- 1479 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Sevgi
“Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Tabi her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmış. Prenses dünyalar güzeli bir kızmış. Kralın emri ile her gün prenses dolaşmak için saray muhafızları ile birlikte sarayın dışına çıktığında ona bakmak yasakmış. Halk onun dolaşmaya çıktığı ilan edildiğinde eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalandırılırmış. Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında… Fakir bir köylü delikanlı iradesini yenememiş ve yavaşça başını kaldırıp prensese bakmış ve başını kaldıran fakir delikanlı ile prenses o anda göz göze gelmişler... Tabii ki… Tahmin edeceğiniz gibi fakir delikanlı prensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin de o derin bakışlarının boş olmadığını düşün en fakir delikanlı günlerce uyuyamamış ve ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş. Bu arada fakir delikanlıya da tutulan güzel prenses onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış. Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler. Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına götürülen delikanlı nasıl olsa ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış. Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarak fakir delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.
Hemen bir gemi hazırlattıran kral gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yalnız yaşamaya mahkûm etmiş…
Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan fakir delikanlı prensese olan aşkını kâğıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış… Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkından haberdarmış. Sonunda martılar bile fakir delikanlıyı anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar… Ve zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile aşkları iyice büyümüş; ta ki… Bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek. Tabii korkulduğu gibi olmamış… Ağlayarak kızına sarılan kral, hayvanların bile bu aşkı anlarken kendisinin anlayamadığı için kendisinden utandığını söyleyerek prensese hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş. Buna çok mutlu olan prenses hemen fakir delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış. Tabii bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da her şeyi anlatarak bütün martıları düğünlerine çağırmış. Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubun düştüğünü fark etmiş. Ve mektubu tüm martılar hep birlikte aramaya başlamışlar… Fakat bir türlü bulamamışlar. Bu arada prensesten mektup alamayan fakir delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış… Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu arıyorlarmış… Prensesin kendisini unuttuğunu yahut istemediğini sanan fakir delikanlı martıların onun için gelmediğini düşünerek, fenerden kendisini kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Ve maalesef kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar…
İşte o gün bugündür, her şeyi düzeltmek için denizler üzerinde uçan martılar o mektubu ararlar. O mektubu bularak o inanılmaz sevgiyi ve her şeyi geri getireceklerini sanırlar ve bu yüzden de hep denizler üzerinde uçarlar.”
Üzerine neler neler yazılmıştır, söylemedik hiçbir şey kalmamıştır!
Bir düşersin; ömür boyu çekersin!
Bazen geldi mi gitmez, bazen çok ağırdır; gücün yetmez, çekemediğin olur, bazen git mi gelmez!
Yaşamayan kimse yoktur! Kolay hissedilir, kolay söylenir; ama, yaşaması; anlamınca yaşaması, yaşatılması çooooook zordur!
Zorluklar değil midir; hayatı yaşanılmaz yapan?
Zorluklar değil midir; hayatın çaresizliği?
Zorluklar değil midir; hep başkası için yaşamak?
Zorluklar değil midir; güzelliğin, güzelliklerin, hayatın önündeki tek engel?
Engelin adı değil midir; zor, zorluk?
Zor olsa da, hangi zorluk önüne engel olarak konsada; zorluk ve çaresizliği yaşamak değer onu uğruna!
Engel tanımaz; laf, söz dinlemez; akar gider gönülden gönüle!
Dağlar, taşlar, kuşlar anlar; anlamak istemeyince anlamaz insan!
Adına sevgi derler; gönülden gönüle akar gider…
“Gönülden gönüle bir yol vardır” her şey o yolda gider!
Hangi engeli koyarsak koyalım, hangi zorluğu karşınına çıkarırsak çıkaralım; o yolu tıkamak imkânsızdır!
En çılgın akan akarsuların önünü tıkayabilirsiniz. Fakat, gönülden gönüle akıp giden masumane bir duygu vardır ki; hiçbir imkân, güç, kuvvet onu engellemeye yetmez!
Onun gücü; temiz ve saflığındadır!
Onun gücü; karşılığının olmaması, hissedilenden başkasında bulunamamasıdır!
Sempati olur; şirinlik hep onda açar…
Şefkat olur; bir çocuğun başında gibidir elin…
Tapınma olur; diz çöker, baş eğersin…
Tutkunluk olur; güneş gibi batsan da, her gün özlemle yeniden doğarsın; kopamazsın…
Hayranlık olur; melül melül bakarsın…
Mahkûmluk olur; ömür boyu zindanda yaşarsın...
Sevda olur; mecnuna döner, dağları delersin…
Vurgunluk olur; kurşun yemişe döner, acı çekersin…
Düşkünlük olur; alır götürürsün…
Tiryaki olur; yudum yudum içersin, içine çekersin…
Başkaldırı olur; görmez gözün kimseyi…
Saplantı olur; yürekte hançer olursun…
Tamahkârlık olur; gönül doymak bilmez…
Alışkanlık olur; uymaktan başka çere yoktur!
“Sevmeye başlayınca eskisinden bambaşka bir insan olduğumuzu anlarız.” Anlarız ki; damlayan bir damla sevginin insanın başını döndürdüğünü, alıp alıp başka diyarlara götürdüğünü, içimizden başka, bambaşka bir ben’in çıktığını anlarız!
Bazen ise; anladıklarımız geç olur, geç kalmış olur!
“Çok uzak bir adada yaşayan güzeller güzeli Ahtapot ve çok yakışıklı bir akrep birbirlerine aşık olmuşlar. Fakat ikisi de birbirinden korkuyormuş.
Ahtapot, akrepten onu zehirli iğnesiyle sokar diye, akrep ise Ahtapotun uzun kolları onu boğar diye. Fakat daha fazla dayanamayarak ikisi de birbirlerine kollarını uzatmışlar. Ahtapot, en kötü ihtimalle bir kolumu veririm, nasıl olsa yerine yenisi gelir diye düşünmüş.
Akrep ise; onun için kendimi feda edebilirim demiş. Birbirlerini çok seviyorlarmış. O kadar mutlularmış ki bütün hayvanlar çok kıskanıyormuş onları...
Zamanla akrepten sıkılmaya başlamış Ahtapot, aklında açık denizler varmış hep. Oralara gidip başka hayvanlarla tanışmanın hayalini kuruyormuş. Güzelliğini bu şekilde geçirmemek için Okyanuslara doğru yüzmeye başlamış. Terk edilen akrep günlerce sahilde onun dönmesini beklemiş. Ardından çok ağlamış fakat göz pınarları olmadığı için, hep içine akmış gözyaşları.
Okyanusların en güzel sularında süzülen ahtapot yeni yerler gördükçe işte gerçek mutluluk diye düşünüyormuş içinden. Akrebi çoktan unutmuş. Derken birden bir balıkçı ağına dolanmış olarak bulmuş kendisini. Kurtulmaya çalıştıkça daha çok dolanıyormuş. Onu gemiye çekmişler. Balıkçılar ahtapotun kollarını kesip geri denize atmışlar. Kesilen kollarıysa içki masalarında meze olarak kullanılmak üzere bir restorana satılacakmış. Canı çok yanan ve ne yapacağını bilemeyen ahtapot eski aşkı akrebe dönmeye karar vermiş fakat kolları olmadığı için yüzemiyormuş artık. Terk edilen akrepse onsuz olmaktansa ölmeyi tercih etmiş ve zehirli iğnesiyle kendisini sokmuş. Diğer hayvanlardan yardım isteyen ahtapot akrebe ulaşmak üzereymiş. Akrebin yanına vardığında ise akrebi ölmek üzereyken yakalamış. Akrep son nefesini verirken; evet işte ben bu güzellik için kendimi feda ettim demiş içinden. Gerçek aşkının akrep olduğu anlamış ahtapot. Ama artık ne ahtapotun onu saracak kolları kalmış, ne de akrebin onu tekrar sevebilecek kalbi...
Her şey zamanında yaşandığında güzeldir...”
Ne zamansız kışın, ne zamansız baharın, ne de zamansız yazın tadı vardır. Mevsim bile zamanında yaşanığında güzeldir!
İçindeki güzelliğidir mevsimi çekici kılan, yaşanılır yapan!
Birbakmışsın, bembeyaz gelinlik giymiştir! Birbakmışsın, yeniden canlanıp yeşil, yemyeşil olmuştur! Birbakmışsın, çiçek bahçesine dönmüştür her yer! Bir de bakarsın, sert rüzgarlar esmeye başlar; mevsim hazandır artık! Boyun bükülür, sararır herşey, her yer! Veda vaktidir; birer birer dökülür yapraklar. Sert rüzgarlarla savrulur oradan orya!
İnsanında mevsimi vardır! Duygular çiçek, yaprak ve meyve gibidir! Ve mevsiminde yaşanılmalıdır her duygu!
Bugün yaşamamız gerekipte, yaşamak için yarına ertelediğimiz güzel duygular, duygularımız yaşanılmak istendiği an gibi tat vermez, vermeyebilir! Tat alamadığımız duyguların mevsimi birden geçiverir. Bir bakmışızki, mevsimimiz hazan olmuş; yaprağımızı alıp götürmüştür zaman!
Yaşamaya derman kalmamıştır!
Yaşanmadığı sürece her güzel duygu; yarınlar hep eksiktir, eksik kalaçaktır, eksik yaşanaçaktır!
Hep eksik olan, eksik kalan, eksik yaşanan yarında, yarınlarda değilmidir gözümüz, gönlümüz?
Ahh demek değilmidir; pişmanlığın, özlemin ifadesi!!! Ahh :( demek değilmidir; hep geçmişe dönmek!!!
Her yarın, son nefesimizin olduğu yarın, yarınlar olabilir!!! Her son nefes, yarından alaçaklı olarak ahhlarla bitebilir!!!
Bazen an olur ki; “gülmeyi beklerken, tebessüm etmeye bile zaman bulamayız.”
Bazen dert olur, bazen yaradır yüreğinde kanayan; çare ararsın, ilaç, merhem odur, çaresi ondadır!
Bazen çere olsada zaman; çare olamadıklarıda vardır!
Ölüm, zulüm değildir çare; yaşamaktır ve sevgiliyi yaşatmak!
Bazen amaç olur, çare! “Amaç, sevgi uğruna ölmek değil, uğrunda ölünecek sevgi bulmaktır.”
Arar durusun hep; uğruna herşeyi feda edeceğin sevgiyi, sevgiliyi! Ve amacın olur; herşeyi göze alır yıllarca çekersin, taşırsın bıkmadan usanmadan!
“Evini yeniden dekore ettirmek isteyen Japon bunun için bir duvarı yıkar. Japon evlerinde genellikle iki tahta duvar arasında çukur bir boşluk bulunur.
Duvarı yıkarken, orada dışarıdan gelen bir çivinin ayağına battığı için sıkışmış bir kertenkele görür. Adam, bunu gördüğünde kendini kotu hisseder ve ayni zamanda meraklanır da kertenkelenin ayağına çakılmış çiviyi görünce. Muhtemelen bu çivi 10 yıl önce, ev yapılırken çakılmıştı.
Nasıl olmuştu da kertenkele bu pozisyonda hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yaşamayı başarmıştı? Karanlık bir duvar boşluğunda hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yasamak çok zor olmalıydı. Sonra bu kertenkelenin 10 yıldır hiç kıpırdamadan nasıl 10 yıl yaşadığını düşündü- ayak çivilenmişti!!
Böylece çalışmayı bırakır ve kertenkeleyi izlemeye baslar, ne yiyor acaba? Sonra nereden çıktığını fark edemediği başka bir kertenkele gelir ağzında taşıdığı yemekle…
İnanılmaz!!! Adamı sersemletir gördüğü manzara.
Bu nasıl bir sevgi?
Ayağı çivilenmiş kertenkele, 10 yıldır diğer kertenkele tarafından beslenmekteydi…
Bu iki kertenkele arasındaki ilişki acaba ne olabilir: eş, arkadaş, sevgili, abi, kız kardeş…
Aralarındaki ilişki her ne olursa olsun, görünce bize rahatsızlık verecek bu iki canlı bize bir şeyler anlatmak istiyor:
SEVDİKLERİNİZİ ASLA TERKETMEYİN, UNUTMAYIN ONLARI.”
İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran en belirgin özelliği düşünebilmesi ve aklı ile hareket edip davranışlarına yön vermesi olsa da; hayvanların bilinçsiz olarak yaptığını sandığımız öyle davranışları vardır ki; insan görünce hayretler içinde kalır, kalırız!
Hayvan deriz geçeriz! Fakat, zaman olur öyle dersler verir ki, insan olarak insanlığımızdan utanırız! Biz karşımızdakine sabredemez, başımızdan atmaya çalışırken, onlar yıllarca başucundan ayrılmaz!
Yaşadıkça yaşatmaya çalışır!
Bağlar onu oraya bir şey, dönüp gidemez!
Sevgi uğruna değildir mücadele; sevgiyi bulduğu sevdiği, değer verdiği uğrunadır mücadele!
“Yeni evli bir çift vardı. Evlendiklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişler.
Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdir. Son zamanlarda o kadar sık olmasa da evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi. Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkmasına yetiyordu.
Bir akşam oturup, ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. Her ikisi de, boşanmayı istemekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar.
Erkek, “Aklına bir fikir geldi” dedi. “Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım.”
Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gitti. Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler.
Aradan bir ya geçti. Bir gece bahçede karşılaştılar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı.”
Sevdiği uğruna mücadele etmek; sevgi için dikelen ağaca gizli gizli bidonla su taşımaya benzer!
…ve “Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır.”
Sevmek birbirine değil de, birlikte aynı noktaya bakmaksa; iki seven aynı noktaya bakması gerekiyorken farklı başka noktalara bakıyorlarsa; birliktelik, sadakat var mıdır acaba?
“Bir bahçede yaşayan günebakan, güneşe âşıkmış. Her gün sabahı sabah eder, sevdiğinin yüzünü görmek için büyük özlem duyarmış. Güneş de ona âşıkmış. Ama uzaktan uzağaymış sevgileri, birbirlerine açılamadan, bakışmalarla duygularını ifade ediyorlarmış. Bu bile yetiyormuş onlara.
Güneş her sabah sevdiğini görmek için en mutlu, en parlak, en sıcak ışıklarını saçarmış. Günebakanın da sevgisi o kadar güçlüymüş ki, güneş ne tarafa gitse yüzünü o yöne çevirir, akşam güneş gittiğinde ise, büyük bir kederle başını öne eğer, tekrar sabahın olmasını beklermiş.
Tüm sevda hikâyelerinde bir arabozan olur ya? Aynı bahçede yaşayan sarmaşık da günebakana âşık olmuş. İçten içe onu seviyormuş, sevgisi o kadar büyükmüş ki, günebakanın başka bir yere bile bakmasına dayanamıyormuş. Onun güneşe olan tutkusu çıldırtıyor, kıskançlıktan çatlıyormuş. Onu kendime nasıl çevirebilirim düşüncesindeymiş. Sonunda onu sürekli kendime çevirebilirsem belki bana âşık olur, benden başkasını gözü görmez, güneşi göremezse onu unutur diyerek, her şeyi göze almış ve günebakanın vücuduna sımsıkı sarılmış.
Günebakan güneşe bakmak için çabaladıkça sarmaşık sımsıkı kollarıyla onu kendine çevirmiş. Zavallı günebakan ne yaparsa yapsın boşunaymış. Sarmaşık onu çok sıkıyormuş, derdini bir türlü anlatamamış, aslında güneşe âşık olduğunu, sarmaşığı sevmediğini söyleyememiş. Güneş de kahroluyormuş, ama o kadar uzaktaymış ki bir türlü sevdiğine yardım edemiyormuş.
Sarmaşık karşılıksız da olsa günebakana yakın olmanın, ona sarılabilmenin mutluluğunu yaşıyormuş. Ama onu ne kadar incittiğinin, ne kadar kederlere ittiğinin, ne kadar zayıflattığının farkında bile değilmiş. ”Olsun, zamanla beni sever” diyormuş. Bir sabah güneş doğmuş yine, ama günebakanın başı yere eğikmiş, saatler geçmiş, hala günebakan hareketsiz başı önündeymiş. Sarmaşık güçlü kollarıyla sarsmış onu, ama günebakan hareket etmiyormuş. Günlerdir sarmaşığın sımsıkı sarılı kolları, onu nefessiz bırakmış. Bir şey yapamamanın çaresizliği, onun yaşama olan bağlılığını koparmış, hayattan zevk alamaz olmanın haliyle günebakan ölmüş.
Sarmaşık o zaman anlamış yaptığı yanlışlığı, onu çok sıktığını, aslında buna hiç hakkı olmadığını anlamış anlamasına ama iş işten geçmiş. Onu ebediyen kaybetmiş.”
Evet... Sevmek, birlikte aynı noktaya bakmaktır!
Bazen aynı noktaya bakmayınca sonumuz olur, ölürüz!
Bazen aynı noktaya bakması, bakmamız engellenir; sıkılır, boğulur, başınızı, başımızı kaldıramayız öldürür, öldürülürüz! Anlarız, "anlamasına ama iş işten geçmiş” olur!
Öyle bir geçmiş olur ki zaman; ahh deriz, vahh deriz; geri, geriye dönüşü yoktur, olmaz!
“İnsan sevdiğiyle beraberdir.” Sevdiğine bakar, sevdiği ile yaşar!
Sevdiğine sadakatte bağlı kalamayan, olamayan ve aynı noktaya bakamayan sizce sevdiğiyle mi beraberdir?
Siz hangi noktaya bakıyorsunuz?
Beraber diktiğiniz sevgi ağacını kurutmayın!