- 757 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SEYDİBEŞİR KAMPI!
Görmek büyük bir lütuftur. Gökyüzüne baktığında; güneşi, ayı, yıldızları, bembeyaz bulutları yer yüzüne baktığında; tomurcuk açmış gülleri, rengarenk çiçekleri, uçsuz bucaksız ormanları, denizleri görmek gerçekten büyük bir lütuftur. Görmek, görebilmek… bunun ne demek olduğunu en iyi anlayanlardan biri de benim. İsmim Hüseyin, Yozgatlıyım. Vatan toprağını savunmak için ta Filistin’e gelen binlerce yiğit Osmanlı askerinden biriyim. Elimizden geleni yaptık ama olmadı, başa çıkamadık düşmanla, esir olduk. Keşke, keşke bende şehitler kervanına katılsaydım da esir olmasaydım. Ama nasip değilmiş o mübarek şerbeti savaş alanında içmek. Alın yazımızda çöl sıcağı altında son nefesimizi vermek varmış ne diyelim “vatan sağ olsun.”
Burada her şeye alıştım, küfre, hakarate, iskencelere, çöl sıcağına, akrebe, çiyana, ermeni doktorların zülmüne her şeye, her şeye alıştım da bir şeye alışamadım; görmemek, görememek! Karanlıkla arkadaş olmaya alışamadım oysaki bu günlerde tek arkadaşım o; karanlık. Kör Salih emmi vardı bizim köyde, yaşlı, ufak tefek, nazmında niyazında, dünya işlerinden elini ayağını çekmiş, tek derdi Kur-an ve Allah aşkı olmuş sofi biriydi. Görememesine rağmen hiç şikayet etmezdi. Bir keresinde bana “oğul rabbim bir şeyi uygun görmüşse bil ki o senin için en hayırlısıdır, şüphesiz o bizim bilmediklerimizi bilir, bize düşen ona şükretmektir. Benim gözlerim görmez doğru ama ezberim kuvvetlidir, hamd olsun bir işittiğimi daha unutmam, o yüzden Kur-an zihnimdedir. Rabbim bir yerden alırken, değer yere vermeyi unutmaz.” Demişti. Beni ayakta tutan bu ve bunun gibi sözler, yoksa dayanamazdım.
Her gece uykularım bölünüyor. Yanlış anlamayın, sinekten, böcekten, akrep ve çiyan korkusundan değil. Bu başka bir şey o an, o iğren an görmeyen gözlerimin önünden gitmiyor: “sen, sen, kime diyorum sıra sende, uzun boylu olan gel buraya. Soyun, üzerinde ki her şeyi çıkar. Çıkar diyorum sana! Adi yaratık! Pis Osmanlı! Yaklaş, gir şimdi içine. Gir dedim sana!” Evet, o an aklımdan çıkmıyor… dipçik darbeleri içinde o havuza girişim; önce ayaklarım yanmıştı, sonra vucudum sonra da gözlerim… Ne büyük bir acı, ne büyük bir keder. Anlatmamı beklemeyin anlatamam, ben anlatsam dahi siz anlayamazsınız sadece biz anlarız ben ve on beş bin arkadaşım…
Burasının adına Seydi Beşir kampı diyorlar. Hayatım boyunca böyle tiksinti veren başka bir isim duymadım ve görmedim zaten son gördüğüm şey de burası, bu iğrenç yer. İngilizler ve Ermeniler iyi birer dost olmuşlar. Bir zaman millet-i sadıka olan Ermeniler, şimdi İngilizlerin yalakalığını yapıyorlar. Bize karşı iyi davranmalarını beklemiyorum ama hayvanca davranmalarına da tahammül edemiyorum. Yukarıda bahsettiğim o havuza girmek istemeyen Konyalı Cafer’e ne yaptıklarını tahmin bile edemezsiniz. Bilmem kaç derece olan o sıcakta, o yakıcı güneşte, en ufak bir meltemin bile esmediği o çölde hiç acımadan ve umursamadan sanki uyuz bir köpek gibi kuma gömdüler! Sonra bayılana kadar kırbaçladılar!
Yemek vermiyorlar, verseler de at ve katır eti o da çürümüş ve kokmuş olanlarından veriyorlar, yesen bir türlü yemesen bir türlü… Düşünüyorum da bizde de alınan esirlere böyle mi davranılıyor acaba? Sanmam, mümkün değil! Biz Müslümanız, biz Türküz. Hz. Peygamberin savaş esrilerine nasıl davrandığını iyi biliriz ve ona göre davranırız. Çanakkale harbinden sağ dönen Ömer anlatmıştı; “… çocuk yaşlarında bir gavuru esri aldık, yaralıydı, yaralarına baktık, açtı ekmeğimizi böldük, susamıştı, bir yudum suyumuzu ona verdik…” biz buyuz onlar bu! Aramızda ki kocaman fark; biz insana, insan gibi davranıyoruz… gerisi onların ayıbı!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.