ZZ Bir İnşaat Avaresi ZZ
Bir yaz mevsimi, babam Osmaniye’de TOKİ inşaatı için ilk defa taşeronluk yapacağı işi ortağıyla almıştı. O yıl üniversiteyi kazanamadım ve kendimi işe yaramaz hissetmemek için babama yanında çalışmayı istediğimi söyledim. Osmaniye’ye gittim ve babamla buluştum. İnşaat yerinde ihtiyacım olacağını düşünerek süngerden bir döşek, ona uyan bir kılıf, rahat dolaşmam için bir çift terlik ve buna benzer şeyler aldı. İlk defa babamın yanında çalışacağım için biraz heyecanlıydım. İş arkadaşlarını ve çalışma ortamını çok merak ediyordum. Çuvalın içinde bir yığın eşyayla dar bir sokakta, döküntü bir minibüsün yanında bekliyorduk. İnşaat alanına saat başı hareket eden bu döküntü minibüs ile gidip geliyorlarmış. Minibüsle zor bela şehrin dışına yakın bir bölgesine kadar gittik. İnşaat alanına girdik ve birkaç saat başka bir inşaat ekibinin çadırında misafir edildik. O akşam babam ve ekibi yeni çadırın iskeletini kurdular. Brandayı iskeletin üzerinden güçlükle geçirdik. İplerini birleşme yerlerinden bağladık. Çadırın içine yabani hayvan ve böcek girmesi tehlikesine karşı da etrafını yarım metre yüksekliğinde toprakla çevirdik. Toprağın çökmesi ve sertleşmesi için suladıktan sonra el birliği ile çadırın içindeki yabani otları küreklerle kazıdık. Ardından süpürüp suladık ve birkaç saat sonra da ranzaları içeriye taşıyıp vidalamaya başladık. Ben kapı dibindeki ranzanın üst kısmında yatacaktım. Babam da benim ranzamın alt kısmında yatacaktı. Yerleşme işleri bu şekilde tamamlandıktan sonra dışarıdan getirdikleri tahtalarla ortaya bir masa yaptılar ve ilk çayımızı o akşam içtik. Ranzama uzanıp çantamdan çıkardığım bir kitabı okumaya başladım. Kitap okuduğumu gören işçiler bakışlarını üzerime çevirmiş hayranlıkla beni izliyorlardı. Bunun farkına varsam da kitabı okumaya devam ettim.
Sabah saat 8’e kadar kahvaltımızı yapıp 8’de işe başladık. İşimiz duvar örmekti. Kamyonlarla gelen tuğlaları indiriyorduk. Çalışkan olduğumu babama göstermek için parmaklarımı tuğlalara geçiriyor, tek seferde 8 tuğla birden taşıyordum. Hala ismini ezberleyemediğim işçiler vardı. Ahmet’le iyi anlaşmıştık. Zayıf, orta boylu ve oldukça esmer biriydi. Tuğlaları 7 katlı binaya taşımamız gerekiyordu. Bunun için babamın kurduğu elektrikli inşaat asansörünü kullanacaktık. Daha önce benzinle çalışanlarını görmüştüm fakat bu daha kullanışlı ve gürültüsüzdü. Asansörü Mehmet kullanıyordu. Yeşil gözlü, buğday tenli, kilolu, orta boylu biriydi. Ahmet ve ben, tuğlaları, demirden yapılmış büyük bir sepetin içerisine yerleştiriyorduk. Mehmet de asansörün kolunu ileri itip üst katlara tuğla çıkarma işini yürütüyordu. Tuğla dolu sepeti uzun demir bir kanca yardımıyla Halep ve Yasin isminde iki amca çocuğu kendine çekiyor, Mehmet de asansörü kata indiriyordu. Bu şekilde tuğlaları tüm katlara dağıtmıştık. Babam ustaların boş durmaması için ilk katların malzemelerini öncelikli çıkartmıştı. Ustalara harç yapıp tuğla dağıtma görevini her konuşmasında kahkahayla gülen, tombul yanaklı, şişman, ayağında lastik ayakkabı, onun üstünde siyah şalvar ve enine çizgili bir tişört giyen Ahmet Abi üstlenmişti. Ahmet Abi çok sempatik bir adamdı. Kabarık bıyığı ve başına küçük olan ucuz şapkasıyla insana çok komik gelen bir yüzü vardı. Benimle en çok ilgilenen o’ydu. Neyi nasıl yapmam gerektiğini öğütleyen babacan tavırlı fakat oldukça hassas kalpli biriydi.
Akşam saat 5’i gösterdiğinde herkes yemekhane çadırına doğru gidiyordu. Yemeğimizi yedikten sonra babamın da herkes gibi çadırda olması gerekiyordu. Duvarını ördüğümüz binanın yanına gittim ve babamı kum elerken gördüm. Güneş batana kadar kum elemeye devam etti. Anlaşılan babam işlerin hızlı yürümesini istiyordu. Sonuçta ilk defa taşeronluk yapıyordu ve zarar etmekten korkuyor olmalıydı. Ondan sonraki her akşam güneş batana kadar kum eleme işini ben devraldım. Babamın patronluğuna toz kondurmak bana yakışmazdı çünkü.
Akşamları Mehmet, Halep ve Ahmet sigara kartonlarını yanlarına koymuş, ışığı olan bir inşaat katında babamlardan gizli gizli sigarasına kâğıt oynuyorlardı. Ben ve Yasin de oyunun seyircileriydik. Mehmet’in önü sigarayla dolardı ve genellikle Halep oyunda kaybeden taraf olurdu. Bu yüzden Mehmet ve Halep’in arası pek iyi sayılmazdı. Halep küçük şeylerden tartışma çıkartırdı hep. Çadıra döndüğümüzde babama biraz dolaştık desek de o başka şeylerin döndüğünden haberdar gibiydi. Ustalardan Osman Abi ilgimi çekmişti. Herkesin tipine ve karakterine dair şiirler yazıyordu. Tuhaf adamdı doğrusu. Keldi, geniş ve temiz bir yüzü vardı. 1.80 m boylarında iri yapılı bir adamdı. “Benim hakkımda da şiir yazar mı acaba?” diye merak ediyordum. Fakat istek parça ister gibi de “Bana şiir yazar mısın?” demeye çekiniyordum. Akşam çay içerken babam başından geçen bir hikâye anlattı. “Bir gün inşaatta duvar örüyordum ama tuğla yerine ytong kullanıyorduk. Ytong çok hafif bir malzemeydi. Duvarı henüz sabitlememiştim ama boyumu geçecek yükseklikte örmüştüm. Tam o sırada duvar üzerime doğru devrilecek oldu. Tuttum duvarı, kaldırıp yerine koydum. Bu ytong gerçekten de çok hafif bir malzemeymiş ama yalıtımı da iyi diyorlar.” Daha sonraları ytongun içini oyup bir yağ tenekesinin içerisine koyup, kömür yakarak üzerinde çay kaynattıklarına şahitlik etmiştim Urfa’da. Yine Maraş’ta tuğlanın deliklerini yontup, ısı telini yontulan deliklerden zikzak şeklinde geçirerek, tuğlayı elektrikli bir ocağa dönüştürdüklerini gördüm. Şu inşaatçılar pratik adamlar doğrusu. İhtiyaç halinde ellerindeki malzemeden yararlanmayı iyi biliyorlar.
Öğleye doğru işçiler susamıştı. Babam yemekhanedeki dolaptan su alıp gelmemi istedi. Üç şişe su ile dönerken yeni yapılmakta olan binadan bir işçinin düştüğünü gördüm. Hemen oraya koştum ve kucağımdaki soğuk su dolu şişeleri, düşen gençle ilgilenen ustalara uzattım. Gencin ağzı burnu kan içindeydi. Dudağı da yarılmıştı sanırım. Babamın yanına gidince olayı anlattım. Bazı ustalar “Bu inşaat alanında önceden mezarlık varmış, o yüzden de sürekli iş kazası oluyor.” bazıları da “Bu inşaat yapılmaya başlanırken kurban kesmemişler. Hep o yüzden kaza oluyor.” dedi. Onları bilmem ama ben dikkatsizliğin sebep olduğunu düşünüyordum bu kazalara.
Akşam çadırda çay içerken babam bir hikâye anlattı yine. “ Bir gün bir usta ve bir işçi inşaatta çalışıyorlarmış. Usta da işçi de hemen hemen aynı işleri yapıyorlarmış. Ancak usta, işçinin iki katı maaş alıyormuş. İşçi bu durumdan şikâyet etmiş ve patrona durumu anlatıp aynı maaşın neden kendisine de verilmediğini, onun kendisinden ne farkı olduğunu dile getirmiş. Patron ustayı da yanına çağırmış. Her ikisinin eline de birer mala ve yumurta vermiş. “Hadi bu malanın sapında yumurtayı durdurun.” demiş. İşçi, çok uğraşsa da malanın sapında yumurtayı durduramamış ve yumurta düşüp kırılmış. Usta, malanın sapını harca batırıp çıkarmış ve üzerine de yumurtayı koymuş. Yumurta düşmeden malanın sapında durmuş. Patron, “Gördün mü şimdi aranızdaki farkı?” demiş işçiye. İşçi de bundan sonra şikâyet etmeden işine devam etmiş.”
İş arkadaşlarım hafta sonları izin alıp geziyorlardı. Bense, babam kazansın diyerek her gün çalışıyordum. 15 gün hiç izin almadan çalışmıştım ve o gün babama elbiselerimin kirlendiğini, hem dinlenmem hem de elbiselerimi yıkamam gerektiğini söyledim. Ne kadar söylesem de kâr etmedi. Babam, gerekirse kendi elbiselerini verebileceğini ve çalışmam gerektiğini söyledi. Çaresiz kalmıştım, babama karşı gelmedim, gidip aynı elbiselerle çalıştım. Babam, çok yorulduğumu düşünerek, sadece ileri ve geri hareketlerini yapmaktan ibaret olan asansörü kullanma işini o gün bana devretti. Öğleye kadar kusursuz bir şekilde ileri ve geri yaparak asansörü kullandım. Çok yorgun olduğum için ara sıra dalıyordum. Öğlen yemeğe gittik. Yemekten sonra 1 saat kadar istirahat ederdi herkes. Ben erkenden çıkıp asansöre monte edilmiş sıraya oturdum. Kum, yukarı çekilmeye hazır bekliyordu. İş arkadaşlarım yukarı çıkana kadar kumu yukarda hazır bekletmeyi istedim ve kolu ileri ittim. Tam bu sırada Ahmet’in geldiğini gördüm. Ahmet geldi ve konuşmaya başladık. Asansörün kolu hâlâ ileri itikti. Ne olduğunu anlamadan üzerine oturduğum asansör deprem olurcasına sallanmaya ve yukarı doğru hareket etmeye başladı. Panikle kolu aşağı indirdim fakat üzerinde tonlarca ağırlık olan asansörün düz metal kısmı ayağımın üzerine oturdu ve başım dönmeye başladı. Kendimden geçer gibi oldum ama son bir hamleyle kolu tekrar ileri itip ayağımı kurtardım, tekrar kolu geri çekip her şeyi durdurdum. Ayağımda beyaz ve sağlam bir spor ayakkabı vardı. Onun sayesinde, bereket versin ki ayağım parçalanmadı ama o sancıyla kendimi yere atıp inlemeye başladım. Tüm bunlardan sonra babamın beni sakinleştirmesi gerekirken, söylediği sözlerden sonra daha da kötü oldum. “Sen hep bu çenen yüzünden kaybediyorsun! Sana demedim mi inşaat işi dalgınlığa gelmez diye! Sen çok konuştuğun için…” o dakikadan sonra babamı duymuyordum. Hemen ayakkabımı çıkardım, ayağım anında morarmaya ve şişmeye başladı. Ahmet bir şişe dolusu soğuk suyu ayağıma boşalttı ama nafile. Hemen koluma girdiler ve çadıra götürdüler. Sigorta girişim için eksik evrakların Adana’dan gelmesini bekliyorduk o günlerde. Sigortam olmadığı için şantiyedeki görevliler, sigortasız işçi çalıştırmaktan dolayı olası bir dava açılmasından korkuyorlardı. Bu yüzden beni tembihlediler. “Bak oğlum! Kim sorarsa, ayağına ne oldu derse, merdivenlerde mobilya taşırken ayağıma düşürdüm diyeceksin tamam mı koçum!”
Şantiyeye ait jeepe bindik ve Osmaniye devlet hastanesini yolunu tuttuk. Yol o kadar uzun geldi ki bir ara içimden “kötü şekilde yaralanmış bir insan olsa hastaneye varamadan ölürdü herhalde.” diye söylendim. Hastanede olayla ilgili herhangi bir soru sorulmadığı için mutluydum. Ayağımın filmini çekeceklerdi. Görevliye “ Bu filmde Cüneyt Arkın oynuyor mu?” diye sordum gülerek. O da “ Yok ama bir dahakine senin için çağırırız.” dedi espriyle. Ben de “Bu seferlik böyle olsun bakalım.” dedim ve tepegöze benzeyen bir cihazın altına ayağımı koydum. Ayağımın altında dikdörtgen şeklinde plastik bir parça vardı. Ben ayağımın makine tarafından ilerletildiğini sanıyordum ama plastik parça kayıyormuş. Doktora durumu anlattım. Sorun olmaz dedi de rahatladım anca. Aynı filmi ikinci kez Cüneyt Arkın’sız çekmek de olmazsı hani. Beni müdahale odasına götürdüler. Uzandım ve yan tarafımdaki yaralıyı seyre koyuldum. Motosikletle sürat yapan bu genç, kaza yapmış ve metrelerce sürüklenmiş, dili ve dudağı yarılmış, dişleri dökülmüş suratı da sıyrılmıştı. Doktor, gence “Oğlum bak bu saf su, ister iç ister tükür.” dedi. Genç, dudağı sarkık bir şekilde bir şeyler mırıldandı ama konuşacak hali yoktu. Belki de bu yüzden motosiklet kullanmaya pek hevesli değilim. Bu sırada ayağımı alçıya aldılar. Kısa bir süre içinde alçı kurudu ve tekerlekli sandalyeye bindirildim. Koridordan jeepe doğru giderken ayağımın filmini çeken görevli “Hadi iyisin yine, mahallendeki kızlar şimdi senle daha çok ilgilenir.” dedi gülerek.
Şantiyeye döndüğümüzde Osman Abi, bir kâğıda benim için bir şiir yazmış olduğunu söyleyerek kâğıdı bana uzattı. Kâğıtta şu dizeler yazılıydı:
TEK AYAKLI
Kara kaşlı kara gözlü
Birazcık da doğru sözlü
Bu aralar asık yüzlü
Şimdi kaldı tek ayaklı
Hem çalışkan uzun boylu
İş erinmez güçlü kollu
Belli olmaz sağı solu
Şimdi kaldı tek ayaklı
Osman Usta
YORUMLAR
Çok temiz bir diliniz var. Cümlelerinizi titzlikle seçtiğiniz belli.
Gülümseten bir anı okuduk. Belki ilerde duygusu daha güçlü yazılar da okuruz sizden. Elinize sağlık.