- 930 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
NUR TOPU GİBİ KIZIN OLDU!
Mahallenin ayaklı gazetesi Mustafa, doğum olayını duyar duymaz hemen harekete geçti. Onun aklı fikri bahşişteydi. Böyle ekstradan olayları asla kaçırmazdı. Kulağı keskindi. Şaban’a ilk müjdeyi veren kendisi olmalıydı. Diğer cingözler avuçlarını yalamalıydılar. Doğumun olmasıyla birlikte; haber, kulaktan kulağa yayıldı, Hatuniye Mahallesi, düğün şenliğine büründü. Lokantanın kapısına geldiğinde nefes nefese kaldı.
- Şaban abi, Şaban ağabeyiii!
Ama devamını bir türlü getiremedi. Göğsü, hindininki gibi kabarıp kabarıp iniyordu. Mutfaktan sesi duyan Şaban:
- Tamam, kesin oğlum olmuştur. Yaşasın, Rıza geldi, diye çığlığı attı.
Elindeki bıçakla tahtanın üzerindeki soğana son bir kez hamle yaptı. Parmağın ucundaki et bir tarafa, soğan bir tarafa, bıçak da başka bir tarafa yuvarlandılar ama Şaban sevincinden hiçbir şey duymadı, bir solukta yukarı fırladı,Mustafa’ya doğru kollarını açtı, omuzlarından kavradı ve olanca gücüyle sarstı.
– Oğlum oldu, değil mi? Oğlummm!
Kızın oldu diyemedi. Müjdeyi gönderen annesi, sıkı sıkıya tembihlemişti; “ Sakın ha, kızın oldu demeyesin, yoksa bahşişini alamazsın. Ona göre…” Mustafa için önemli olan bahşişti zaten. Gerisi vızıltıydı. Kendinden emin bir edayla, “ oğlan ” derken kaçamak bakışlarla Şaban’ı süzüyor “bahşişini “ düşünüyordu. Mustafa’nın eli, yüzü kırmızıya boyandı. Masasında oturan lokanta sahibi, birden irkildi:
- Şaban, ne oldu oğlum size böyle? Parmağındaki kırmızılık da neyin nesi, neyin fesi?
Duvarda asılı olan ilk yardım çantasından çıkardıkları pamuk, tentürdiyot ve gazlı bezle parmağını sardılar. Parmağının kalınlığı dört misli arttı; parmak çocuğa benzedi. Çiçeği burnunda babanın heyecanı, hala devam ediyordu. Cebinden bir onluk çıkarıp Mustafa’nın eline sıkıştırdı. Ekstradan da yemek ısmarladı.
- Karnını eyce doyur Mustafa!
Mustafa yediği etli pilavdan sonra bir de gazoz istedi.
Şaban, deli danalar gibi dönmeye başladı lokantada. Sabırsızlıktan çatlayacaktı neredeyse. Bir an evvel oğlunu kucağına alıp; “oğlum, Rızam, “ diye bağrına basmak istiyordu. Sabırsızlıktan çatlayacaktı neredeyse. Lokanta sahibinin,
- Şaban, hadi gözün aydın, şu andan itibaren yarın sabaha kadar izinlisin, sözlerini duymadı bile.
Üzerindeki önlüğünü çıkarıp askıdaki ceketi eline almasıyla yıldırım hızıyla dışarıya fırladı. Yolların uzunluğu bir saniyelik bile gelmedi. Yayalara yanan kırmızıya umursamadı. Kornaların ikazına aldırmadan karşı kaldırama attı kendini. Arabaların aralanan camlarından; “ ölümüne mi susadın be adam, “ diye zılgıt yedi. El kol hareketleri, bu zılgıtların anlamına öfke kattı. Yeşil ırmağın üzerindeki tarihe tanıklık eden taş köprüyü geçmeden birden durdu. Çiçekçi ve yandaki pastaneye gözleri takıldı. Kendisine aslan gibi bir erkek doğuran karısını hediyeye boğmalı, gönlünü bir kez daha fethetmeliydi. Bu iki dükkanın da önünden günde iki kez geçmesine rağmen bir şeyler almak bir türlü nasip olmamıştı. Şimdi gururla girdi çiçekçiye.
- Çiçeklerinin en güzellerinden demet yapar mısın?
Çiçekçi:
- Hayırdır abi, sevgiline mi? diye konuyu gıdıklamak istedi. Normal bir zamanda olsa belki de “ sana ne! “ diye tersleyecekti ama çocuksu duyguyla,
- Karıma… Aslan gibi oğlum oldu! Bu çiçekler, karıma olacak!..
– Gözün aydın, ayakta sorutma, şu tabureye oturuver. Ben de acele etmeden şöyle harikulade çiçeklerle donatayım.
Oturmaktan vaz geçti,
- Sen hazırlayana kadar, pastaneden bir şeyler alayım.
- Tamam, dedi çiçekçi genç.
Az sonra çiçek demeti ve tatlı paketiyle birlikte yarım bıraktığı maratonuna devam etti. Köprüyü geride bıraktı. Bu sefer, Yeşilırmağın akışına dikkat etmedi. Halbuki ırmağın nazlı nazlı süzülüşünü seyretmek oldukça hoşuna gidiyordu. Sivas’ın yüksek dağlarından kopup gelen, Karadeniz’ e doğru devam eden hiç bitmeyen bir yolculuk. “ Bu yolculuk süresince kayıp gittiği yerlerde kim bilir ne gibi olaylara tanıklık ediyordur,” diye aklından geçirirdi. Yakın kasabalara ve köylere yolcu taşıyan minibüslerin bulunduğu durağın önünden de geçti. Bir tanıdığının selamına, “ oğlum oldu, he mi de aslan gibi,” diye bağırdı. Kalenin eteklerinden yukarıya doğru tırmandı. Tek katlı gecekonduların aralarından Hatuniye Mahallesine daldı. Az ilerdeki evin daracık bahçesinde horozun biri, iştahla çilli tavuğu kovalıyordu… Küçük çocuklar, kümelenmişler bilye oynuyorlardı. Nefes nefese kalsa da yorulduğunun farkında değildi. Delicesine bir güç gelmişti ayaklarına. Yandaki evin kireçleri dökülmüş duvarının dibinde; Şehnaz, çeyizliğine bohçacı Çingen kadından nevresim almaya çalışıyordu. Şaban’ ın heyecanla koşuşturduğunu görünce; “ gözün aydın nur topu gibi gızın olmuş, “ diyecek oldu sonra da vaz geçti. Taa çocukluktan Şaban’da gözü vardı. Babalarının kör inatları yüzünden olmamıştı evlilikleri. Şaban evlenince son kısmetini geri çevirtmemiş, küçük bir ayakkabı dükkanı çalıştıran biriyle nişanlanmıştı. Yakında düğünü olacaktı. Çiçekleri görünce içi cız etti. “ Bu çiçekler bana gelmeliydi,” diye iç geçirdi. Her iki baba da birbirlerine kin bilemişlerdi, çocukların aşkları yüzünden. Şaban’ın babası,
- O şerefsizin gızını alırsan hakkımı helal etmem oğul.
Şehnaz’ın babası ise,
- O dinsizin oğluna vermem seni, diye kör inadı yapıp durmuşlardı. Halbuki ne onun babası şerefsiz, ne de ötekinin ki dinsizdi. Beş vakit yerine beş daha eklerdi neredeyse... Aralarında bir husumet vardı ama neydi? Bir türlü gerçeği açıklamamış, hep kaçamak yanıtlar vermişlerdi.
Dış kapıdan içeri daldı. Misafirlerin ayakkabıları, taa eşikten dışarı taşmıştı neredeyse.
- Rıza oğlummm, aslanımmm!
Odanın içindeki kalabalık kenarlara büzüştü, Şaban’a yer açtılar. Durdane teyze, babanın haykırışından;” pek hayra alamet değil,” diye içinden geçirirken;” bu erkek milleti yok mu,” diye mırıldandı. Kendi konuştuğunu kendisi duyuyordu ancak. Hemen; babanın heyecanını yenmeye, gerçeği söylemeye yutkundu.
- Şaban oğlum, hele bir otur bakalım. Dinlen şöyle.
- Ne dinlenmesi Durdane ana! Yorulmadım ki! Elindeki kutuyu uzattı. Komşularımız yesinler tatlıyı. Yarın bir tepsi daha alır da gelirim. Yaşasın, oğlum oldu. Rıza’m, canım, yavrum!
Diz çöktü, çiçek demetini karısının başının üzerine koydu. Şadiye, gözleri kapalı olmasına rağmen bütün konuşmaları duyuyordu. Kocasını hayal kırıklığına uğrattığı için utanma hissiyle yerin dibine girdi sanki. Gözkapaklarını açmaya cesaret edemiyordu. Genç baba, bebeğini çoktan sevmeye başlamıştı bile.
– Mavi renk nasıl da yakışmış. Aynen bana benziyor canım! Allah’ım sana şükürler olsun, erkek gönderdiğin için.
Şadiye, nice sonra gözlerini açtı. Kocasının hala bebeği ile konuşmakta olduğunu buruk bir şekilde izledi. İki damla göz yaşı yanaklarından aşağıya doğru süzüldü. Şaban, bunu sevinç gözyaşları olarak algıladı. Misafirler, ortamın dramatik havasına çomak sokmamak için; “ gözün aydın, hayırlı olsun ” diyerek, çiçeği burnunda anne ve babayı baş başa bırakmayı yeğlediler. İçlerinde bir tek ayrılmayan, odayı terk etmeyen biri vardı: Durdane teyze!
Varoşların gün görmüş kadını! Acılarla yoğrulmuş kadını… Her olumsuzluğu eğip büken, kendi istediği kıvama getiren, yaşamla barışık olmaktan başka çaresi olmadığını kanıksayan Hatuniye Mahallesinin anaç tavuğu, medarı iftarı... Nasırlaşmış elini, Şaban’ın omuzlarına koydu.
- Bak Şaban oğlum, diye başladı. İstediği gibi konuşurdu; oğlum, kızım, yavrum… Herkes de biliyordu ki mahalleyi sahiplenen biriydi; O…
- Anana dua et ki, seni doğurdu. Kaynana dua et ki, eşini doğurdu. Dünyaya gelenler hep erkek olsaydı bu nesil nasıl çoğalacaktı oğlum! Şaban, bebeğine sevecen sözleri söylemeyi bıraktı. “ Ne demek istiyor bu kadın ya! ” Başını çevirdi.
- Yani?!..
Gerçeği söylemek zamanı gelmişti artık.
– Nur topu gibi gızın oldu, diye sertçe vurgu yaptı.
Şaban, duyduklarına inanamadı. Kesinlikle yanlış olmalıydı. Babasına söz vermişti, onun adını yaşatacaktı. Babası sağ olsaydı; torunuyla el ele tutuşup gezecekler; torununun her istediğini alacaktı. Dondurma, naneli şeker, oyuncuklar, biraz büyüdüğü zaman da bisiklet… Her şeyden önemlisi soyu sopu dimdik ayakta duracaktı. Ama şimdi; bütün hayalleri tarumar olmuştu. Dokuz ay on günlük hasretle bekleyiş, birden bire kabusa dönüvermişti. Kendini geriye çekti, bebeğinden. Bakışlarını başka tarafa çevirdi. Boş boş baktı odanın duvarlarına, her şey anlamsız geldi o an için. Eşi ve yeni doğan bebeği, bir an gözünden silinip gittiler, yok oldular. Kabuslar çöktü beynine; kara kara bulutlar yığıldılar gözlerinin önünde; hiçbir şeyi göremez, sağlıklı düşünemez oldu. Ölgün bir sesle;
- Rıza, gelmedin, beni kandırdın ha, dedi.
- Buse, geldi… dedi karısı, sanki suç işlemiş de kendini affettirmek istiyormuşçasına. Bebeğinin ismini yineledi:
- Buse! Buse! Buse!..
***
Şaban, uzun zaman eşi ile küs kaldı, konuşmadı. Ağzını bıçak açmadı. Aradan günler, hatta haftalar geçmesine rağmen merak edip bebeğinin yüzüne bakmadı. Sadece “ oğlan oldu “ beklentisiyle heyecanla koşup geldiği ilk günkü gördüğü kadardı aklında kalan cemali. Unutmuştu; burnu, dudakları, gözleri nasıldır? Güzelleşti mi? Kızına kafasını bile çevirmediği gibi anımsamak bile istemiyordu; heyecanlandığı günü!.. Hüsrana uğramak erkekliğinin şanına ters düşer mi, düşmüştü işte.. ” Neden erkek doğurmamıştı?! “ Bu yüzden gizliden gizliye öfke duymaya başlamıştı karısına. Halbuki ne umutlar beslemiş, ne hayaller kurmuştu. Oğluyla el ele tutup göğsünü gere gere dolaşacaktı Amasya caddelerinde. Şimdi ise…
Sabahları daha da erken kalkıp kalenin eteklerine doğru aheste adımlarla iniyor; Yeşil ırmağın üzerindeki tarihi köprüyü geçerken eskisi gibi suyun akışına bakmıyor, Güneş’in ufuk çizgisinde yarattığı parlaklığı izlemiyordu.
Lokantada da gereksiz yere şakalaşmamaya, konuşmamaya başladı. “ Erkek mi, kız mı?” diye merak edenlere sonradan yalanının çıkacağını bile bile “ erkek “ demişti. Patronu Dilaver, Şaban’daki gizlemeye çalıştığı ruhsal değişikliliğe pek anlam veremedi. Birden bire insanın böyle içine kapanması pek hayra alamet değildi. Üstelik de erkek bebeği olan biri için. Neşeden havalara uçması, cıva gibi hareketli olması gerekirken; sanki Karadeniz’ de gemileri batmıştı. Üstelik, doğum hediyesini de es geçmişti. Adet yerini bulsun diye insan şöyle cevizli, fıstıklı tarafından baklava ikram ederdi.
“ Şimdi anlaşıldı, benim aşçımın hayalleri suya düştü ha. Erkek beklerken, kızı oldu ha! ”
Yine de şarlatanlık yapıp yüzüne vurmadı, hayal kırıklığını. Hatta kimseler duymasın diye kazanların yanında tek yakaladı, gururunu incitmeden teselli etmeye çalıştı.
- Takma kafaya Şaban arkadaş, kızın oldu, diye üzülme. Bak benim üç tane ay parçası gibi kızlarım var. Eve döndüğümde üçü birden boynuma sarılıyorlar, cıvıl cıvıl şakırdıyorlar kuşlar gibi ve ben de bütün yorgunluklarımı unutuyorum…
Eve geceleri hep geç geldi. Bebeğinin ağlamaları, kulaklarının dibinde gümbür gümbür çalan davul zurna gürültüsü gibi geliyordu. Bu seslerden uzak durmak için odaları bile paylaşmışlardı karısı ile. Şadiye, mutfaklı odayı; kendisi de diğerini mesken tutmuşlardı adeta.
Genç kadın, kendi ve kızı için üç parçaya bölündü. Her parçasında ayrı dünyalar kurdu, yaşattı. Geceleri ninniler fısıldadı bebeğinin kulaklarına; “ Uyusun da büyüsün, bahtı açık olsun yavrumun! “ Bu ninniler, teselliydi sanki. Çözülemeyen bir bulmacanın tam ortasındaymış gibi hissediyordu kendisini. Bazen ninnileri, yanık ezgilere dönüşüyor, yüreği yanıyor, için için ağlıyordu. Bazen de “ Tanrım, neden bir erkek vermedin? ” diye sitem ediyordu. Kocasıyla aynı havayı teneffüs eden iki yabancı olmuşlardı sanki. Nedenini anlayamadığı bir korku girip saplanmıştı yüreğine. Hem de sinsize. Bu korkunun; içinde yarattığı tedirginliğe rağmen kocasına karşı bitmeyen aşkı, sevgisi hala devam ediyordu ve devam edecekti.” İkincisini erkek doğurursam her şey yoluna girecektir,” diye çıkış arıyordu ama beklentilerinin nafile olduğunu kendisi de biliyordu. Gereksiz kaygılar girdabından kesinlikle kurtulmalıydı. Umutsuzluğa kapılmak için henüz daha erkendi. Genç ve güzeldi. Daha çok doğuracaktı. Bunların içerisinden biri kesinlikle erkek olabilirdi. Onun tek arzusu, bu erkek bebeğin ikinci doğumda gelip kendisini kurtarmasıydı. Bunu; kurtuluş olarak görmekten başka çaresi yoktu. Bu düşüncelerle; kırkı geçtikten sonra kocasının yanına sokuldu. Yatakta tenini tenine yapıştırdı. Dişiliğini konuşturdu; cilvelendi. Tekrar yüreğini fethetti. “ Bu sefer kesin oğlan,” diye fısıldadı kulağına. Kocası galeyana geldi. Damarlarındaki kan daha da hızlandı. Dayanamadı. Karısına şehvetle sarıldı. Kanları kaynadı. Tek vücut oldular.
Şadiye, bir ay sonra “adet görmeyince” hamile olduğunu anladı. Yüreği pır pır etti. Sevinç kapladı içini. Fazla geciktirmeden kocasına müjdeyi verdi, gönlüne girip içinde yeniden umut ışığı parlasın istiyordu.
***
Şaban, lokantadaki bütün yemek kokuları üzerinde; evin kapısını tıngırdattı. Bugün diğer günlerden daha fazla yorgun hissediyordu kendisini. Kafası da karmakarışıktı. Lokantadaki müşterilerinin konuşmalarına kulak misafiri olmuş, ilgisini çeken farklı şeyler duymuştu. Konuşulanların gerçek payı olabilir miydi acep? Gerçek payı olmasa kadınlı erkekli o kadar insan toplanıp da taa uzaklardan buraya gelirler miydi hiç. Konuşmalar kulak çeperlerinde hala yankı yapıyordu:
“ Bu muhterem zat; çok derin, ermiş, itikatlı birisiymiş. Yattığı türbeyi ziyaret edelim, adağımızı keselim, fakir fukaraya dağıtalım, dualarımızı yapalım. İnşallah çocuğumuz olacaktır.”
“ Böyle büyük yatırlara yalvarmakla insan boş dönmezmiş. Kesinlikle; dilekleri yerine gelirmiş.”
Çaktırmadan müşterileri süzmüştü. İçlerinden yirmi beş, otuz yaşlarda gösteren kadının bakışları hep ellerinin üzerindeydi; bir suçlu gibi. ” Kısır kadın! “Kadının ve adamın; çocuk özlemiyle yanıp tutuşmalarına acıdı. Kendisini bir nebze olsun onlardan şanslı gördü. En azından karısı Şadiye; doğurgandı. “ Maazallah kısır olsaydı ne yapardım ? Erkek çocuk doğurana kadar şansım devam ediyor yine de, ” diye içinden geçirdi. Lokantadan eve gelene kadar beynindeki düşüncelerle cebelleşti. Bu muhterem zat, kendi derdine de deva olabilirdi. Zatın yattığı türbeye gidip yalvarmak o kadar zor iş değildi. Her ne kadar böyle itikatları aileden gelen bir alışkanlıkla yadsımış olsa da; “ denize düşen yılana sarılır derlermiş ya doğruymuş, gidip diz çöküp yalvaralım bakalım zatımıza,” diye medet umulacak tılsımlı bir güç olarak içinden geçirdi.
Şaban, oturduğu sedirden, beşikteki bebeğinin gülümsemelerine tepkisiz kaldı. İstemeyerek bir süre izledi yüzünü. Kızını hala “erkekmiş” gibi görüyordu. Bakışları yanılsamalar içerisindeydi; “erkek, erkek, erkek!”
Şadiye, kocasının her zamanki düşünceli halini yadsımıyordu artık. Zaten, Buse doğduğundan bu tarafa yüz seksen derece değişmişti huyu. Biliyordu ki; Buse değil de Rıza gelseydi şimdi karşısında bambaşka bir Şaban olacaktı. Yine de “hayırdır! ” diye işkillendi. Kahve yapmak istedi. Belki aradaki buzları eritebilirdi kahve faslı. Cezveyi duvardaki asılı çividen çıkardı, içine su doldurup milangazın ocağına koydu. İki kişilik hazırladı kahveyi. Birlikte kahve içmekle; “ aradaki buzulları, biraz daha eritebilir miyim acep? ” Düşüncesindeydi. Biraz sonra üzerinden buharlar çıkan kahveyi servis yaptı kocasına. Kendisinin fincanı elinde, kocasının dizinin dibine tam oturmuştu ki; Buse, ciyaklamaya başladı. Fincanı dudaklarına götüremeden küçük tepsinin içine bırakıverdi sonra da bebeğini kucağına aldı, bluzundan çıkardığı sağ memesini yavrusunun ağzına dayadı. Bebek, çenesiyle süt dolu torbaya abanınca ağlamasını kesti. Şaban, kahveden bir fırt çekti; “muhterem zat” meselesini anlatmaya başladı… Şadiye, can kulağıyla dinledi. Karşı gelemedi; “ Kızı veren Allah, oğlanı da verir, ne gereği var taşlardan medet ummaya “ diyemedi. Bu düşüncelerini, çocukluğundan beri babasının cem toplantılarındaki kararlı konuşmasından edinmişti. Bu toplantıların o yaşlarda neden ve niçin yapıldığını algılayamıyordu ama; bazı cümleler, hafızasına derinden derine kazınmıştı ki; hiç unutamıyordu.
” Hurafeler, çıkmaz sokak gibidir, insana akılcı bir yön vermezler.”
” İlim, anahtar gibidir; her kapıyı açar.”
- Yarından sonra gidelim o muhterem zatın türbesine, bir de adak keselim, dağıtalım fakir fukaraya, konu komşuya.
Şadiye,
– Olur, dedi sessizce.
Kocası esnedi, peşinden kendisi de. Buse’nin süt emen çenesi, hareketsileşti. Gözleri, kapanmış; kendinden geçmişti. Şadiye, kızını tahta beşiğe yatırdı sonra da sedirin köşesine iliştirdiği yatağı yere serdi. Yatak, bir gün boyunca eğreti gibi öylece kalmıştı sedirin üzerinde. Bir türlü eli varmamıştı diğer odadaki yüklüğün üzerine koymaya. Kendisini oldukça yorgun hissediyordu son zamanlarda. Düşünceleri de allak bullaktı zaten. Her zaman yaptığı gibi leğeni, ibriği getirip kocasının ayaklarını yıkamak istedi. Kocası hala esneyip duruyordu. Ayaklarına değen soğuk suyla uyku mahmurluğundan sıyrıldı. Karısının eşarbından sağa sola taşan saçlarının dağınıklılığına, kadınsı yüzüne, bluzundan dışarıda kalan göğsünün çatalına gözleri kaydı. İçinde bir şeyler uyandı. Bu güzelliklerden uzak kaldığı için kendine kızdı. Yatakta, sarıldı karısına, eski şehvetle sıktı her tarafını, kokusunu içine çekip ciğerlerine doldurdu. Yürekleri, aynı hızla atıp ateşten yumak oldular adeta. Kabuslu günler gitmiş, aşk dolu günler geri gelmişti. Bundan böyle ayrı odalarda yatmayacaklar, küs olmayacaklardı.
Dokuz ayın dolmasına az bir zaman kala; Şaban, kesin erkek olacak umutlarıyla hayaller kurmaya başladı. Buse’nin gelişinde de aynı umutları beslememiş miydi? Hem sonra muhterem zatın türbesine boşuna mı gidip, adak kesmişlerdi! O günü anımsadı.
“ Aman Allah’ım neydi o kalabalık. “ diye içinden geçirdi. Traktörlerle, taksilerle gelen yüzlerce insan; kucakta bebeler, değişik yaş grubundan çocuklar, evlilik çağına gelmiş kızlar, badem bıyıklı genç erkekler, bastona abanarak yürüyen yaşlılar… Ağaçların dallarından aşağıya doğru sarkan adakları kesip parçalamaya çalışan, kendilerini kasap sanan adak sahiplerinin ellerinde bıçaklarla acemice hareketleri. Türbenin dibinde, kapısında “ Şifalı Hamam “ yazılı küçük kubbeli yerden; “ buranın suyu efsunlu ,” diye dertlerine şifa arayanlar… Beli bükülmüş, bazı dalları kurumuş, kalın gövdeli “ ulu “ ağaca çaput bağlayanlar… Ziyaretlerini tamamlayanların hemen kenarlardaki ağaçların altında adak etleriyle mangalda cızbız sefaları... Yanık et kokularının türbenin üzerine kara bir bulut gibi çöreklenmesi…
Aylardır gülmeyen yüzü güldü; yaşama kapalı olan gözleri bir başka bakmaya başladı; estetik görünümlerden haz duydu. Karşısındaki insanlarla kendini vererek sohbet etti; sesinin tınısı değişti. Eski neşesine yine kavuştu. Lokantadaki arkadaşlarına espriler yapmaya başladı. Bazen esprilerin dozunu kaçırıyor, kişisel duygularına yenik düşüyordu; “ öncekinde yanlışlıkla kız oldu ama bu sefer kesin oğlan canım. Sülalemizin adı, şanı yaşamaya devam edecek. Rıza geldi gelecek… Ben de göğsümü gere gere dolaşacağım milletin içerisinde.”
Sabahları neşeyle evden çıkıyor, akşamları lokantada yemekler biter bitmez hemen eşinin yanında soluğu alıyordu. Yavaş yavaş kızına da ısınmıştı. Çatık kaşlı halini çoktan geride bırakmış, sevecen tavırlarıyla kızı Buse’ yle ilgileniyordu. Hatta kızının “ baba, baba, “ kelimelerini yuvarladıkça; “ erkek kardeşin gelecek, birlikte oynayacaksınız,” diye ilgi gösteriyordu.
Şadiye, kocasındaki heyecanda; “ umutlu” bekleyiş olduğunu kabulleniyordu ama karamsarlığı da üzerinden bir türlü atamıyordu. Her ne kadar muhterem zatın türbesini ziyaret edip dilekte bulunmuş olsalar da Şaban’ın “erkek çocuk” saplantısını; illa da benim düdüğüm ötecek şeklinde anlamsız bir horoz dövüşü gibi düşünmeden de edemiyordu.
Buse, annesini peşinden emekleyerek takip ediyor; bir saniye bile ayrı kalmak istemiyordu, aksi takdirde yaygarayı koparıyordu. Öndeki iki dişleriyle tavşan gibi sırıtıyordu zaman zaman. Çoğunlukla da baş parmağını yalancı meme gibi ağzından çıkarmıyordu. Halbuki anasının göğüslerini iştahla sömürmeye devam ediyordu.
Hatuniye Mahallesinin komşuları, her zaman olduğu gibi on beş günde bir gelip gitmelerine, eski dedikodu alışkanlıklarından vaz geçmemişler; mahallede olup bitenleri çekiştirmekten de geri kalmıyorlardı. Bu sefer ki dedikodu odağı, bir hafta sonra ki düğündeydi. Şehnaz’ın düğünü… Şadiye, birkaç kez Şehnaz’ı görmüştü hepsi o kadar. Geçmişindeki fırtınalardan; kocasının Şehnaz’la olan gönül ilişkilerinden habersizdi. Kulağını henüz ulaşmamıştı fiskoslar… Durdane teyze, ona buna takılmaktan duramıyordu. Şakaları yine güldürüyordu herkesi.
- Kız Şehnaz, gocaya gider gitmez gaynananın kafasını yarmayasın. Akıllı uslu otur gadının dizinin dibinde.
– Niye ki Durdane abla? Ben, gaynanama garılık yapmaya gitmiyom ki. Hem bizim; evimiz, yediğimiz içtiğimiz ayrı gayri olacak. Sünepe gelinler gibi her baskıya boyun eğemem ben!
- Baştan kesiştinimiz mi gız?
- Kesiştik ya! Ben salak mıyım, birlikte oturacak kadar!
Şadiye, Şehnaz’ın ruh haline bir anlam veremedi. Nasıl bir kızdı ki; böyle rahat ve dobra dobra konuşuyordu… Şehnaz ise;
” gocaya gider gitmez senesine varmadan bir erkek doğurayım da Şaban da hırsından çatlasın!, “ diye içinden geçirdi. Aslında intikam dolu bir iç geçirmeydi, bu düşünceleri. Ne de olsa; babalarının keçi gibi inatları,içinde derin bir yara açmışa benziyordu. Yara kabuk bağlamış da olsa maziyi andıkça, aşkı depreşiyor, içi sızlıyordu. Şimdi şu karşısında anasının memesine saldıran minik, kendi kucağında olacaktı. “ İnşallah ikincisi de kız olur Şaban da, kudurur hırsından!” diye intizarlarına devam etti.
Durdane teyze, bu sefer de Şadiye’ye yöneldi.
– Bak gızım, geçen seferki gibi bizim yanımızda doğurmayasın ha. Biz sana misafirliğe geliyoz, sen de kucağımıza yumurtluyon valla…
- Ne yapayım abla. Saatı belli olmuyor ki! Neyse ki sizler vardınız, yoksa tek başıma ne yapardım! İkincisinde de sen olursun inşallah. Sen olunca gözüm arkada olmaz valla!..
- Buldunuz hökümet gibi garıyı, yağlayın bakalım.
NOT: Öncekinin devamı.
YORUMLAR
Ayhan Kardeşim, öykün hayli uzun olmasına rağmen sıkılmadan okunuyor. Bağlantılar ve imlalar güzel; fakat kurgunun bir yerinde hata var gibi. Eğer bu roman olacaksa orasını düzelt.
Kadının hamile olduğu kesinleşince çocuğunu emzirmez. Ben mi öyle biliyorum yoksa gerçek mi bu konuyu araştır ondan sonra yaz. Başkaca bir çarpıklık göremedim çok güzel olmuş. 10 puan.
Tebrikler, selamlar.