ÇIĞLIK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Tertemiz bir deftere yazmaya yeni başlamış olmayı çok isterdim. Çok isterdim gözlerimden dökülen inci tanesi gözyaşlarımın, kavruk güneşte kurumadan önceki halini tekrar görebilmeyi. Gözyaşlarım gözlerimi dağlamadan önceki serap olabilmeyi. Adımın içinde gezdiği hayallerin peşinden bir ömür daha koşabilmeyi. Kendi peri masalımın, masal prensesi olduğum günlerde oturduğum tahtlarda hala oturuyor olabilmeyi.
Ve çok isterdim, otuz beş sene önce komşu oğlunun parkasına sıkışmış aşkımı. O aşkı bir ömür içimde yaşatırken, aşkımla birlikte yaşlanabilmeyi çok isterdim. Saçlarıma düşen ilk beyaz teli paylaşabilmeyi de çok isterdim. Mimar Harun İşgör’ ün saygı değer karısı Serap İşgör olabilmeyi. Onun gidişini perde arkasından seyrettiğim yıllar boyunca, hayallerimin kanat takıp beni uçurabileceğini sanırdım. Bir çırparsam kanatlarımı yanında oluverir mişim gibi gelirdi.
Perdeler, kapalı hayatlarımızın fanusları gibi örterdi üstümüzü. Dışarıda insanların cesaretlerini törpüleyen bir savaş vardı o günlerde. Korkanlar ve korkmayanlar diye ikiye ayırıyordu hayat bizi. Cesaretli ya da cesaretsiz de diyebiliriz hayatın bu yüzüne.
Tek kişilik düşleri olanlar ve düşlerini çoğaltıp paylaşanlar olarak da ikiye ayrılıyorduk. Süt kuzuları ve geleceğin neferleri olarak da ikiye ayrılıyorduk. Biz süt kuzuları, suyun sabunun olmadığı yerlerde, temiz ve hazır bir şekilde geleceğimizi, Harun’ların, Meltem’lerin kurtarmasını ve gelip bizim ellerimize teslim etmelerini bekliyorduk. Dizlerinin dibinde oturduğumuz annelerimiz, hallerinden memnun şükür dualarıyla, Harun’ların ve Meltem’lerin annelerine sabırdan tesbihler gönderiyorlardı.
Kaneviçe ve tığ işi öğreniyordum ben. Hayırlı bir izdivaç yapacağım hayırlı kişinin muhterem ailesine şimdiden hırkalar, kazaklar örüyordum. Radyoda arkası yarınların lirik seslerini dinliyordum saatlerce.
Leyla teyzeciğim çok kibardı bana karşı. Benim gibi bir gelini olmasını, çok istesin istiyordum. O beni beğensin ve benim farkıma varmayan oğluna :
’Bak bu kız sana çok uygun hanım bir kız oğlum. Çocuklarına iyi bir anne olur. Annesi ve babası da iyi insanlar. Hem lise mezunu da. Gel bu kızı kaçırmayalım’ desin istiyordum.
O kadar çok şey istiyordum ki. Bir gün ben merdivenlerden çıkarken Harun iniyor olsun ve birden karşımda durup beni öpsün istiyordum. Sonra elime bir not tutuştursun. Notun üzerinde ’saat beşte parkta buluşalım’ yazsın istiyordum. Süslenip püsleneyim, annem bakkala gidiyorum zannetsin. Ben evden çıkıp parka giden papatya kokulu sokakta koşarken, kanım yanaklarımdan damlasın ve dudaklarımın pembesi Harun’ u sımsıkı sarsın istiyordum.
Harun bana daha önce hiç duymadığım devrimci şiirler okusun parkta, ben utanayım istiyordum. Mahçup halimi, tavrımı sevsin önce, sonra da mahçupluğumu silebilmek için bana kitaplar getirsin, elime dergiler tutuştursun istiyordum. “Hoş geldin kadınım benim hoş geldin” desin Nazım Hikmet dizeleriyle bana. Küçücük dünyamda tanıdığım en güzel aşk şiirini bana ezbere okusun. Buzlu şerbetim de yok ki ikram edeyim desin. Ben de çöl ortasında beni görünce adımın Serap olduğunu anlayan Harun’un aşkını kalbime kanaviçe ile işleyeyim istiyordum.
Bütün bunların olabileceğine de nedense inanıyordum. Yürekten inanıyordum. Merdivenden inen ve çıkan adımlarını tanıyordum artık Harun’ un. Karşı dairede kapalı kapılar ardında Leyla teyze ile didişmelerini dinliyordum. Yapma oğlum diyordu Leyla teyze. Mahvetme hayatını. Senin yerinde olmak isteyen, okuduğun okulu kazanabilmek için her şeyini vermeye hazır yüzlerce genç var. Bitir okulunu, o zaman dünyayı mı kurtaracaksın, işçi sınıfı mı, proleterya mı, burjuvazi mi diyeceksin sonra karar verirsin. Nasihatların ardı arkası kesilmiyordu. Dinle Harun’cuğum anneni dinle, geleceğimizin hatırı için okulunu ihmal etme diye yalvarıyordum içimden. Bütün çığlıklarım kendi içimde ve kısık sesliydi. Bütün süt kuzularınınki gibi benim sesimde içime hapsolmuştu.
Kapılarımızı eş zamanlı olarak açıp karşı karşıya geldiğimiz çok kıymetli zamanlarımız olurdu Harun’ la. Nasılsın Serap, neler yapıyorsun diye sorardı. İyi nasıl olsun, bütün gün evde ne yapılabilirse onu yapıyorum işte diyordum kekelememek için dilimi tutarak. Bezgin ve çaresiz. Aslında kazanamamış değildim üniversiteyi. Gönderilmemiştim. Şimdi edebiyat fakültesi ikinci sınıf öğrencisi olacaktım. Bütün Nazım Hikmet, Ahmet Arif şiirlerini ezbere biliyor olacaktım. Belki ben de yeşil bir parka alacaktım kendime. Sırt çantamı kitaplarımla doldurup saçımı at kuyruğu yapacaktım. Sonra gözlük takacaktım Meltem’inki gibi. Kibar tebessümlerle gözlerimdeki bilgiyi sunacaktım insanlara selamlaşırken. Meltemin yerine bana bakıyor beni seviyor olacaktı Harun. Diyalektik ve tarihsel materyalizmi beraber okuyor olacaktık. Stalini öğretecekti bana ya da ütopik sosyalizmi hatmedecektik beraber. Perde kenarlarına sıkışmış yalnızlığım olmayacaktı evde. “Odamdayım ders çalışıyorum” dediğimde annem “peki kızım” diyecekti “aman derslerini ihmal etme.” Gel sarmaları beraber saralım ya da şu ıspanakları yıkayıver demeyecekti. Ben kendi masalımın gece bekçisi olmak yerine, ana kraliçesi olacaktım. Kraliçe birinci Serap ya da York Düşesi veya birinci Harun padişahın zevcesi Serap Sultan olacaktım. Farkına varmadan geleceğime kalkan treni kaçırmıştım.
Kapı aralıklarından duyduklarımla gelin güvey olabilmek için çok uğraşıyordum. En küçük bir tıkırtıya kulak kabartıyordum ve içinde Harun’un adının geçtiği ve sesinin olduğu ne kadar cümle varsa anlamaya çalışıyordum.
Bir gün Leyla teyzenin kibar, ağır başlı, anaç cümleleriyle kapıda birine “hoş geldin kızım. Nasılsın?” dediğini duydum. Kızı içeri buyur etti. Kız saatlerce onların evinde oturdu. Konuşulanları duyamıyor olduğum için yerimde duramıyordum. Anlayamadığım bir şeyler oluyordu. Kimdi o kız. Acaba Harun ile bir ilgisi var mıydı? Bir kaç saat sonra Harun geldi kapıyı çaldı. Leyla teyze yine sevgiyle kapıyı açtı. “Hoş geldin oğlum. Misafirin içeride seni bekliyor” dedi. Demek Onun misafiriydi. Demek o kız Harun’un arkadaşıydı.
Günlerce kapı her açıldığında Harun’un yanı başında adının Meltem olduğunu fısıltılardan öğrendiğim kızı gördüm. Merdivenleri beraber inip sokak boyunca konuşarak ilerliyorlar ve karşı taraftaki otobüs durağında beraber bekliyorlardı. Sonra bir arada oldukları her hallerinden belli tebessümlerini yüzlerine itina ile yerleştirip otobüse biniyorlardı. Onların beraber otobüse binmeleri benim tanıklığımı bitirdiği için ve her şeyin dışında hayatın kıyısında kaldığımı bana hatırlattığı için çok üzülüyordum. Karşılıksız aşkın yemeden içmeden kesen melankolik hali beni sarıp sarmalamıştı. Çaresizdim.
Harun, ellerimin arasından kayıp gitmişti. Meltem hayallerimi çalmış ve beni düşsüz bırakmıştı. Her halleri yapmacık gelmeye başlamıştı bana. Onların kurtardığı dünyayı da istemiyordum artık. Bana bahşedecekleri gelecekle de ilgilenmiyordum. Kendilerini önemli hissetmelerinden de rahatsız oluyordum. Sanki çok önemli işler çeviriyorlardı. Sanki çok büyük cümleler kurup, çok yararlı sloganlar atıyorlardı.
Aylarca merakla ve tutkuyla dinlendiğim kapıları, artık hırsla ve nefretle dinliyordum. Leyla teyzenin, üst kattaki Bahriye ablaya sabah kahvesi içmeye gittiği bir gün, karşı kapıya doğru usulca sokuldum. Kulağımı dayayarak içeriyi dinlemeye başladım. Beş Mayısta, saat beşte Kızılay’ da bir eylem planından bahsettiklerini duydum. İkisi omuz omuza bir kavgada birbirlerine olan aşklarını büyüteceklerdi. Attıkları her adım Onları birbirlerine yaklaştırırken beni yaşamdan uzaklaştırıyordu.
Durdum. Uzun süre o kapının önünde kıpırdamadan durdum. Sonra geri döndüm. Kendi kapımdaki kendi yalnızlığımda, hırslarımla kavruldum. Dayanamıyordum.
Hemen üzerime sıradan bir şeyler giydim. Merdivenleri indim ve en yakın polis karakoluna gittim. Bir eylemi ihbar etmek istediğimi söyledim.Yakalanacaklardı ve ayrı ayrı hapishanelerde birbirlerine dokunamadan aylarca kalacaklardı. Çıktıklarında düşündüklerinden, kendilerinden ve birbirlerinden nefret edeceklerdi.
Beş mayıs günü saat yedi sularında, Leyla teyzenin kapısı acı acı çaldı. Gelen polis memuru, Harun İşgör ve Meltem Tanrıkulu’ nu tanıyıp tanımadıklarını sordu. “Tanıyorum tabi ki evladım” diye cevapladı Leyla Teyze. Polis memuru “o zaman morga kadar gelip her ikisini de teşhis etmeniz gerekiyor hanımefendi” dedi. Tiz bir çığlık apartmanın merdivenlerinden sekerek duvarlara çarptı. Benim suratıma, hayatıma ve bir daha hiç kuramayacağım gelecek düşlerime çarptı. Aynı çığlık otuz beş senedir benim kulaklarımda benimle beraber Bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin koridorlarında geziniyor. Aynı çığlık benimle beraber hiç bitmeyen bir acının ortasında sürekli büyüyor.
Ben küçülüyorum.
Esra VIZVIZ
YORUMLAR
Oldukça şiirsel ama doğal,akıcı bir üslupla yazmışsınız. yazmışsınız.Aynı dönemde ben de Ankara'da benzer şeyleri,acıları,kahroluşu yaşadığım için bana tanıdık,samimi geldi her şey ama umarım bir kurgudur,yoksa dayanmak zor,çaresizlikler içinde dönüp yaşamak zorunda kalıyor insan.