- 797 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
Hacılar
“Burası bir mabet; ben de bu mabedin rahibiyim!”
Sessizlik içinde Abudaram’a bakıyorduk. Okulda ünü kuşaktan kuşağa geçerdi Abu’nun. Bir seferde on kişiyi birden tahtaya kaldırdığını biliyorduk. Birine beş verirmiş, gerisi belden aşağı. Sınavlarda Corneille, Racine derken herkesi 17. yüzyıl Fransa’sına çiviler, ha babam trajedi çalıştırırmış. Siz tam Fransız trajedilerinin Şekispire ile boy ölçüşeceğini iddia edecek kıvama geldiğinizde sorular Moliere’den gelirmiş. Zor bir adammış Abu. Karşımıza geçtiği şu ilk derste kendisi de bunu yadsımıyordu.
İlk elde, söylediği doğal geliyordu kulağa. Yüz elli yıllık binanın gün ışığı girmeyen koridorları benim için öteden beri bir manastırdan farksızdı. O ıssızlığın içinde birden bir kapı açılıverir, içeriden bir rahip çıkardı. Siz ona selam verirsiniz, o size şüpheyle karışık bir baş işareti yapar ve devam ederdi. Yemekhaneye giderken koridorun iki tarafında tek sıra halinde yürürdünüz. Bir tek yemek sırasında kutsal kitap okunmazdı; o da eksik olsun.
Yaz bitmiş, o koridorlardan geçip kendimizi Abu’nun sınıfında bulmuştuk. Derse bu sözlerle başlamamıştı ama bir anlamda ders bu cümleyle açılmıştı: “Burası bir mabet!”
...
İlk sınavımız bir yerde vaftiz töreni gibiydi: Abudaram’ın sınavını alarak, bir anlamda onun gerçekten müridi oluyorduk. Yatakhaneden bozma etüd salonunda soru kağıtlarını beklerken arkadan Borteçen’in sesini duydum:
“Ronsard’ın ikinci aşkının adı neydi?”
“Ne aşkı? Bana ne Ronsard’dan?”
“Ne demek bana ne! Adam kızın uğruna tonla sone yazmış, gelecek şimdi sınavda.”
“Rabelais’den değil mi sınav?”
“Yooo, La Pleiade’dan...”
Harika! Yanlış konuya çalışmıştım. Abu’nun sınavlarında işkembeden atılmaması gerektiği üst sınıflardan ilk öğrenilenlerden biridir. Bir kere desteksiz yol aldığınız belli olursa sonrasında ağzınızla kuş tutsanız Abu’ya yaranamazdınız. Belki de fazla direnmemeli, adımı yazıp çıkmalıydım.
Abu, ağzı kulaklarında, etüd salonuna geldi.
“Çok güzel bir sınav hazırladım, bayılacaksınız.”
Gerçekten de bayılmak üzereydim. Önce cevap kağıtlarını dağıttı. Dolmakalemle sağ tarafta dört kare bırakılıp marj çizilecek. Cetvelin düzü değil, sırtı kullanılacak. Önce soyadı, sonra ad yazılacak. “Prelorenzo! Çık dışarı!”
Sebebini bilmiyordum ama Guido Prelorenzo’nun bir şeyler karıştırdığına adım gibi emindim. Başka bir hoca olsa Guido itiraz eder, kollarını “Ben ne yaptım ki?” anlamında iki yana açar, “Ama Mösyö?” derdi. Bu sefer ise bir kedi sessizliğinde, sıralara sürünerek etüdden çıktı.
Abudaram’ın soru kağıtlarını dağıtmasını bekliyorduk ama hareketsiz, sınıfı seyrediyordu. Tedirginlik düzeyimizin belirli bir kıvama ulaştığını hissedince başladı:
“Yazın! Ortaçağdasınız. Uzaktan bir kervan size doğru geliyor. Bu kervanın yanınıza gelişini ve geçip gidişini anlatın. Neler gördünüz? Hangi sesleri duydunuz? Hayvanların kokusunu aldınız mı? Kervandakiler sizi farkettiler mi? Ne kervanıydı? Nereye gidiyorlardı? Siz niye oradaydınız? Haydi, beni şaşırtın!”
Arkasını döndü, kürsüye gitti. Yanında getirdiği gazetesini okumaya başladı. Bizi gözetlemediğini biliyorduk. Dönüp Borteçen’e baktım. O da şaşkındı. Kimsenin kimseye faydası olmadığı bir sınavdı. Boş kağıdı gözden geçirdim. Marjı tekrardan çizdim. Ortaçağ kervanı! Nereden çıktı şimdi bu?
On beş dakika sonra kağıdım hala boştu. Aynı boşluğu paylaşan gözlerle ileriye, duvarın ötesinde bir noktaya bakıyordum. Açık pencerelereden kuşların sesi geliyordu. Derken bir rüzgar esti. Abudaram’ın gazetesinin sayfaları hışırdadı. Rüzgar giderek kuvvetlendi, yerden kaldırdığı tozlara, kendi getirdiklerini ekledi. Görüntü bulanıklaştı, kürsüyü ve hocayı seçemez oldum. Neden sonra toz bulutu çökmeye başladığında uzaktan, bir zamanlar salonun kapısının olduğu yönden yaklaşan bir deve gördüm. Sonra ikincisini ve diğerlerini. En önde gidenin üzerinde uzun kılıcını sırtında taşıyan biri vardı. O da beni farketti, bir süre ne olduğumu anlamaya çalıştı. Tehlikesiz olduğuma karar verince yaklaşmam için işaret etti. Tereddütsüz bir şekilde ona yürüdüm. Çölün ortasında yapacak daha iyi bir işim yoktu.
YORUMLAR
Çok güzeldi,tebrikler.Sanki devamı olan bir öykü daha yazılmalı çölde yaşananlarla ilgili gibi..Ben kendim yazıverdim bir çırpıda,nerden baksanız üç paragraf çıktı içimden 15 saniyede..ve de Şarap fazla içilmemeli bu sıcakta:))))
İlhan Kemal
Evet sevgili ilhan gelelim senin öyküne
Burada üçlü bir algılama hissediyorum ,hoca bir konu verir öğrencilerin yazması için ,öğrenci o kasvetli ortamın içinde boş beyaz kağıda kendi hayalini çizer ve okura bırakır ,okura bırakan yazarın kendisidir ,okur ister beyaz kağıda kendi hayal dünyasını çizer isterse yazarın bıraktığı yerden devam edebilir..
Şimdi ben yazarın hayal dünyasındaki toz dumanın içine belki kendi hayal dünyamı harmanlayacağım ,o devenin üstündeki kılıçlı hocanın kendisi olabilir ,yazarın kendisi olabilir veya o kılıçlı adamı alıp kendi öykülerimin arasında başka bir karakterle karşılaştırabilirim .Başka bir öykü çıkar mı buradan çıkar..
Yazarın öyküyü bizim kucağımıza atışındaki bitiş yeri bence tam yerinde olmuş yoksa nasıl hayal kuracağım..
çok saygılar
İlhan Kemal
Ya da herkesi bir şeyler söyleme noktasına getirmişsiniz. Evet, haklısınız, elinizin altında bir kervan var, arkasında ise hayalgücünüz kadar geniş bir çöl. Bütün atları, develeri orada koşturmak elinizde. İsterseniz kervanın başındaki adamı, isterseniz kervana katacağınız kendi karakterlerinizi kullanın. Çöller bazen denizlerden daha derin oluyor. Kazması okuyucuya kalmış.
Saygılarımla.
Abudaram'ı sevdim.Yapısı ve işine bakış açısı çok mükemmel.Onun sayesinde bir yazı nasıl planlanır, nasıl yazılır, nelere dikkat edilir biz bile öğrendik:))Sabah okudugumda gördüğüm kervan yerine karavan kelimesini kullandıgınız yerlerden birini, ikinci düzenlemenizde değistirmişsiniz fakat yinede karavan hala yaznızda mevcut.Aslında Abudaram bu:))Ortaçagda karavan gören insanların hislerini bile sorabilirdi:)Ben yazınızda şu konuya takıldım sanki,öykünün ismi ile okumaya başlandıgında hep bir beklenti var ve hikaye o beklentiyi veremiyor.Ama ismi unutup öyküye bakılınca Abudaramın'ın zulmünün öyküsü:)Zulum çekenler ise hayallere girdikçe onunla olmaktan gittikçe memnun olacaklar gibi:))Güzel öyküydü.Biraz aceleye gelse bile sıradişiydı.Ben sevdim.Saygılarımla
İlhan Kemal
Karavan konusunda da haklısınız. O paragrafı yazarken aklımda sürekli Abudaram'a "Le chien aboie, la caravane passe yazmayın ama!" dedirtip dedirtmeme ikilemi vardı (İt ürür, kervan yürür). Sonra o anki ifadesine uygun düşmeyeceğini varsayıp koymadım. Yine de caravan iki yolunu bulup içeri sızdı.
Bu bir kaçış öyküsüydü. Abudaram'dan değil, kendini bir gün Abudaram'ın yerinde bulup, sınav kontrol etmek istemeyen, bu yüzden de hikaye yazan bir adamın kaçmasıydı. Hoşunuza gitmesine sevindim. Saygılarımla.
nuray telli
İlhan Kemal
nuray telli
İlhan Kemal
Tanık olduğum bu sahneden ders çıkartacak olursam benim hayal ettiğimin ağırlığı da sizinkinden daha fazla değil. Eğer ''Esir kervanına rastladılar, anlatıcıyı da esirler arasına katıp yola devam ettiler. Yolda diğer esirlerin arasında bir kız anlatıcının dikkatini çekti. Konuşmak için ona yaklaştığında gördü ki...'' desem siz ya da başka biri çok rahatlıkla ''Öyle olmamıştır. Olduğunu düşünüyorsanız yazsaydınız'' diyebilir.
İşin doğrusu gelen kervan bir hacılar grubu. Suriye'deki Aziz Simeon'un yanına gidiyorlar.
Ben de öykünün finalini anlamakta çok zorlandım...Ama yorumları okuyunca ben de rahatladım...
Elinize sağlık, Abudarram'ı da tanımış olduk...Tebrik ve sevgilerimi yolluyorum...
İlhan Kemal
De ve t farkı ! Eminim deve de şaşkındır ! Acaba uzun kılıcı olan adam; han'a uğrayıp, hancının kızını görmüş müdür ? Prelorenzo bir önceki derste, belki de çok faşizanca bakmıştır; kimbilir !
İlhan Kemal
Uzun kılıçlı adamın maceraları ise başka kalemleri, hayalgüçlerini beklemekte. Ben onu sadece kervanın önüne koydum. Dudaklarında belki şarabın tadı vardır, belki de birazdan içeceklerinin hayalini kuruyordur. Hancıların kızları etine dolgun oluyorlar, değil mi?
Prelorenzo'ya gelince. Yanıltmasın sizi: Haylaz çocuktur, dalgacıdır, pişkindir ama öyle faşizanca bakışlar gelmez gözünden. Tanrı günahlarını affetsin.
Saygılarımla.
İlhan Kemal
Yabancı isimlerin telaffuzunu saymazsak çok keyifle okunan bir öykü oldu yine. Yer yer nüktedan bile buldum kahramanları. Abu...'yu gözümde çanlandırmam hiç zor olmadı. Bizim de bir profesörümüz vardı. Sınav kağıtlarımızı havaya atar, masanın üzerinde kalanlara 75, yere düzenlere 45 verirdi. Hiç kimse itiraz etmezdi çünkü onun dersinden 45 almak bile Allah'ın büyük lütuflarından sayılırdı.
Finale gelince, tüm açık yürekliliğimle yazarın bizinereye götürmek istediğini, ya da bize ne gösterdiğini anlayamadığımı yazacaktım ki, sevgili çizgili kağıt'ın yorumu gözüme ilişti. Çok şükür anlamayan tek ben değilmişim.
Yanlış anlaşılmasın, anlamadığım öykü değil, toz bulutuyla kapıdan develerin girmesi. Final bu kadar ani olmasaydı, belki okurun daha fazla seçeneği olurdu diye düşünüyorum.
Saygılar.
İlhan Kemal
Abu özellikle kıt notlu bir hoca değildi. Hatta bir gün heyecanla geldi:
- Yan sınıfta on kişiyi tahtaya kaldırdım, onu da 10 aldı. Bakalım aynısını burada yapabilecek miyiz?
Abu'nun iyi gününden yararlanmak isteyen bir kaç gönüllü çıktı. Manganın kalanını da benim gibi gönülsüzlerden toparladı. Sözlü bitip de yerime dönerken elimde nur topu gibi bir 4 vardı.
Öykünün finalini biraz sinematografik yapmaya çalıştım. Ama bunu çok kısa bir süre içinde yapmaya çalıştığımdan (Öykünün kurgulanmasıyla tamamlanması arasında yarım saat kadar bir süre vardı; zamanım gerçekten yoktu) belli ki dikkatli okuyucuları huzursuz eden bir final olmuş. Doğal olarak tekrar gözden geçireceğim. Yalnız final bir şeyi başarmış: İnsanlar arasındaki dayanışma, kendini yalnız hissetmeme duygusunu güçlendirmiş. Sizin gibi hissedip, buraya yazmayan, ama sizin yorumlarınızı görünce rahatlayan başkaları da vardır eminim. Saygılarımla.
Yine çok hoş bir öyküydü. Her zamanki gibi tertemiz cümleler, sadelik, akıcılık. Ve her zaman ki gibi sıra dışı bir konu çeşitliliği. Ellerinize sağlık.
Sonuna ulaştığımda önce "sonra ne oldu?" diye sordum. Acaba Hacılar II ya da III olacak mı diye düşündüm. Sonra da olmayacağına karar verdim. Okur olarak bana düşen bu kadarından anlamı kavrayabilmek. Bir daha baştan okudum. Abudaram'ın İbrani ismi olabileceğini sandım. Biraz daha zevkli oldu ikinci okumam bir manastır atmosferini hissettim. Ama sonuna geldiğimde yine yukarıdaki soruyu sormakta olduğumu fark edince de kendime kızdım. Vasat bir okur olarak biraz daha tafsilatlı bir finali hak etmiyor muyum diye düşündüm. (Şimdi diğer eleştiriler "Muhteşem bir final, nasıl da yakalamışsınız !" filan derse kendimi büsbütün aşağılanmış hissedeceğim :))
Tekrar elinize sağlık.
İlhan Kemal
Haklısınız, bir çok konuda. Özürümü en baştan söyleyeyim. Öyküyü çok kısa bir sürede yazdım; hele sonu epey aceleye geldi. Yazarken okulun karanlık havasını çok hızlı geçtiğimi hissediyordum ki sizin manastır ortamını yakalamak için ikinci defa okumuş olmanız beni doğruluyor.
Finalde ise yakalanmanın verdiği bir acele ve panik hakimdi (Sınav kağıdı okumam gerekirken öykü yazmaya koyulup otoritelere yakalanmamın paniği); görsel bir finali nefes nefese yazarsanız bu sefer okuyucunun nefesini kesersiniz. Sizin ve Aynur Hanım gibi vasat kabul edilemeyecek kişileri tatmin etmeyen bir final olmuş. Bir şekilde elden geçireceğim. Bakalım ne olacak? Saygılarımla.
Not: Bu arada haklı olduğunuz bir başka konu da Abudaram'ın Musevi olması.
İlhan Kemal
Haklısınız, bir çok konuda. Özürümü en baştan söyleyeyim. Öyküyü çok kısa bir sürede yazdım; hele sonu epey aceleye geldi. Yazarken okulun karanlık havasını çok hızlı geçtiğimi hissediyordum ki sizin manastır ortamını yakalamak için ikinci defa okumuş olmanız beni doğruluyor.
Finalde ise yakalanmanın verdiği bir acele ve panik hakimdi (Sınav kağıdı okumam gerekirken öykü yazmaya koyulup otoritelere yakalanmamın paniği); görsel bir finali nefes nefese yazarsanız bu sefer okuyucunun nefesini kesersiniz. Sizin ve Aynur Hanım gibi vasat kabul edilemeyecek kişileri tatmin etmeyen bir final olmuş. Bir şekilde elden geçireceğim. Bakalım ne olacak? Saygılarımla.
Not: Bu arada haklı olduğunuz bir başka konu da Abudaram'ın Musevi olması.
cizgilikagit
Bu arada başka bir okurunuzun (Nuray Telli hanımefendinin) fark ettiiği karavan sözcüğünü ben de fark etmiştim. Ama onun yanlış olabileceği aklımın ucundan geçmedi. Siz yazdıysanız doğrudur ve karavanın böyle bir tarihi arka planı vardır diye düşündüm. Şimdi kendi bağnazlığıma gülüyorum. Ama siz de güven duyulan bir yazar olduğunuzu bilesiniz diye bunu da yazayım istedim.
Elinize sağlık tekrar.
İlhan Kemal
Karavan kelimesinin sandığınız şekilde bir geçmişi var. Ama o detaya girmeden önce belirtmek istiyorum ki benim kullanımım yanlıştı; acele etmek bazen böyle sonuçlara yol açıyor.
Karavan, Farsça karwan'dan geliyor. Türkçeye de kervan olarak geçiyor. 12. yüzyılda Fransızcaya caravane, 15 te de İngilizceye caravan olarak giriyor. Her iki dilde de hala kervan anlamını taşıyor. Abu'ya söyletmediğim deyişte de kervan manasındaydı. 19. yüzyılın başında İngilizcede üstü kapalı at arabası anlamı gelişiyor. Bu anlamıyla kelime Türkçe'ye ikinci defa, bu sefer Batıdan giriyor ve kendimizi karavan turizminin ortasında buluyoruz. Olay budur ve tekrar dalgınlığımdan ötürü affınızı dilerim.