ZZ Ölüm Orucuyla Başlayan Hayat ZZ
“Efendim, bir mahkûmun ölüm orucuna başladığı haberini aldık. Korktuğum odur ki, bu mahkûm diğerlerini etkileyerek toplu bir faciaya sebep olabilir. Ayrıca endişelerim bununla da sınırlı değil. Liman Bey, bu durum medyanın kulağına giderse saygınlığımızı kaybeder, sürgüne yollanırız.”
Hapishane müdürü, yardımcısı Kemer’in söylediklerini, kaşlarının ortasını kaldırarak ve dudağı buruşuk bir halde dinliyordu. Kemer, düz saçlarına parmaklarını daldırmış, Liman Beyin ağzından çıkacak karaları bekliyordu.
Bu sırada Tahta Bekir ve Suskun Veli, Niyazi’yi ölüm orucundan vazgeçirmeye çalışıyordu. Suskun Veli, başını sallayarak Tahta’yı onayladığını anlatmaya çalıştı. Bileğinde tespih ve omzunda ceketiyle Niyazi’nin gözünün içine baka baka:
“Gardaş, öyle her haksızlığa ölüm orucu tutulaydı, bu memlekette adam kalmazdı adam!” dedi Tahta Bekir.
Sinirli sinirli, burnundan soluyarak birden ayağa kalktı ve sol elinin işaretparmağını Niyazi’ye dikmiş, bir şey daha söylemek istiyordu. Bu sırada bileğindeki tespihin başı yeri işaret eden bir ok gibi göründü Tahta’ya. “Kaderin önüne geçilmez.”, diye düşündü ve ranzasına doğru yürüyüp uzaklaştı.
***
Niyazi, 35 yaşında bir banka memuruyken, askerlik arkadaşıyla karşılaştı. Arkadaşı ona işlek bir cadde üzerinde lokanta açmak istediğini, fakat işsiz olduğu için hiçbir bankadan kredi çekemediğini anlattı. Eğer kefil olursa kendisine minnettar kalacağını söyledi. Arkadaşının hatırını kırmamak için onun bu isteğini geri çevirmedi. Aradan birkaç ay geçti ve banka müdürü Niyazi’ye kefil olduğu arkadaşına ulaşamadıklarını söyledi. Banka müdürüyle arası iyi olan Niyazi:
“Biraz daha bekleyelim. Mutlaka arayacaktır. Bana söz vermişti müdür bey. Anlıyorsunuz değil mi?” dedi.
Banka müdürü:
“ Peki Niyazi, ama bilmiş ol, gelecek ay bunu tekrarlamam.” dedi.
Öyle de oldu. Banka askerlik arkadaşına ulaşamayınca haciz memurlarını Niyazi’nin evine yolladı. Karısı durumu öğrenince boşanma davası açtı. Durumu kurtarmak isteyen Niyazi, banka hesaplarıyla oynadı; fakat böyle bir şey yapma ihtimalini önceden düşünen müdür, bilgisayarındaki bir programla durumu erken fark ederek polisi aradı. Çırpındıkça battığını fark eden Niyazi hapishanede de olay oldu. Yemekler kurtlu diye isyana teşvik etti, fakat gardiyanlar engel oldu. Bunun üzerine, bakanlıkta dayısının olduğunu ve durumu ona anlatıp hapishanedekileri pişman edeceğini söyledi ve bu durum hapishane görevlilerini tedirgin etti. Gerçekliğini bilmeseler de hiçbir gardiyan, işsizliğin kol gezdiği bu devirde işinden olmayı göze alamazdı ve bu yüzden Niyazi’ye bulaşmak istemediler. Olay, Kemer beye bildirildi. O da bu durumda ne yapılacağına karar vermesi için Liman Bey’e durumu anlattı. Liman Bey, Kemer’in endişelerini haklı bulduğunu; fakat yapacak bir şey olmadığını anlatmak için şunları söyledi:
”Kemer, senin de bildiğin gibi hapishane için ayrılan bu ayki ödeneğin hemen hepsini güvenliği artırmak için kullandım. Geçen dönem aldığımız erzağın yarısı duruyordu. Çöpe atacak değildim ya! Burası otel değil. Babalarının hayrına mı bakıyoruz yahu! Bir mahkûmun itirazı için koşulları değiştirecek değilim. Burası hapishane canım, çeksinler cezalarını.”
Liman Bey daha birçok şey söylemek istiyordu. Parmak uçlarıyla kırışmış alnını ovuşturarak Kemer’in sessizliği bozmasını bekledi. Kemer, parmağını sıkan yüzüğü çevirmeye çalışmaktan vazgeçip:
“Haklısınız efendim. Peki, bu durumda ne yapmamızı emredersiniz?” dedi.
“Dışarıyla iletişimine engel olun. Ziyaretçileri sorarsa, görüşmek istemediğini söyleyin. Gardiyanlardan birine emret, her akşam hücresini kontrol etsin. Telefon varsa toplasın. Üç haftaya kadar durumu bu şekilde idare et. Yemekler düzelince gönlünü alırız bir şekilde. Hücresinde yakın zamanlarda tahliye edilecek mahkûm varsa başka hücreye aldır. Başımız ağrımasın sonra.”
Müdür, bunları söylerken Kemer de başını ileri-geri sallayarak “evet efendim, tamam efendim” diye cevap veriyordu.
***
Niyazi, Tahta Bekir’den çekindiği için söylemek istediğini ortaya söylüyordu. Tahta’nın da bu şekilde cevabını alacağını umuyordu.
“Gerçek suçlular dışarıda dilediğini yiyip içerken ben burada kurtlu yemeklere göz yumamam. Zaten gerçek bir suçlu olsaydım asla yakalanmazdım.”
Bu sırada hücredekiler sessiz bir şekilde Niyazi’yi dinliyor, Suskun Veli de gözü dalmış, anlıyorum der gibi başını sallıyordu.
“Bu dünyada sadece iyiler ve kötüler var sanıyorsunuz; ama bu doğru değil! Bu dünyada zayıflar ve güçlüler de var! Siz neye bakıyorsunuz öyle ha! Siz güçlü olduğunuz için mi buradasınız yoksa? Tabii ki hayır! İyi insanlar da en az kötüler kadar güçlü olmalı!”
Son cümle, Niyazi’yi, yaptığı şeyin zayıflık olup olmadığı konusunda şüphelendirdi ve kendini toplayarak:
“Yaptığım şey gerçekten güç isteyen bir şey. Bu uğurda ölmezsem daha rahat olacağız ve güzel yemekler yiyeceğiz. Eğer bana katılırsanız hapishane bu duruma sessiz kalmayacak ve kısa sürede amacımıza ulaşacağız, göreceksiniz!
Niyazi sözlerinin tesir edeceğinden o kadar emindi ki, gözleri parlamış ve diğer mahkûmların kendisine katılacağını söylemelerini umut ederek bekliyordu. Fakat umduğu gibi olmadı. Hücredekiler homurdanmaya başladı. Tahta, durumu kontrol altına almak için önce:
“Hey, kesin dırdırı ulan!”dedi.
Herkes susunca Niyazi’ye dönüp:
“Gardaş, bu koğuşta gürültü istemem. Ne yapıyorsan sessiz yap. Can boğazdan gelir. Buradakilerin boğazına düğüm atmaya kalkışırsan, gözümü kırpmadan canını boğazından alırım bilmiş ol.”
Niyazi burnundan hızlı hızlı nefes alıyor, dişlerini birbirine geçirmiş, başını sallıyordu. Sonra delirmiş gibi gülmeye başladı. Tahta her an bir şeyler olacakmış gibi her şeye hazır bekliyorken Niyazi konuşmaya başladı.
“Tüm varlığım! Dişimden tırnağımdan artırarak yıllarca alın teri döküp sahip olduğum varlığım, gençliğimi eğitim kurumlarında harcayarak sahip olduğum işim ve hepsinden önemlisi eşim, hepsini, askerde sırt sırta verip çatıştığım, canımı koruduğunu sandığım için güvendiğim o arkadaşım yüzünden kaybettim.”
Tahta’nın gözleri dolmuş ve biraz önceki sözlerinden dolayı pişman olmuştu. Niyazi bir yandan ağlıyor bir yandan da gözleri dalmış bir şekilde konuşmaya devam ediyordu.
“Şimdi karşıma geçmiş bana, canını boğazından alırım, diyorsun. Sence ben bundan korkuyor muyum? Konuşsana Bekir Bey! Çok sevdiğim ve çok sevdiğini sandığım karım beni terk etmişken, dost sandıklarım hayatımı alt üst etmişken ben ölümden korkar mıyım artık?
Ölüm, nefsinin kölesi insanları korkutur gardaş. Görüyorum ki sen nefsin değil isyanın kölesi olmuşsun.
Ben kimsenin kölesi değilim. Artık hiçbir şeye inancım kalmadı, anladın mı Bekir Bey..! İnancı olmayan insanın korkacak kimsesi yoktur!”
Bekir’in aklı karıştı; fakat altta kalmak istemiyordu. Koğuşta her şey Bekir’den sorulduğu için ağırlığını korumak istedi. Tekrar öfkelendi ama Niyazi’nin durumuna da acımıştı. Hem onu dövmesi babacanlığına da gölge düşürecekti. Bu yüzden onu sadece uyarmaya karar verdi.
“Durumunu anladık gardaş. Biz korkusu olanı da olmayanı da biliriz. Sana karşı bir kinim yok. Efendi efendi ranzanda otur, kimseyi yolundan etme ki ben de seni yolundan etmeyeyim.”
Niyazi davasında yalnız olacağını anlayarak sessizce yerine oturdu. O günden sonra, mecbur kalmadıkça kimseyle konuşmamaya karar verdi.
***
Orucun ilk gününü zorluk çekmeden atlattı. İkinci ve üçüncü günü karnı guruldamaya başladı; fakat yatağında iki büklüm yatarak açlığını unutmaya ve karnından gelen sesi bastırmaya çalıştı. İlk günlerde birkaç bardak, sonraki günlerde ise bir bardak şekerli su ile yavaş yavaş ölümün dişleri üzerinde sürünmeye başladı. İlk haftasını bu şekilde geçirdi; fakat bir gece terlemeye ve sayıklamaya başladı. Tahta Bekir, herkes uyuduktan sonra etrafı kontrol edip, Niyazi’nin başucuna gelerek üstünü örttü. Suskun Veli, Tahta’nın bu şefkatli davranışına şefkatle gülümsedi ve onu utandırmamak için uyuyor gibi yapmaya devam etti. Günler geçiyor ve Niyazi zayıflıyordu. Bir ara yaptığının saçmalık olduğu düşüncesine kapılıp ölüm orucunu bozmak istemişse de ilk günkü tartışmalarını hatırlayarak bundan vazgeçmişti. Sonraki günler hafiflediğini hissetmeye ve buna alışmaya başladı. Gücünü tasarruf etmeyi öğrenmişti artık. Fakat uykusunda konuşmaya başlamıştı. Herkes avluya çıkıp volta attığı sıralarda Suskun Veli ona refakat ederdi. Günün büyük bir kısmını uyumakla geçiren Niyazi istemeden de olsa ruhunu güçlendirmişti. Beden gücü azaldıkça ruh gücü artmıştı. Her şeyi farklı yönleriyle yorumluyor ve derinlemesine düşünüyordu.
“Ortada bir tohum var, içinde sır, o sırra ermenin tek yolu, biraz emek biraz sabır..”
Tahta Bekir:
“Bir şey mi dedin gardaş?”
“Ben bir mürekkebim Allah nurundan. Hata yapamam tek sayfam var.”
“Gardaş, iyi misin?”
“İyiyim Bekir Bey Teşekkür ederim. Bu durumda ne kadar iyi olunabiliyorsa o kadar iyiyim. Fakat yaşarken düşünmediğim şeyleri düşünmeye başladım. Sanki bir el, ruhuma dokunup farklı âlemlere uyandırdı beni.”
“İnsan açken yemekten gayrısını düşünmez amma sendeki hikmeti çözemedim…”
İkisi de sustuktan sonra Niyazi yine derin düşüncelere daldı. Tahta Bekir de ranzasına doğru giderken sigarasını yakmaya uğraşıyordu. Niyazi uykuyla uyanıklık arasında mırıldanmaya başladı. Suskun Veli de ranzasına uzanmış onu izliyordu.
“Uyumak! Rüzgârlı havada çam ağacı altında üşüyerek, düşünerek ama aldırmayarak hayatı, usulca yaslanarak bıçak sırtına, aniden dalarak uyumak!”
Tahta: “Suskun bu adama ne oluyor böyle?”
Suskun, başını yana eğip omuzlarıyla beraber kaşlarını kaldırdı.
“Uyumak! Yalnızlığı yorgan yaparak, birikmiş özlemini, hasretini ve daha nelerini alıp koynuna, hiçbir şeyi umursamadan uyumak!”
“Yahu bu adam geceleri uyumuyor muydu da uyumaktan bahseder oldu? Allah Allah!”
“Uyumak! Bir falcının söylediği kehaneti hiçe sayarak uyumak! Sonunu düşünmeden ama kahraman olmak için değil, zaten kahramanı olduğun hayatı inançla yaşayarak, ama kimseye kulak asmayarak bitap düşüp uyumak!”
“Yok Suskun yok! Bu adam ahrete köprü atmış şimdiden. Baksana şuna, gidip gidip geliyor. Oradan mı öğreniyor bunları anlamadım ki..!”
Uyumak! Yağmurlu havada, yorgan altı sıcacık düşlerle deliksiz uyumak! Tıpkı, yavru bir kedinin anne kucağındaki gibi yumuşak düşlere sarılıp uyumak!
Suskun, Avluya git Ketum Baba’yı çağır. Bunun dilinden anca o anlar.
“Uyumak! Karamsarlığı bir yana bırakıp, tüm iyi niyetinle girerek yatağa.. Hafif bir süt kokusunun mayhoşluğunu, bedenindeki gevşemeye katarak, bir kedi gibi masumane uyumak!”
“Ah be Niyazi, Ah be Niyazi! Ben isyan etmiyor muyum sanıyorsun bu muameleye. Kaç gardiyanın hastanelik olduğunu bir bilsen. Amma ne yaparsın, çaresiz boyun eğiyoruz artık. Nerde kaldı bu adam yahu!”
“Uyumak! İdeallerinin beşiğinde sallanarak, varla yokun arasında, yorgunluğun şerefine uyku kaldırıp, yastığa baş koyarak uyumak!
“Dayan Niyazi dayan! Seni bu hapishanede bir Ketum Baba anlar gardaşım, dayan!”
“Uyumak! Tüm sevdiklerinden uzakta ve herkesten habersiz ölüm tadında uyumak! Günün getirdiği fikirleri kuluçkaya yatırarak soğuk düşlerin terleten kâbusların ortasında çaresiz kalarak karanlığa göz yummak ve işte uyumak!”
“Hey Allah’ım! Suskun’u bilmesem muhabbete daldı diyeceğim amma konuşmaz ki bu adam.”
“Uyumak! Bir sancının biletiyle sonsuzluğa yol almak. Yılların uykusuzluğunu yırtarcasına işte, sen istemesen de uyumak kaçınılmaz. Bu yüzden dosdoğru ol ki o tatlı uykuya korkmadan dal. Uyumak kardeşim uyumak işte, bembeyaz!”
“Hele şükür! Geliyorlar işte!”
Ketum Baba, sade giyimi, yamalı da olsa, temiz elbisesiyle insanların içine huzur ve güven veren bir duruşa sahipti. Tahta Bekir, Suskun Veli’nin buyur ettiği Ketum Baba’yı saygıyla karşıladı. Ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturup selamını aldı. Sonra Suskun Veli’ye dönüp:
“Nerede kaldın yahu!” dedi.
Onu Ketum Baba cevapladı.
“Namaz kılıyordum Bekir oğul, onun bir kabahati yok. Saygısından, namazım bitene kadar beklemiş.”
“Anladım Baba. Ketum Baba şu ranzada yatan arkadaş Niyazi’dir. Kendisi yemekler kurtlu diye isyan etti ve iyi yemek çıkana kadar da ölüm orucu tutmaya başladı. Sonra da sayıklar oldu.”
Bu sırada Niyazi’nin alnında boncuk boncuk ter oluşmuştu ve yeni bir şeyler sayıklayacak gibi önce dudaklarını büzüştürdü, sonra da sayıklamaya başladı.
“Uyumak! Sonunu bildiğin bir hikâyenin, devamı neden olmasın ki diyerek, romanlaşmasını hayal ederek uyumak! Bir yavru kedinin masumiyetine gizlenmiş bütün saflığı, uykuda arayarak beklemek! Ve o an geldiğinde verilecek bir hesabın, sakladığın bir sırrın olmadığını bilerek, sonsuzluğa göz yumarak uyumak!”
“İşte Baba, yine sayıkladı. Bu aralar, hep bu şekilde sayıklar oldu Baba. Onun derdinden anlayacak bir sen varsın Baba. İcabına bakarsan bahtiyar oluruz.”
Ketum Baba, Arapça bir şeyler söyleyerek Niyazi’nin omzuna hafifçe dokunup onu uyandırdı.
Niyazi, Ketum Baba’yı karşısında görünce içinde bir sıcaklık hissetti. Bu şefkat saçan bakışlı adama biraz saygı göstermek istedi ve doğrulmaya çalıştı. Fakat vücudu hareketsizlikten uyuşmuş gibiydi. Tahta Bekir’in yardımıyla doğruldu ve mahmur gözleriyle Ketum babaya baktı. Önce, tanışıp konuştular sonra da birbirlerinin ilmini ölçer gibi sorular sorup cevap verdiler.
“Oğul, senin gibi bilgi sahibi bir insan böyle bir şirke nasıl göz yumabilir? İçinde inanç kırıntısı dahi kalmadı mı yoksa?”
“Hayata dair ne varsa attım çöpe. Şimdi dönüp çöpü karıştırmaktan utanıyorum Baba..”
“Hıçkırıkların dalga sesine karışınca anlarsın oğul, ıssız bir adada tek başına kalmışsın sen!”
“Her gece karanlığa hapsoldum Baba. Düşlerimin ipliğinde yürüdüm. Bir gaddar kesti ipliğimi. Düştüm gerçeklere kayboldum, anlıyor musun?”
“Kapılarını gündüze kapadığında, sığınağın aydır oğul.Gece, karanlık bir çalı dibine saklar yırtıcılığını, böyle bir anda ayın ışığında yol almak gerekir oğul..”
“Hiç su kayağı yaptınız mı Baba? Suyun üzerinde yürümenin zor olduğunu bilirsiniz; fakat sizi çeken ipi tuttuğunuzda, suda hareket etmeye başlarsınız. Bana o ipi uzatan olmadı. Sonra tüm hareketin kollarınızda olduğunu düşünürsünüz. Başta su yüzünüze ve vücudunuza sıçrar. Ama esasen yönü, ayakların hareketleri belirler. Hız arttıkça yön vermek zorlaşır. Ben o suda boğuldum işte Baba. Bana yardım etmeye çalışıyorsunuz anlıyorum; ama buna hiç gerek yok...”
Ketum Baba, hiç suratını ekşitmeden ayağa kalktı. Sabır etmek gerektiğini düşündü. Selam verip hücreden ayrıldı. Bu sırada Niyazi, yorulduğunu hissedip uyumak istedi. Ancak ruhunun okşandığını hissedebiliyordu.
***
Niyazi’nin oruç tuttuğu günden bu yana iki hafta geçmişti. Bu sıralarda Ketum Baba her gün Niyazi’nin yanına uğruyor. Onun gönlünü yumuşatmak için elinden geleni yapıyordu. Tahta Bekir Niyazi’nin sayıklamasını bekliyor ve Ketum Baba’yı çağırmak için fırsat kolluyordu. Onların bu sohbetinden anlamadığı bir lezzet almıştı. Sanki Niyazi’nin sayıklamaları sohbet çanları gibi Tahta Bekir’i sevindiriyordu artık.
“Uyumak! Yağmur sesi ve toprak kokusuyla karışan havada ıslanmak isterken gözyaşına bulanmış yastık kokusuyla uyumak! Yağmurda ıslanan serçenin, bulduğu kuru yerde, titreyerek gözlerini kapattığı gibi yağmura göz yumarak uyumak!”
“Suskun gardaş! Koş Ketum Baba’ya haber ver. Yine sayıklamaya başladı Niyazi.”
Ketum Baba, yorgun yürüyordu. Sanki geceleri hiç uyumuyor gibi bir hali vardı gözlerinde. Bir şeye ulaşmak için gece gündüz çalışan insanlar gibi yorgundu. Niyazi’nin hücresine geldiğinde Tahta Bekir ve Suskun Veli’nin yardımıyla ancak oturabildi. Tahta Bekir, Ketum Baba’yı yorduğu için kendini suçlu hissetti. Bekir, Niyazi’nin koluna besmele çekerek dokunup, onu uyandırdı. Niyazi Ketum Baba’yı görünce selamlayıp güler yüz göstermeye çalıştı. Ketum Baba, sözlerini şefkatle, tebessüm ederek söylemeye devam etti.
“Derler ki ney inler, ama yurdundan kesip içini kızgın şişle dağladıklarını çoğu bilmez. Hem ne şiştir o! Âşığın bağrında dolandı mı âşık, daha daha diye yalvarır. O yara kabuk bağladı mı, ne tatlı bir acıdır kabuğu kaldırmak oğul. Ya aşkla yanarsın ya çileyle. İkisi de olgunlaşmaya atılan bir adımdır oğul. Görmek için başını çevirmene gerek kalmaz. Ateşin içindesindir artık oğul.”
“Birilerinin ne dediği ya da ne düşündüğünün bir önemi olmamalı hedefine giderken Baba. Biz oku çoktan yolladık, canını seven aradan çekilmeli artık...”
Ketum Baba, başını önüne eğdiğinde, bir şeyler mırıldanır gibi dudaklarını oynatırken, şunları söylüyordu.
“Beni affet yüceler yücesi; ama senden başka kimseye geçmiyor ki nazım. Sen bu gencin gönlüne nurundan bir parça sürsen, rahmetinden zerre eksilir mi ya Rabbim.”
Ketum Baba, yardım alarak yerinden kalktı ve hücresine götürüldü. Niyazi Ketum Baba’yı kırmak istemiyordu. Üzülerek yatağına uzandı. Ertesi gün Tahta Bekir ve Suskun Veli Gözleri bendini aşmak isteyen sel gibi dolu dolu Niyazi’yi uyandırdılar. Niyazi uyandığında Ketum Baba’yı göremeyince Tahta ve Suskun’un yüzlerinden durumu anlamıştı.
“Baba öldü mü?” dedi boğazı düğümlenerek.
Suskun Veli, başını salladı ve yarım saat boyunca, öylece ağladılar. O gece Niyazi terlemeye başladı. Zayıf vücudu eriyordu sanki. Sayıklamaları da artmıştı. Ketum Baba’nın ölümü onu derinden etkilemişti. Siyah iplik ve beyaz iplik ayırt ediliyordu artık. Her şey yüzünü gösterirken tüm büyü ve esrarengizlikler, yerini güneş banyosuna hazırlanan tabiata bıraktı... Odanın ışığı gayet iyi fakat bu hüznü hiçbir şey aydınlatamaz oldu...
“En sevdiği oyuncağıyla oynarken onu kıran çocuk, en sevdiği insana neler yapmaz ki?” diye düşündü Niyazi.
“Sensiz uyku bile yanaşmıyor yatağıma. Bozuk musluk gibiyim. Ne akıyorum ne duruyorum. Damlıyorum, uçsuz bucaksız hayallerimden, bu acı gerçeğe. Aklım almıyor gidişini ve yine damlıyorum Baba. Ve yine! Kendimi intihar ediyorum her damlayışta bu acı gerçeğe..”
Niyazi yaptıklarından pişmanlık duymaya başlamıştı. Ziyaretçilerinin gelmemesi de büsbütün artırmıştı yalnızlığını. Düşüncelerini okuyabilen, ruhunu okşayan insan yoktu artık. Orucu ne sebeple tuttuğunu bile umursamıyordu. Tek gayesi Ketum Baba gibi ebedi hayata göç etmekti. Yaşamak için sebebinin kalmadığını düşünüyordu ve bu yüzden şekerli suyu da kesip ölümü içmeye hazırlanıyordu. Gözünü kararttığı sırada Tahta Bekir’in tespihiyle halayın başını çeker gibi güle oynaya geldiğini fark etti. Elinde bir şişe su ve bir parça ekmek getirdiğini görünce şaşırdı. Tahta Bekir, elindeki su şişesini ve ekmeği uzatırken:
“Al gardaş al! Ye, gücünü topla! Af çıktı af!”
Niyazi, saniyeler içinde dalıp, hayatını film şeridi gibi geçirmeye başladı gözünün önünden. Her şeyi unutup yepyeni bir hayata başlama kararını alıyordu. Ketum Baba’nın sözleri ışığında, hayatını doğru bir şekilde yaşamayı düşünüyordu artık. İçinde bilmediği bir sevinç oluşmuştu. Yaşama sevinciydi bu. Liman Bey ve Kemer, af çıkacağını hesaplayamamışlardı. Bu onlar için beklenmedik bir sürpriz olmuştu. Niyazi’nin, görevlerini tehlikeye atacak bir şey yapmasından korkuyorlardı. Oysa Niyazi yeni bir hayatın düşünü kuruyordu sadece. Tahta Bekir Niyazi’yi düşünceli görünce:
“Hayırdır gardaş, ne düşünüyorsun derin derin?” dedi.
“Özgürlüğü düşünüyorum Bekir Bey, bir kuşun kendini rüzgârda serbest bıraktığı gibi...”
“Sonra düşünürsün onu. Hadi ye, ekmeğini ye! Can boğazdan gelir!”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.