- 1221 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PERVANELER VE RENKLER 1
*Özüm özünü sevdi
Gözüm teni görmedi
İçtim aşk şarabını
Dudak kadehe değmedi*
Ve nihayet günde beş defa O’nun huzuruna çıkıp “beni sevdiğini” söylemendi tüm çabalarım.
“Ey Sevgili Meryem…
Seni sevip sevmediğimi söylemeyeceğim. Ama sevgiyi öğretebildim sana sanırım. (___ne kadar öğretebildiysem). Dilerim kalbimden kalbine akan tüm bu güzellikler, orada yeşerip meyve verir o zaman. Böylece ne sen bende kaybolacaksın, ne de ben sende. Sen beni kendinde, ben seni kendimde bulmuş olacağım. O zaman hiç ayrılmayacağız. Sakın sevgimle seni tuzağa düşürdüğümü sanma. Sevgi hayatın hem çekirdeği hem meyvesidir. Bir ağaç, meyvesiyle seni kendine çağırıyorsa bu bir aldatma sayılmaz. Unutma ki, ağaç meyvesine çağırır, kendisine değil.
Ey sevgili..
Sen bir sığınak arıyorsun, ama ben durulmaz bir fırtınayım. Sen kendinin sakini olmak istiyorsun, ama ben evrenin sakini olmak istiyorum. Sen olmayacak bir barışı arıyorsun, bense tüm kötülüklerle savaşmak istiyorum. Sen küçücük bir çocuksun, ama ben küçükken çok büyüdüm. Sen dünyadan kopup yıldızlara sığınmak istiyorsun, bense kendimi yeryüzüne karşı sorumlu tutuyorum. Sen aydınlığa kaçmak istiyorsun, ben karanlıkları aydınlatmak istiyorum. Sen bir ağacın gölgesine sığınıp yaşamak istiyorsun, ben ülkemi arıyorum. Yolları aydınlık, insanları ümitli ve huzur dolu bir ülke. Sen bende kaybolmak istiyorsun ama ben seni kaybetmek istemiyorum.
Sakın unutma. Kalbim paylaşılamayacak kadar senindir. Seninle bile paylaşılamayacak kadar… Ama bilmiyorum sen bu kadar bende misin?
Lütfen kendini ara, beni arama…
Kendini yok bil, kemâl ancak budur,
O’nda yok ol, kavuşmak işte budur!.."
Hoşça kal…
Erva”
***
- Söylenmesi uzun ve belli hadiseleri anlatmayacağım. Hayatımı meydana getiren bütün şeylerin anlatılması, hayatımda geçirdiğim günleri anlatmak kadar uzun olur. Fakat sana, yetilerin boşuna zenginliğiyle şaşkına dönmüş, daha yaşamadan solup gitmiş, ümitle yıpranmış, belki de fazla güç yüzünden aciz bir duruma düşmüş zavallı bir kalbin hikâyesini anlatacağım.
Melisa’yı anlamamakta direnen ve pek de alaycı hareket eden Damla cevap verdi:
- İşte seni, acınacak derecede gülünç duruma düşüren ve çok gerilerde kalan o küçük masum kız tarafın. Ah Melisa, sen kendi kendine yetinmeliydin. Kafanın o verimli kabiliyetini, daha iyi takdir etmek için hadiselere şiir katmaya çalışmalıydın, ya da hayallerine… Çünkü bunları yapmadıktan sonra ışığın sana ne gibi yararı dokunabilir?
Melisa acı bir ifade ile:
- Hakkın var insafsız kadın! Ben bütün bunları bilmiyor muyum sanki. Evet, bunlar benim kusurumdur, işaret ettiğin gibi belki de hastalığımdır. Lakin sana gelip de kendimden şikâyet edince benimle alaya başladın. Baştanbaşa hasta ve zayıf bir kuşağın ıstırabını içinde yaşayan pek adi, pek bayağı bir tip olduğum için kendimi horluyorum ve cezalandırıyorum. Sen de beni hor görmekte devam ediyorsun. Sen insanı böyle mi teselli edersin?
Bu sözleri umursamayan Damla gülümseyerek:
- Affedersin Melisa! Devam et sözlerine. Dedi.
Melisa tekrar anlatmaya başladı:
- Çocukluğum ifade edilemeyen bir hayatın hatıralarından ve izlerinden ibaretti. Babamı henüz daha sekizimde kaybettikten sonra kısa bir süre sonra annem tarafından da terk edildim. Akabinde yetimhaneler, varoşlar… Gençliğim, böyle köpek nefisleri mutlu ederken ne şefkati tanıdım ne de cesareti… Nefretim önce kendimeydi lakin kendimle yüzleşme cesaretim de yoktu. Hayatım; şehrin karanlık sokaklarının solumalarına etimin pahalı zevkini sunmakla geçerken yağmurlu bir gecede kendimi bir eve attığımı hatırlıyorum, çok sarhoştum. Tüm gece boyunca uyumuşum, ancak sabah kendime gelebilmiştim. Kafamda dayanılmaz bir ağrı vardı, sersem gibiydim. Mecalsiz gözlerimi odada gezdirdim. Odada bir kanepe, birkaç sandalye ve masa, masa başında da genç bir adamdan başka hiçbir şey yoktu. Oldukça sade bir evdi. Gözlerimi şaşkın bakışlarla genç adama diktim. Konuşacak halim bile yoktu:
“-Neredeyim ben? Siz kimsiniz?” Dedim
“- Demek uyandın. Benim adım Erva. Burası da benim evim. Ya sen… Adını bağışlar mısın?”
“- Şey… Melisa.”
“-Melisa?”
“-Asıl adım Meryem, ben çocukluğumdan beri Melisa ismini kullanıyorum ve herkes beni öyle biliyor. Hem Melisa kulağa daha hoş geliyor…”
Genç adam masanın başından kalktı mutfağa ilerlerken seslendi:
“- Sana bir kahve yapayım da kendine gel. Sende soğuk suyla bir duş al istersen. Hala sersem gibisin.”
Bir süre sonra kahvelerimizi yudumlarken biraz olsun rahatladığımı hissettim. Tüm bedenimi gösteren ince ve dar elbiseyi düzeltmeye ve üzerimdeki yabancılığı atmaya çalışarak:
“- Dediğim gibi benim adım Melisa. Söyler misiniz burası neresi?”
“- Şu anda Çamlıca’da mütevazı bir evde bulunmaktasın… Dün gece neler olduğunu hatırlamıyor musun?”
“- Çok içtiğimi hatırlıyorum o kadar…”
“- Evet, kapıyı sana açtığımda çok sarhoştun. Kapıyı açar açmaz bana söylediğin ilk söz şuydu:”- Ben sana Tanrı’nın hediyesiyim”…”
“- Peki ya sonra?” Dedim.
“- İşin doğrusu ben Tanrı’dan böyle bir hediye beklemiyordum. Şaşırdım bir an. Gerçeği arayan bana, senin gibi bir serabın gösterilmesi doğal gelmedi açıkçası. Ben bunları düşünürken sen de şu yattığın yerde sızıp kaldın zaten.”
“- Dün geceden beri yerde mi yatıyordum?” Diye sordum şaşkınlıkla.
“- Evet, düşüp sızdığın yerden kaldırmadım. Bilir misin, hem seraba dokunulmaz. Bütün gece Tanrı’nın seni almasını bekledim. Ama görüyorsun ki hala gelmedi. Sahi söyler misin sen hangi Tanrı’nın hediyesisin böyle?”
Sitem dolu bir utangaçlıkla:
“- Lütfen benimle alay etmeyin.” Dedim.
O, gülümseyerek:
“- Alay etmiyorum. Sadece seni anlamaya çalışıyorum.” Dedi.
“- Dün gece için özür dilerim. Arkadaşlarla yaşadığım bir çılgınlıktı o kadar. Çok utanıyorum.”
Bir an durakladı ve gözlerimin içine bakarak:
“- Sen şimdi dün geceyi ve senin hakkında ne düşündüğümü merak ediyorsun, değil mi?”
“- Biraz öyle…”
“-Hiç… Hiçbir şey düşünmedim ve sana hiç dokunmadım.”
“- Neden?”
“- Özel olarak hiçbir insan üzerinde düşünmem pek. Bir de sana çaresizliğinde dokunmayı kendimle bağdaştıramam.”
“- Gecenin bir yarısında kapını çalıp da, evinde yatan genç bir kadın olsa bile mi?”
“- Evet…”
“- Çok garip bir insansın.” Demekle yetindim sadece.
Melisa gülümseyerek konuşmasını sürdürdü:
Sohbet giderek koyulaşıyor, ömrümde hiç duymadığım şeyleri Erva’dan dinliyordum şimdi. Her geçen zaman beni daha da samimileştiriyor ve Erva’ya hayranlık duymaya başlıyordum…
“- Söylesene…” Dedi Erva: “- Söylesene, maskeli bir balodasın… İnsanlara baktığında gerçek yüzlerini tanıyabilir misin, mümkün müdür sence?”
“- Tabi ki hayır.”
“- İşte şu toplumda gördüğün birçok insan ve sen… Hepiniz maskelerinizle yaşıyorsunuz. Şu toplum maskeli bir balodan farksızdır bence. Hem de zamana, kişilere ve olaylara göre her an değişen maskelerin kullanıldığı bir balo… Bu yüzden pek anlamlı gelmiyor bana insanlar üzerinde düşünmek.”
“-Kendini soyutluyorsun insanlardan.”
“- Öyle de denilebilir. Zaten toplum ferdin en büyük düşmanıdır bence. Bu yüzden insanlardan hiçbir şey almamayı yeğliyorum. Buna rağmen her şeyimi vermeye hazırım onlara.”
“- İnsanların sevgisini de reddeder misin?”
“- En başta onu… Bugünün sahte sevgileri, bir insanın kalbini yaralamak için seçilen en tehlikeli yoldur.”
“- Ama insan hiç sevilmeden yaşayamaz ki…”
“- Bunda yanılıyorsun. İnsan sanıldığının aksine sevilerek değil, severek yaşar. İnsan sevilmek ihtiyacında olan zayıf bir varlık değildir. Tüm sorunumuz sevmekte…”
“- Sevdiğin halde sevilmiyorsan?”
“- Sevilmek senin değil seni sevenin sorunu… Sevmek, bir insanı kendi içinde hissetmendir. Anlayabiliyor musun? Sevmek seni zenginleştirir, sevilmek değil. Bunu evreni kapsayacak şekilde de düşünebilirsin.”
“- Nasıl yani?”
“- Evrensel anlamda sevmek kâinatı kendinde seyretmek, sevilmek ise kendini kâinatta seyretmektir.”
Kafam karıştı. Hiç bu kadar derinlemesine düşünmemiştim sevgi üzerine. Bunu fark eden Erva.
“- Bunları bir anda anlamak sana güç gelebilir. Ama biraz düşünürsen anlayabilirsin…”
Uzun bir sessizlik oldu. Bütün hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden aktı, geçti. Eğer Erva’nın anlattıkları doğruysa, hayatımda hiç sevgi olmamıştı. Henüz yirmi yaşında olmama rağmen, sayısını bile unuttuğum o kadar çok sevgilim olmuştu ama hiçbir zaman sevgiyi bu kadar yoğun hissetmemiştim.
Erva, sanki ezikliğimi ta yüreğinde hissetti:
“- Biliyor musun, bir çocuğa verilecek en değerli besin şefkattir. Ve de cesaret. Bunlar öyle hassa bir dengeye sahiptir ki, denge bozuldu mu şu insanları görürsün karşında… Şefkat ve cesaret kurbanları… Kimileri aşırı şefkatin yanında cesaretsiz büyütülürler. Bu insanlar, kendilerine küçücük bir dünya kurmak isterler. Bu insanlar, güçsüzdür, kolayca kırılırlar. Böylelerine göre dünya çok acımasızdır… Hep sevecek birilerini ararlar. O kadar yoğunlaşırlar ki bazen şiddetli bir arzuyla birine doğru akmak isterler. Cesurca sevemezler. Bu insanlar, cesareti öğrenememiştirler… Öte yandan da, cesur insanlar dünyayı bile devirebilirler. Ama basit bir sevgi oyunuyla kolayca yıkılıverirler. Dünyayı titretecek cesareti taşıyan bu insanlar kalplerine dokunan bir parmakla, yere diz üstü çöküverirler. Cesaret, onları o kadar sertleştirmiştir ki sevdikleri insanı, kolları ile kalpleri arasında neredeyse öldürürler.”
Erva birden sustu. Boğazında kelimeler sıkışmıştı sanki. Bir şeylerin olduğunu hissetmiştim. Yüreğimden Erva’ya sevgi akıyordu. Onu çözmek istiyordum. Bir anne şefkatinde sordum:
“- Niye sustun.”
“- Bana ne şefkati öğrettiler ne de cesareti.”
Şaşırmıştım, bende mahrumdum çünkü bunlardan.
“- Ama tüm bunları biliyorsun sen.” Dedim.
Erva, hüzünlendi:
“- İnsanların nefretinden sevgiyi, ihanetlerinden sadakati, korkaklıklarından cesareti öğrendim.”
“- İnsanlar bu kadar acımasız mı? Gerçekten hiç seven insanlar yok mu?”
“- Bırak sevgilerini, gülmeleri bile doğal değil onların. Seni senin için değil kendileri için severler. O kadar iyi, o kadar güzel ve çaktırmadan o kadar haince severler ki hayran olmamak elde değil biliyor musun? Sevgi ve ihaneti sanatsal bir uyarlamayla o kadar güzel sahneye koyarlar ki, son sahnede öleceğini bile bile seyredersin oyunu. Onlar mükemmel bir katildir, seve seve öldürürler seni. Dudaklarından sevgi sözcükleri yükselir, arkalarında kalbine saplayacakları hançeri gizleyerek… Yapacağın tek şey gözlerini kapatıp sevgi atmosferi içinde sevgi sözcüklerinin sağanak yağmurları altında ölümünü beklemendir. Anlıyor musun?”
“- Sen sevilmekten korkuyorsun.”
“- Belki…”
“- Neden?”
“- Neden mi? Ben her insanı kalbime misafir edebilirim, senin anlayacağın sevebilirim yani. Kalbimden eminim çünkü. Sevdiğim insanı rahatsız edecek hiçbir şey yok kalbimde. Ama kimsenin kalbine girmek istemem. Çünkü bilmiyorum orada neler var, orada nelerle karşılaşacağım. Bilmiyorum beni hangi tuzaklar bekliyor. Ve bilmiyorum o insan bunlardan haberdar mı?”
“- Fikirlerimi alt üst ettin. Her şey karıştı. Sevilmek sevmek, nefret, sevgi… Hatta şu ana kadar gerçekten yaşayıp yaşamadığımı düşünüyorum.”
“- Aslında sana anlattığım her şeyi kendinde bulabilirsin.”
“- Nasıl?”
“- Kendini tanıyarak… Yalnız kaldığın anlarda…”
“- Yalnızlıktan kaçmışımdır hep…”
“- Yalnızlıktan kaçmak, kendinden kaçmaktır. Bir düşünsene doğarken de yalnızsın, ölürken de. O halde yaşarken yalnızlıktan kaçmak anlamsız değil mi?”
“- Yalnızlıkta insan ne bulabilir ki, sıkıntı ve boşluktan başka?”
“- Kendini gerçekten tanıyabilseydin, uzayda ki derinlikten daha derin bir iç uzayın olduğunu görebilirdin. Bizler ruhumuzu öldürüyor sonra başına geçip ağıt yakıyoruz… Benliğinde ki zenginliği fark etseydin dünyada ikinci bir insan aramazdın biliyor musun?”
“- Anlamadım!”
“- Dünyada tek bir kişi vardır aslında. O bir tek kişinin içinde de altı milyar insan.”
“- Benliğim bu kadar kalabalık mı?”
“- Evet. Benliğin tüm varlığın merkezidir. Tüm acılar ve sevinçler yüreğinde gizlidir senin. Ölenleri yüreğine gömdüğün gibi doğacak çocuğun kalbi de senin içinde atar. Hem acıyı, hem sevinci yaşarsın iç içe, yan yana… Hatta o kadar acı çekersin ki acı, acı olmaktan çıkar…”
“- Sözlerin çok karışık. Aklımı, ruhumu, gönlümü, allak bullak ettin.”
“- Belki haklısın bu konuda. Bazı insanlar başlı başına paradokstur. Düşünceleri de öyle. İnsanlar paradoksal düşünmeye alışık değiller. Bu yüzden anlaşılmıyoruz.”
“-Anlaşılmıyoruz! Ne demek… Oh çok farklısın?”
Zaman bir hayli ilerlemişti. Bilmediğim, görmediğim bir âlemde yüzüyordum sanki. İzin istedim. Zihnim o kadar dağılmıştı ki başka bir şey söylemeden çıktım evden. Gece beden sarhoşu olarak geldiğim bu evden sabah gönül sarhoşu içinde ayrılıyordum. Kafamda oluşan soru işaretleri ve gönlümde Erva’ya karşı gelişen güzel duygularla sokakları adımlamaya başladım. Bir an önce evime gitmek istiyordum, ama yollar bir türlü bitmek bilmiyordu. Nihayet eve vardığımda kendimi hemen yatağıma attım. Akşam oldu, gece oldu, hâlâ çıkmadım yatağımdan. Bütün gece boyunca Erva’nın sözleri ile uğraştım. Kâh onu anladığımı düşündüm, kâh saçmaladığını düşündüm. Her şeye rağmen ona hayranlık duyuyordum. Böylece sabaha kadar yatağımda döndüm durdum.
(Devam edecek...)
M. Cân Gündede
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.