57
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3253
Okunma
Konak tayım. Kemeraltı çarşısını gezdim. Bankanın yan sokağında, gayet süslü ayakkabı boyacılarının yanından geçerken Yan tarafta derme çatma boyacı sandığının başında minik ama sevimli küçük bir boyacı dikkatimi çekti. Çocuğun başına dikildim.
“Abi parlatalım mı?”
“Kaç para?”
“Ne verirsen ver abi”
“Olmaz ne kadar olduğunu söyle?”
“Siftah yapacağım abi ne verirsen ver”
Hem takılıyor, hem de pazarlık yapıyorum.
Yirmi beş kuruş olur mu?
“Önemlimi abi gel koy ayaklarını sandığın üstüne hiçte para verme şu an ayakkabı boyama kaç lira biliyor musun?”
Gözleri çakmak, çakmaktı. Avurtlarını sıkıp sinirli olduğunu belli etmemeye çalışıyor, başı önde ayakkabılarımı fırçalıyordu. İşi bitmiş kömür karası gözlerini bana dikerek
“Tamam mı? Abi derken zoraki gülümsüyordu.
Biraz daha küstahlaştım.
“Hayır olmadı. Şimdi boyatacağımda kaç paraya bilmem gerek”
“Abi sende bir hoşsun ya, yirmi beş kuruşu zor veriyorsun, boya parasını nasıl vereceksin ki?
“O başka, bu başka söyle kaç para”
“Bir lira” derken bayağı tedirgindi.
“Çok pahalı bu ne ya elli kuruş olursa boya”
“Tamam “
Diyerek ellerindeki fırçaları yere bıraktı. Derme çatma sandığının içinde boyayı çıkarıp, sünger üstüne sürdü. Keyifle işini yaparken dokuz veya on yaşında olduğunu gösteriyordu. Sıska vücudunu eski bir kot pantolon ile kapatmış, bozarmış tişörtün içinde esmer teniyle hemen göze çarpıyordu. Belli ki fakir biriydi. Çok küçük yaşta üzerine aldığı yaşam kavgasının izlerini gösteriyor. Son derece sevimli cin gibi biri olduğunu hemen belli ediyordu.
İşini bitirmiş. Benden alacağı parayı bekliyordu.
Cebimden çıkardığım beş lirayı uzattım.
“O, ne abi, vereceğin yetmiş beş kuruş, bozuk paran yok mu? Yirmi beş kuruş parlatmaya, elli kuruşta boyaya”
“ Hayır, hepsi senin”
“Olmaz, benim hakkım ne ise onu ver.”
“Hadi nazlanma hepsi senin dedim ya. Koy cebine”
Yüzüme baktı. Kızmakla karışık bakışlarıyla parayı alıp sandığını omzuna asarken hiçbir şey söylemedi. Hızlı, hızlı giderek Kemeraltı kalabalığına karıştı. Vapur iskelesine yöneldim. Saat kulesinin etrafındaki güvercinleri seyre daldım. Küçük çocuklar ellerindeki yem dolu tasları yerlere atıyor, kuşlarda kalabalık halinde yemlere hücum ediyorlardı. Yaşlı bir adam, iskemlesinin önüne açtığı yem dolu tasların boşalanını dolduruyor, isteyene bir lira karşılığında dolu tasları veriyordu.
“Ne kadar amca”
“Ne verirsen ver oğul”
Bu gün küstahlığım tavan,
“Olmaz kaç para”
“Hiç önemli değil sen al kuşlara at”
Eğildim, yem dolu tası alırken, omzuma dokunan ele doğru döndüm.
Sevimli boyacımdı. Hiçbir şey söylemeden avuçlarıma bir sürü bozuk parayı bırakıp hızla uzaklaşırken,
“Ben hak ettiğim parayı aldım. Bunlar senin, madem bu kadar para verecektin neden sıkı bir pazarlık yaptın ki? Amma film adamsın ya”
Hiçbir şey söyleyemedim. Kalabalığın arasından kayboluşunu izledim.
Elimdeki bozuk paraları sayınca beş liranın üstünü getirmişti. Hakkı olan yetmiş beş kuruşu almış. Kalanını iade etmişti.
Şaşırdım. Üzüldüm. Biraz takılayım dedim. İş nereye vardı? Boğazımdan aşağı bir şeyler aktı. Kendime kızarak elimdeki tüm bozuk paraları yemi satan ihtiyara bırakarak hızla iskeleye doğru yürümeğe başladım.
“ Keşke kâğıt para verseydin bu gün çok bozuk param oldu.”
Diyen ihtiyarı hiç umursamadım.
Öfkem büyük, vapurun üst katında körfezi, bizle yarış eden martıları izlerken içimden bir şeyler koptu. Ben biraz şakalaşayım derken ihtiyaçlarından başka bir şey düşünmeyen, bunu tedarik ederken prensiplerinden asla ödün vermeyen kömür gözlü sevimli minik boyacıdan fazlasıyla dersimi almıştım.