- 680 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
PLASTİK HAYATLAR-3
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Zaman zaman ayın geceden kalan son ışık huzmelerini emanet ettiği sabahları yaşardı yüzün. Dikkatimden kaçmazdı, güneşli yüzüne vuran gecenin hüzünlü bakışları. Bir sabah, gözyaşlarını elinin tersiyle silerek sakladığını görmüştüm. Ah çocukluk! Cahil cesaretiyle dolu, geveze günlerim...
-Annen mi kızdı sana? Diye sormuştum.
-.... Susmuştun... Bazen susmak gerektiğini hatırlatır gibi.
Durumu idare etmemem gerektiğini anladığım. Geçiştirilip, söylenmeyen cümlelerin acısını unutturup, seni avutmak adına konuşmuştum çocuk dilimle. Henüz bilmiyordum hayatın bu dersi bıkmadan, usanmadan defalarca tekrar ettireceğini. Bu yüzden, şimdilerimin farkı yok dünden. Ne zaman üstünden atlanması mecburi acılar görsem, aynı çocuksu telaşa kapılıp, içimden çok konuşan bir çocuk çıkarıyorum. Müjgan abla sen ağlama.
Sonsuza kadar yıkılmayacak sağlamlık sergileyen taş duvarlar köşk bahçelerini saklardı bizden. Köşk bahçelerinde meyveler dalları dökülene kadar işgal ederken, gecekondu bahçelerinde ağaçlar, meyveler olgunlaşmadan talan edilirdi. Caddenin tapulu arazisi üstüne kurulmuş eski konak ve köşklerin arnavut kaldırımlı sokaklarına benzemezdi, çamurlu sokaklarımız. Alt yapıdan yoksunluk, mahallenin yoksulluğuna karışırdı. Bilinçaltı bir gerçeklik hissettirirdi bizlere yoksun ve yoksul olduğumuzu. Nüfus sayımında, köşk sahiplerinin az çocuklu halini dengelerdi mahallede ikiye katlanan çocuk nüfusu. Zenginlerin yaşadığı sokaklardan edinilmiş arkadaşlıklarımız yoktu. Onlar şoför eşliğinde, arabayla okula gidiyordu. Mahallenin kavşağında kesişirdi yolumuz. O çocuk bizi fark eder miydi? İzler miydi? Görmezden mi gelirdi? Bilmiyorum. Ambulans, itfaiye, polis aracı ve belediye otobüsünden başka araç kolay kolay geçmezdi caddeden. Merakla izlerdik, fiyakalı arabanın arka koltuğunda oturan çocukları. Biz hep ön koltukta oturmayı hayal ederdik nedense. Belediye otobüsünde, ön koltukları yaşlılara terk etsek de, köye giderken babam ön koltuklardan bilet almaya gayret ederdi. İnsanlar ön koltuğun seyrinde, hayatın başka aktığını düşünüyor olmalıydı. Mahalle gençliği özel şoför olmaya özeniyordu.
Mahallenin çocukları merak ederdi köşk bahçelerini. Yeşilçam klasiklerinin doğru olduğunu bilirdik, izlemeden filmleri. Mahallede oturan, köşkte bahçıvan akrabamız, hizmetçi tanıdıklarımız vardı. Annelerin bir kısmı evlere gündelik temizliğe giderdi. En sık duyduğum ve sevmediğim kelimeydi “hanım”. Mahallede kimse kimseye hanım diye hitap etmezdi ama laf arasında “çalıştığım hanım” derdi kadınlar. Hanım kelimesi o yıllarda böylesi zengin insanlara verilen paye gibi dillendirilirdi. Kadınlar arası gerekli, gereksiz tüm kavgalarda “hanım evladı” dalga geçilerek söylenen bir cümleydi. Hanım diye paye verilen kadınların adı sık sık geçerdi mahallede. Zengin kadınlar evlerinde çalışan kızları, Rabia abla gibi severdi. Berbere götürüp, moda kıyafetler hediye ederdi. Mahalleye çuval çuval eski çocuk kıyafetleri, ayakkabılar yollanırdı. Bu yüzden çok önemliydi, bize alınan kıyafetlere “annem yahut babam aldı” diyebilmek. Utanmasak da, övünecek bir yanı yoktu eski kıyafetlerin. Çocuklar arasında "hanım yollamış" dendiğinde, meseleyi irdelemeden konuşmayı sürdürmeye gayret ederdik. Zaman zaman albenisi yüksek, süsü ve pahalılığı dikkat çeken kıyafetler, merakla konuşulurdu. Kıyafetlerin ilk sahibinin varlığı, mahcup bakışlarımızı kirleterek, kıskançlığın gölgesini düşürürdü aklımıza. Mahallede neredeyse her gün film çekimi yapılırdı. Mahalle film setine döner, yaşayanlar fakir mahallenin en doğal figüranı olurdu. Çocuktuk, farkında değildik, çevrilen filmlerde figüran hallerimizin, fakir mahallemizin. Yeşilçam klasiği dendiğinde irkilişimin sebebi tüm bunlar olabilir mi? İzleyenler neşeyle gülerken, en yakın arkadaşlarınızın figüran haline bir filmde rastlamak kolay değildi. O filmler çekilirken, gösterime girmeden izlemenin sevinciyle kameralara gülümseyen yüzler aklımın köşesinde donup kalıyor. Beyoğlu’nda yeşil çam ağaçlarının olmadığını herkes tahmin ediyordur. Sokağın adını mahallenizden aldığını bilmek bazen içinizi burkabilir.
Matematik dersinde öğretilen farklı kümelere benzerdi sokaklarımız. Küme farklarını çabuk kavrayan çocuklardık. Özenle döşenmiş arnavut kaldırımlı sokaklarla kesişen, farkların bize tanıdığı ayrıcalıktı çamur. Plastik çizmeleri icat eden adam, bil ki sana hep minnettarım. Bata çıka yürüdüğümüz sokaklarda hayat kurtarıcımızdı plastik çizmeler. Sabahları hademe Hasan amca okulun giriş kapısında elinde süpürgesi bizi bekler, hem bizi hem çamurlu çizmelerimizi iştimaya çekerdi. Çok konuşan çocuklar değildik, bakışlarla anlaşırdık. Kapı girişinde Hasan amcanın süpürge hizasına, sıraya dizilirdik. Hasan amcanın paspaslarını yıkadığı çeşmede çamurlu çizmeler itirazsız yıkanırdı. Bizim gibi mahallelerin, okullarına özgü sabah karşılamasıydı bu. Bir nevi Hasan amca geleneği. Gelenekçilik sadece Hasan amcaya özgü değildi. Ders bitip eve döndüğümüzde, annemde kapıda aynı geleneği yağmur saçağından biriken su kovası başında, elinde süpürgeyle uygulardı. Hasan amca bizim köylü değildi ama şaşardım annemle aynı geleneği biliyor olmasına. Bu gelenek aynı mahallede oturmanın getirisiydi. Elde süpürge tehdit unsuru görüntüsü verse de etrafa saçılan çamurlu suları, söylene söylene süpürmek için kullanılırdı sadece.
Mahallenin en büyük sorunu suydu. Su hayattı ve hayat mahalleye belediye çeşmesinden kısıtlı akardı. Belediye sizden şikâyetçiyken, belediyeye şikâyet dilekçesi yazılmaz. Çamurlu olan bizdik. Temizlenmek içinse, çok suya ihtiyacımız vardı. Gecekondu mahallesinde büyüyen çocukların sevdiği mevsim, yağmurlu mevsimler olur. Zira, çocuklara yüklenirdi su taşıma görevi. Kar taşımadan elde edilen kutsal su kaynağı gibiydi. Derme çatma çatıların saçağından akan suyun damlası israf dilmezdi. Ben, en çok kışı severdim. Kar yağdığında eğreti duruş yok olur, beyaz masumiyete bürünürdü mahalle. Evlerimiz kar altında, acemice resim defterine çizdiğim, dumanı tüten sevimli kulübelere benzerdi. Yağan kar, yeşil çamlardan neşeyle dökülür, buzlanan saçakların ışığı, büyülü kristal küreye hapsederdi mahalleyi. İstanbul’un göbeğinde bir nevi köy hayatı yaşanırdı mahallede. Köyden gelen dayanışma ve yardımlaşma anlayışı hüküm sürerdi kış aylarında. Bu ruh yüzünden, soğukta evinde donan insan manzaralarına rastlanmazdı. Köylerinden koparılan insanların yüreğinde taşıdığı kalaylı bakır kaplardan yansıyan ışıktı yardımlaşma ruhu. Henüz plastikleşmemiş.
YORUMLAR
Yazının başı olduğunu farkettiğimde, dönüp, sırasıyla okudum. Zenginliğin hiç görünüp bilinmediği bir yerde yoksulluk, çok daha kolay sanırım.
Bir çocuk kalbini böylesine inciten tezatları böyle duygular eşliğinde okumak ise çok güzel. Keşke her çocuk güzel günlere, sevgi ve zenginlik dolu bir hayata doğsa! Lâkin, hayat bu, imtihan bu. Bir çocuk kalbi bunu anlamakta zorlansa da, zenginlerimiz bu uçurumu kapatmak için kendine düşeni yapmadığından uçurum gittikçe büyüse de...
Aslında zenginlik= mutluluk değildir hiçbir zaman. Yine de maddi sıkıntılarla boğuşan insanların çocuklarına sevgilerini vermek, fakirliğin verdiği eksikliği sevgiyle kapatmak aklına pek gelemiyor olmalı. Malûm, eve ekmek getiremeyen baba o sıkıntıyı unutup da nasıl çocuklarıyla oynasın, gülüşsün? Öyle olunca da hem maddi, hem manevi bir yoksulluk daha da katlanılmaz oluyor, haliyle.
Çok güzel tahliller var yazınızda. Meselâ eski kıyafetlere karşı duyulan tepki... Sevilenin yerine birini ihanet olur korkusuyla koyamama... (İkinci his yabancım değil: Sevdiğim bir öğretmenin yerine geleni kolay kolay kabullenemezdim.. Ne günahları varsa!)
Tebriklerimi iletiyorum. Selâm ile...