavi edebileceği sorulabilir. Bir kere seyr u süluk, bilincin, benliğin ve kişiliğin kökten yeniden inşasını gerektirmekte olduğunu hatırlamalıyız. Bu bakımdan sûfî uygulamaların tedavi edici özelliğinin daha çok dolaylı olarak ortaya çıktığını da söyleyebiliriz. Başka deyişle Sûfî Gelenek spesifik olarak hastalığa odaklanmak yerine hastalığa yol açan temel nedenleri ortadan kaldırarak tedavi ettiği söylenebilir. Bu nedenle sûfî pratiklerin özenli uygulamalarının tedavi edici gücü en azından transpersonal psikoterapilerin iyileştirdiği hastalıkları kapsayabilir: Nevrotik bozukluklar/ Psikotik bozukluklar/ Psikosomatik bozukluklar/ Kimi organik bozukluklar [55]
Sûfî Gelenek çağdaş ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılarak kullanılabilir. Örneğin, varoluşsal boşluktaki insanlara “Mesnevi Seansı” uygulanabilir. Bunun için,
Varoluşsal boşluktaki insanlardan sosyo-kültürel açıdan benzer özelliklere göre gruplar oluşturulur.
Grup üyeleri fondaki ney eşliğinde Mesnevi’den öyküler anlatılıp izlenimler paylaşılır.
Grup lideri, bu izlenimleri yeniden yorumlar.
Grup daha çok izlenim paylaşma ve dayanışma işlevine göre yapılanır.
Mesnevi Seansı Projesi, profesyonel çalışanları öngörmez. Grup liderliği de üyelik de gönüllülük esası üzerine kurulu olmalıdır. Grup liderleri Tasavvuf kültürüne vakıf, sohbeti iyi, “kıssadan hisse” tekniğini kullanabilen isimler değerlendirilebilir.
Tasavvuf olmuş, bitmiş ve tamamlanmış bir öğreti değildir; zaten böyle bir durum Tasavvuf’un doğasına aykırıdır. Tasavvuf kendini hiç durmadan yenilemek durumunda olan bir gelenektir. Tasavvuf’ta yenilenme, özellikle de insanların ihtiyaçlarını karşılama ve problemlerini çözme amacıyla olması gerekir. Roszak’ın biraz farklı bir bağlamda yazdığı gibi “İhtiyacımız olan şey kutsal geleneği bizim kılacak bir çaba, eski melodiyi koruyarak üstüne bugünkü hayatımızın özel kültürel stil ve deneyimlerini taşıyan yeni bir ritmi yerleştirdiğimiz bir müziktir.”[56]
Tasavvuf insanlara, “tam insan olma” kapısını açmaktadır. Bu bakımdan Tasavvuf, aktüel insanlara seslenmek zorundadır. Bu bağlamda Tasavvuf, tarihin yükünü insanlara taşıtmaya kalkarsa işlevini yerine getiremez. Tasavvuf insanların çeşitliliğine de bir cevap vermek durumundadır. Bu bakımdan Tasavvufun topluma ve insana göre alternatif yollar geliştirme yükümlülüğündedir. Ancak Tasavvuf’un bu fonksiyonu yerine getirilebilmesi için modern ve postmodern zamanların insanlarına seslenebilen aktüel ve alternatif sistemlerin geliştirilmesi gerektiği muhakkaktır.
Yeniden inşa döneminde Tasavvuf Geleneği’nin tarihten ve kültürden bağımsız en temel ilkeleri esas alınarak çıkılmalıdır. Yeniden inşa döneminde hiçbir şeyin gelenekteki gibi olması gerekmez, “Tasavvufun Ruhu” hariç. Buna “Tasavvuf’un özgürleştirilmesi” diyebiliriz. Özgürleşen Tasavvuf, yaşayan insanlara özgürlük bahşedecektir.
Not: Bu makale yakında yayımlanacak olan “Sûfi ile Terapist” adlı kitabımız esas alınarak hazırlanmıştır.
DİPNOTLAR ve KAYNAKÇA
[1] Schüle, Christian, “Neden İnanırız?” GEO Türkiye Dergisi, Aralık 2008, s. 52
[2] Schumacher, E. F., Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, çev., Mustafa Özel, İst.-1995, s. 81-83
[3] May, Rollo, Yaratma Cesareti, çev., A. Oysal, İst.-1994, 5. Bası, s. 106
[4] Mevlâna, Mevlâna’nın Rubaileri, çev., M. Nuri Gençosman, İstanbul-1986, s. 269
[5] Tasavvuf, esas itibariyle Bezm-i Elest üzerine kurulu olduğu için başlangıcı zaman öncesi olmakla birlikte tarih sahnesinde Âdem Peygamber ile yerini alır; Son Peygamber ile zirvesine ulaşır. Çağdaş Sûfilerden Muzaffer Ozak şöyle söyler: “Tasavvuf İslam’ın doğuşundan iki yüz sene sonra başlamamıştır. İslamla beraber başlamıştır. İslam da Hz Muhammed Mustafa ile başlamamıştır. Hz Adem ile başlamıştır. Yani tasavvuf Hz Adem’le beraberdir.” Robert Frager, Aşktır Asıl Şarap, çev., Ömer Çolakoğlu, İst.-2006, s. 28
[6] Süleyman Uludağ, “Gaflet”, TDV İslam Ansiklopedisi, İst.-1996, XIII/283 vd
[7] Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst.- 1992, s. 185
[8] Gazali, el-Munkızu mine’d-Dalal, İst.-1970, s. 16 vd Transpersonal psikologlar da benzer düşünceler savunmaktadır; örneğin Tart şöyle yazıyor: “Biz, gerçekte olabileceğimiz kişiye ‘uykudayız’. Rüya görüyoruz. Trans halindeyiz. Otomatikleştirimişiz. Gerçeği algıladığımızı düşünürken, aslında yanılsamalar arasında sıkışıp kalmışız.” Charles T. Tart, Uyanış/Waking Up, çev., Sezer Soner, İzmir-2004, s. 11
[9] Necmüddin Kübra, “Fevaihu’l-Cemal”, Tasavvufi Hayat içinde, çev., Mustafa Kara, İst.-1980, s. 104.
[10] Kübra, Necmüddin, “Usûlu Aşere”, Tasavvufi Hayat içinde, s. 23. Hemen her tasavvufi eserde bu anlamda bir söze rastlamak mümkündür. Bkz., el-Kuşeyri, Ebu’l-Kasım Abdulkerim, Er-Risaletü’l-Kuşeyriyye, Tahkik, Nureddin Şeribe, Halep-1986 (Suriye-1406), II, 554; Niyaz-ı Mısri, Mevâdiul’-İrfan/İrfan Sofraları, çev., S. Ateş, Ank.-1971, 45. sofra, s. 106; Guenon, Rene, İslam Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış, çev., M. Kanık, İst.- 1989, s. 30; S. Hüseyin, Nasr, İslam, İdealler ve Gerçekler, çev., A. Özen, İst.-1985, s. 139. Bu sözün İsmail Hakkı Bursevi tarafından yapılmış geniş bir açıklaması için bkz., “Şerh-i Usul-i Aşere” Tasavvufi Hayat, s. 34-40.
[11] Tasavvufta hakikat anahtar kavramlardandır. Geniş bilgi için bkz., Sülemi, el-Fark Beyne İlmi’ş-Şeria ve’l-Hakika, çev., Süleyman Ateş, AÜİFD, sayı: XVI, Ank.-1968; Ebu Nasr Serrac Tûsî, el-Lüma’, çev., H. Kamil Yılmaz, İst.-1996, s. 219 vd; Kuşeyri, s. 216 vd.; Hucviri, Keşfu’l-Mahcub, çev., Süleyman Uludağ, İst.-1982, s. 534; Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 3. Bası, İst.-1992, s. 302-309.
[12] Fazla bilgi için bkz., Nasr, İslam, s. 138 vd.; Guenon, İslam Maneviyatı, s. 29 vd; Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, İst.-1989, s. 97; Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 308
[13] Buradaki tarikat kavramı, ideal tarikatı temsil eder. Reel/kurumsal tarikatlar ideal tarikatın birer gölgesi olarak düşünülebilir.
[14] Lale Bahtiyar, Sûfî/Tasavvufi Arayışın Dışavurumu, çev., Mehmet Temelli, İst.-2006, s. 12. Ayrıntılı bilgi için bkz., Ali Bolat, "Muhâsibî’ye (ö. 243/857) Göre Marifetin Unsurları", Tasavvuf, İAAD, Yıl: 2000, sayı: 4, s. 127-154
[15] Bahtiyar, Sûfî Tasavvufi Arayışın Dışavurumu, s. 15
[16] Cüceloğlu, Doğan, İnsan ve Davranışı, Psikolojinin Temel Kavramları, 3. Bası, İst.-1992, s. 584.
[17] Güleç, Cengiz, Psikoterapiler, Ank.-1993, s. 11.
[18] Laing, R. D., Yaşantının Politikası, çev., K. Sayar, Ank.-1993, s. 47
[19] Yalom, Irwin, Grup Psikoterapisinin Teori ve Pratiği, çev., A. Tangör-Ö. Karaçam, İst.-1992, s. III.
[20] Jerome D. Frank, “Psikoterapi Üzerine” Sayar, Kemal, Sana Ruhtan Soruyorlar, içinde s. 362 vd.
[21] Jerome D. Frank, “Psikoterapi Üzerine” Sayar, Kemal, Sana Ruhtan Soruyorlar, içinde s. 362 vd.
[22] Psikoterapi kavramı üzerine bir ufuk turu için bkz., Martin, D. G., Introduction to Psychotherapy, Monterey, Calif. -1971; Geçtan, Engin, Varoluş ve Psikiyatri, İst.-1992, 3. Bası; Frank, J. D., “Psikoterapi Üzerine”, Sana Ruhtan Soruyorlar içinde, s. 359-377; Saffet Murat Tura, Günümüzde Psikoterapi, İst.-2003; Tahir Özakkaş, Bütüncül Psikoterapi, İst.-2004.
[23] Öztürk, M. Orhan, Psikanaliz ve Psikoterapi, Ank.-1989, 2. Bası, s. 21
[24] C. Gustav Jung, Konferanslar /Analitik Psikolojinin Temel İlkeleri, çev., Kamiran Şipal, İst.-1982, s. 214 Jung’un dediği dinler, ruhsal tedavi sistemleri ise kimi psikoterapilerin bir tür din olduğu söylenebilir. Bu bakımdan psikoterapiler bir biçimde insanlıkla ilgili temel bilmecelerle yüzleşmek durumunda kalmaktadır.
[25] Jung, Konferanslar / Analitik Psikoloji’nin Temel İlkeleri, s. 81. Jung, “Modern İnsanın Tinsel Sorunu” başlıklı çalışmasında da bu görüşünü pekiştirir: Carl G. Jung, Modern İnsanın Tinsel Sorunu, çev.,Alper Oysal, Araf Dergisi, Sayı 9, Aralık 1996
[26] Fromm, Erich, Erdem ve Mutluluk, çev., A. Yörükan, ys.-1993, s. 14.
[27] Goleman, Psikoloji, “Gerçeklik ve Bilinç Çalışmalarına Bakışlar”, Walsh-Waughan, Ego Ötesi içinde, s. 39
[28] Grof, Stanislav, Kozmik Oyun/İnsan Şuurunun Yeniden Keşfi, çev., Levent Kartal, İzmir-2000, s. 19
[29] Capra, Frithjof, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, çev., M. Armağan, İst.-1992, s. 184 vd Krş., Toynbee, Arnold-İkeda, Daisaku, Yaşamı Seçin, Diyalog, Yayına haz., R. L. Gage, çev., U. Arık, Ank.-1992, s. 29-35.
[30] Grof, Kozmik Oyun, s. 27
[31] Goleman, Psikoloji, “Gerçeklik ve Bilinç Çalışmalarına Bakışlar”, Walsh-Waughan, Ego Ötesi içinde, s. 41
[32] Arthur J. Deikman, “Sufizm ve Psikiyatri”, Sûfî Psikolojisi içinde, (Ed., Kemal Sayar) İst.-2000, 2. bası, s. 126
[33] Deikman, Sufizm ve Psikiyatri, s. 127
[34] Örneğin Frankl şöyle yazar: “Bugün daha çok insan yaşamak için gerekli araçlara (means) sahip ama yaşamak için bir anlamları (meaning) yok.” Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı, s. 15
[35] Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, İst.-1974, 2. Bası, s. 3
[36] Tart, Uyanış, s. 14
[37] Muhammed Ecmel, Sûfî Ruh Bilimi, Kemal Sayar (Ed.) “Sûfî Psikolojisi” içinde, s. 84
[38] Victor Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı / Psikoterapi ve Hümanizm, çev., Selçuk Budak, Ank.-1994, s. 15
[39] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, çev., A. Karpat, İst.- 1997, s. 16.
[40] Bkz., Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı; aynı yazar, İnsanın Anlam Arayışı.
[41] Bkz., Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı; aynı yazar, İnsanın Anlam Arayışı.
[42] May, Kendini Arayan İnsan, s. 16.
[43] Irvin D. Yalom, Bağışlanan Terapi, çev., Z. İyidoğan Babayiğit, İst.-2002, s. 144
[44] Yalom, Bağışlanan Terapi s. 144; Yalom aynı tezi ‘Din ve Psikiyatri’ kitabında da vurgular. s. 31. Yalom, ısrarla anlamın gerçekte varolmadığını üretilmesi gereken bir şey olduğunu savunur. Irvin D. Yalom, Din ve Psikiyatri, çev., Emre Ağanoğlu, İst-2006, s. 35 vd
[45] Grof, Stanislav, Geleceğin Psikolojisi, çev., Sezer Soner, İzmir-2000, s. 239 vd
[46] Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı, s. 79
[47] Yalom, Bağışlanan Terapi, s. 135; aynı değerlendirmeler için ayrıca bkz., Yalom, Din ve Psikiyatri, s. 41
[48] Laing, Yaşantının Politikası, s. 138
[49] Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, s. 425
[50] Grof, Stanislav, Geleceğin Psikolojisi, çev., Sezer Soner, İzmir-2000, s. 315
[51] İlhan Genç, “Ölüme Karşı Tavır Almanın Estetiği”, Uluslararası Tük Kültüründe Ölüm Sempozyumu, MÜ Türkiyat Araştırma ve Uygulama Merkezi, 25-26 Kasım 2004, İstanbul web.deu.edu.tr/~ilyas/genc/dosyalar/olum.pdf
[52] Kendini bilmenin felsefenin de nihaî amacı olduğu söylenebilir: “Cassirer’in dile getirdiği gibi, felsefenin son tahlilde insanın kendini bilmesi olduğu şeklinde ortak bir kanaat vardır. Felsefî araştırmanın nihaî amacı da budur. Kendini aramak/araştırmak, insanın kendisi hakkındaki bilgiye ulaşmasının asırlardır yolu/yöntemi olmuş ve çoğu zaman ’kendini bilmek’, kendisi hakkındaki gerçeği keşfederek ’kendini bulmak’ olarak anlaşılmıştır. Kimine göre kendini bilmek, evrendeki yerini bilmesi/bulması ve bu yerdeki ’duruş’unu sorgulaması; kimine göre “kendi üzerine titizlenmesi”, kendine yani öz-benliğine dikkat etmesi, kimine göre de insanı ’insan’ kılan ’öz’ün, yahut kendisi hakkındaki hakikatin keşfedilmesidir.” Hakan Poyraz, “Herakleitos: Kosmos’tan İnsan’a”, Felsefe Dünyası, Sayı: 35, s. 200-211 İbn Arabi, kendini tanımanın nefsin akıl ve felsefe yoluyla gerçekleşemeyeceğini de vurgular: “…Fikir ve felsefe yolu asla mârifet vermez. Felsefe yoluyla nefsin hakikatine ermek isteyenler (farkında olmayarak) şişmeyi semizlik sanır, ateşsiz odunu üflerler.” İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, çev., Nuri Gencosman, İst.-1992, s. 158.
[53] Macho- soft teknoloji ayrımını Capra’dan aldık. Bkz., Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, s. 44 vd
[54] Son beş maddeyi Helminski’den aldık. Kabir Helminski, Bilen Kalp/Ruhsal Dönüşümün Sufî Yolu, çev., Refik Algan, İst.-2001, s. 106-111
[55] Grof, Geleceğin Psikolojisi, s. 279 vd
[56] Roszak, Theodore, Bilincin Evrimi: Kemale Ermemiş Canlı, çev., B. Muhib, İst.-1995, s. 31
* Bu makalemiz NEVNİYAZ - MEVLÂNA ÖZEL SAYISI, s. 618-630’da yayımlanmıştır.
Ihlamur Kitap Yayınları, İstanbul-2011
Editör: Hakan Sarı Yayın Kurulu: Prof. Dr. Mustafa KARA Prof. Dr. Hüdaverdi ADAM Prof. Dr. Şerafettin GÖLCÜK Prof. Dr. Ahmed Güner SAYAR Yrd. Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER Ömer Tuğrul İNANÇER Esin Çelebi BAYRU
/psikoterapilervetasavvuf
YORUMLAR
: ))) vesselam helal olsun..iyisiniz umarım bu yazı neticeye ulaşma evresinde çok emek yemiş,vakit almış belliki..
tasavvuf ismiyle bile beni sarpa saran bir inanış..tasavvuf dinimizin görülmeyen bilinmeyen diğer hakiki yüzü özüdür..
kalemini hiç bir fikir ve düşünce sahibi insanlardan cekinmeden kullanan yazara selam olsun ..
bayzan
Bir düşünürün bir konuya yoğunlaşmasına güzel bir örnek.
Kalem ustasının elinde dillenmiş adeta.
Konunun ehli yazarları okumak farklı ve çok güzel bir zevk.
Emeğinize teşekkürler saygıdeğer söz ustası.
Saygılar, selamlar.