- 603 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Biraz Öyle, Biraz Böyle…
Kahverengiyi hiç sevemedim kahveyi sevdiğim kadar. Ama sevmediğim ot burnumun dibinde biter, direğini sızlatır ya kahverengi yaşıyorum bu sıra… “Nasıl yaşanır kahverengi?”, aslında bilmediğim yerden geldi soru, soruyu duymadan parmak kaldıran ben…
Küçükken de böyleydim. Hep parmak kaldıran ve mutlaka diyecek bir şeyleri olan ukala çocuk müsveddesi. Müsvedde deyince geldi aklıma; üzerine bir şeyler yazılıp çizilen, karalama yapılan, sıkıldığında gelişi güzel çizgiler atılan, kimi zaman uçak yapıp, kanat takılan, kimi zaman en küçük boşluğu bile aranılan, fazlalığında savrulan, azlığında en çok ihtiyaç duyulan, bazen iki kişi arasında haber güvercini olan ve her bir hücresine kadar kullanıldıktan sonra, bilinçli ellerce geri dönüşüme, bilinçsizlerce çöpte bir köşeye atılan ve belki insaflıysan bırakılan kağıt parçası… Herkes gibi hayatımın bir köşesinde ben de müsvedde oldum. Ama bu çocukken değildi, aksine bilincin en ayyukta, en ayıkta kendini hissettirdiği zamanlardaydı. Şimdi ise düşünüyorum birileri mi müsvedde yaşamlar yaratır, kendin mi yaşamını müsveddeye çevirirsin… Bir tarafı dolu da olsa, pür-i pak da olsa- hani geçmişte anı defterlerine yazdığımız “kalbim kadar temiz sayfa” benzetmesindeki gibi -, sanırım tek çizgi yeterliydi müsvedde ilan edilmek için. Çizgiyi ilk kim attıysa ihale onda kalırdı. Atanda mı, attıranda mı suç, aranmaksızın… Sonra, kenara itelenen dolu sayfanın yerine yine kalbimiz kadar temiz bir diğerini geçirirdik. Peki kalbimiz o kadar temiz değilse, müsvedde olmak için tüm şartları yerine getirmiş mi olurduk?.. Üzerimize attığımız çizikler ve karalamaların altındaysa temiz sayfa, temiz değildi sanıldığı kadar oysa. Çizik ya bu, biraz da bastırarak işlettiysen tenine, rengi olmayan, belki adı kalmayan bir iz bırakırdı. Kimi zaman bu izlerin üzerinden geçerdik yine ve yine, kimi zaman paralel eksenlerde kesişme noktalarını yaratırdık… Güzel bir konu çıkarmış aslında müsveddeden, bunun üzerinde kelime harcamaya değer… Lakin kelimelerin geldiği yerde daha niceleri sıralarını bekler. Ama bu yazı için müsvedde yaşamım şimdilik yeter…
Soruyu duymadan parmak kaldırırdım dedim müsvedde öncesi. Her zaman diyecek bir şeylerim olurdu, doğru ya da yanlış. Çünkü önemli olan ne söylediğim değil, söyleyebildiğimdi. Zamanla üç yanlış bir doğruyu götürmeye başladıkça anladım, yanlışların doğrulardan nefret ettiğini. Ama doğrular en kuvvetliydi. Çünkü doğrumu, doğrudan götürmek için üç yanlışa ihtiyaç vardı. Üçe bir, adalet aramıyorum burada. Ama kum saatinin her dönüşünde akan tanecikler, beraberinde hayatsal hayasız dersler de getiriyorlardı. Zaman aktıkça, bilinç aydınlandıkça ya da belki aydınlık karanlığa çıktıkça, yanlışlar güçlendi, doğrular zayıflarken… Tek yanlışın kılıcı kınından çıkmaya görsün, boyunlarından ayrılmış doğruların ölü bakışları sarardı çevreyi. Canlı yanlışlara karşılık, ölü doğrular tercih edilmez olurdu tabii. Gramofonda çalan taş plağın hışırtısından da hışırtılı seslerle inlerdi dosdoğru doğrular… Ama yine de hep parmak kaldırdım, soruyu duymasam da, çünkü her zaman diyecek bir şeylerim olurdu, tek fark artık söyleyebilmekten öte ne söylediğime önem verirdim. Yanlışsa, giden doğrulara elveda, doğruysa orduya bir asker daha… Ama kötü olan yanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu benim bilmeme rağmen, diğerlerinin kendilerince bir anlam yüklemesiydi. Bu anlamda çoğu zaman diğerlerinki benimkiyle sevişmedi… Yani sonuç itibariyle askerlerimden birisi birden diğerlerinin kafasını uçuran yanlışlara dönüşebiliyorlardı. Ama yine de susmayı hiç bilemedim ve o parmak hep havada kaldı. Ne zaman nerede konuşulmalı ya da susulmalı?.. Hep yanlış zamanlarda, yanlış yerlerde, yanlış sözcükler ettim, bana hiç de öyle gelmese de. Susmam gereken yerde susamamak, susadığımda içecek su bulamamak kadar çok yakardı içimi - di’li geçmiş zamansız da öyle – Sonuçta hep konuştum, konuştukça sustum. Bir ben oldum duyulmak isteneni konuşan, bir ben oldum gerçekten kendime ait sözcükleri susan… Ve böyle giderse belki bir gün kusan… Baktım olmuyor, susturucu taktım kendime. Ben yine konuşuyorum ama sesim ulaşıyor sadece duymak isteyene…
Soruyu duymadan kaldırdığım parmağımın cevabıdır bu: Nasıl yaşanır kahverengi? Biraz öyle biraz böyle, ebruliden hallice…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.