- 1160 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
359 - ED DÂR
Onur BİLGE
Sohbetinden en çok hoşlandığım komşumuz, Zerrin Hanım… Bir araya geldiğimizde onu dinlemeye doyamıyorum! O kadar güzel şeyler anlatıyor ki! Sanki çocukluğumu tekrar yaşamaya başlıyorum. Adeta olanları değil, masallar anlatıyor. Jestlerini mimiklerini takip ediyor, anlatışındaki heyecanı hissediyorum. Olaylar hayalimde canlanıyor, gözlerimin önünden sinema şeridi gibi geçiyor, seyrediyorum. Genelde akşamları buluşuyoruz. Ya biz ona gidiyoruz ya o bize geliyor. En çok o bize gelsin istiyorum. O zaman çocuklar parazit yapmıyor, bütünlük bozulmuyor, konuya adapte olmada zorluk çekmiyorum. Evlerinde daha rahatlar. Bir curcunadır gidiyor! Hoş bir sohbet olmuyor. Bir de ikram için gidip gelmeleri… Onları evde bırakıp geldiğinde, hayatın çocuksuz tarafından bir akşam çaldığı da oluyor.
Rumeli kesiminden esintiler yaşatıyor bize. Ötenin şivesiyle konuşuyor, Trakya güzeli. Her zaman ağzından çıktığı gibi aktarmam kolay olmuyor. Sesi, konuşma tarzı her ne kadar halen kulaklarımda olsa da kendi üslubumla, İstanbul ağzıyla yazacağım. Hayale sınır yok. Bursa muhacirlerinin nasıl konuştuklarını da bilmeyen yok. Okunurken uyarlanabilir.
Anlaşılan, eşi belli bir işte sebat edememiş, boyuna iş ve işyeri değiştirip durmuşlar. Bir zaman da bakkal dükkânı açmışlar. Bu defa yer, Bursa’nın kenar mahallerinden biri… Ana caddeden epey içerde küçük bir bakkal dükkânı… Parkın arkasında, saklanmış gibi, fark edilmeyen, sadece tesadüfen veya birisinden duyularak gelenlerle ayakta kalmaya çalışan bir iş yeri… İki katlı bir evin balkon çıkıntısının altında, batıya bakan kapısı ve boydan boya vitriniyle bir işkence mahalli… Özellikle yaz günlerinde öğleden sonra vuran güneşin sıcaklığıyla seraya, dökülen terler nedeniyle saunaya, konumu ve boyutu itibariyle de banyoya benzeyen, diğer üç tarafı penceresiz, nefessiz duvarlarla çevrili, oyuncak gibi bir dükkân…
Sabahları, çevre esnafının: “Günaydın!” ve “Hayırlı işler!” için başını uzattığı, parkın içinde oynamakta olan çocukların serçeler gibi konup uçtukları, ara sıra arkadaşların, komşuların misafir olarak gelip, yarım saat, bir saat kadar oturup, can sıkıntılarını atmaya çalıştıkları bir mekân… Yalnızlıktan vaktin geçmek bilmediği, günlerin, dolayısıyla ömrün uzadığı hissini veren, bunalım dolu, tek kişilik bir hapishane koğuşu…
Küçük kırmızı bir teypli radyo, ara sıra ses arkadaşlığı yapılan. Bir de telefon… Sessizlik, yalnızlık, hatta kimsesizlik… Gelinlikle çıkılan kapıya gözyaşlarıyla dönmemek, ele güne rezil olmamak için dağlanan bir yüreğe taş basış… El bebek gül bebek büyüten bir ailenin ardından vuran kıran huysuz bir sahip… Geçim derdinin, olanca ağırlığıyla omuzlarına yüklendiği gencecik bir anne, yavrularının yüzlerine bakmaya kıyamayan… Müebbede mahkûm, azat ediliverme hayalleri kurmaya dahi cesareti olmayan… Gece gündüz iş güç… Bir dakika boş durmaya alışık değil. Sadece kendisi için yaşamayı lüzumsuz kabul eden, aile içi işleri bitince birileri için de bir şeyler yapmaya can atan biri…
Tek tük gelen müşterilere bakma dışında saatlerce süren yalnızlığın sıkıcılığını dağıtmak için dantel örerek oyalandığı günlerden bir pazartesi. Buram buram terleten Temmuz’un ikinci yarısı…
"Dantelin ritmik hareketleriyle transa geçmişçesine hayal âlemine dalıp gitmişken bir ara içerinin karardığını hissederek başımı kaldırdım. Bir kadın silueti… Kapıdan içeriye kafasını uzatmış, öylece duruyor. Tanıdık biri… Sol ayağı diz altından yeni kesilmiş, iki koltuk değneğiyle zorla yürümekte olan, başı beyaz bir tülbentle yarım örtülü, çiçekli beyaz basma pijamasının üstüne bir bluz giyivererek sokağa fırlamış zannı veren, elli yaşlarında bir kadın… İçeriye şöyle bir göz attı ve geçti gitti. Göz ucuyla takip ettim. İlk bakışta, can sıkıntısından çok, koltuk değneklerine alışmak amacıyla dolaşmakta olduğu hissi uyandı. Takur tukur yan taraftaki tuhafiyeye girdi. Bu, bir ay kadar önce, karşıdaki terzihanede gördüğüm, sürekli ağlayan ve durmadan konuşan kadındı. O zaman, beyaz sargı beziyle sarılı olan ayağını, önündeki sandalyeye uzatmış, terziye birilerini şikâyet edercesine hararetli hararetli bir şeyler anlatmaktaydı. Geldiğimi fark edince susuvermiş, yaşlarını elinin tersiyle kurutmaya ve gülümsemeye çalışmıştı. Terziye:
“Hayırlı işler!” Ona da: “Geçmiş olsun! Ne oldu?” diyerek yapmış olduğum derdini paylaşma teklifine hiç cevap vermediği için üstelememiş, fakat tek bir sözcükle bile karşılık vermediği için konuşmak istemediğim, zaten sıkıntılı ruhuma hiç de hitap etmeyeceğini gayet iyi bildiğim, kendi dertlerimi kaldırmakta zorlandığım o en hassas dönemimde, depresyonda olduğu için sürekli ağlayan söyleyen bir kadını asla çekemeyeceğimi gayet iyi biliyordum. Hem cevap vermediği için ona içten içe kızgın ve kırgındım.
Tekrar dantelime daldım. Yarım saat kadar geçti geçmedi: “Tak tak tak!” uzun aralıklı koltuk değnekleriyle yürüyüş sesi… Boş kapıya takıldı kaldı gözlerim. Eyvah!.. Korktuğum başıma gelmişti! Kadın kapıdaydı! Dikkatle ilerledi, kocaman vücudunu, küçücük dükkândaki tek sandalyenin üstüne zorlukla bıraktı. Ya altıncı his, ya da terzihanedeki sükût ve sükût öncesi bağıra çağıra serzenişin etkisiyle:
“Bulduk belayı! Çekeceğimiz var!” dedim, içimden.
İyi ki beynimizden geçenler duyulmuyor, duygularımız okunmuyor! Hemen kendimi toparladım, ayağını koyabileceği bir tabure uzattım. Türk misafirperverliği gereği, gerekeni yapmalıydım. Ön yargılı olmamalı, onunla birlikte Allah’ın da geldiğini aklımdan çıkarmamalıydım. Bu kararı alışım, ona sıcak ve sevecen bir şekilde yaklaşmamı sağladı.
Kısa sürede kaynaşıverdik. Epey sohbet ettik. Bu arada gelen giden de oldu ama sohbet bölünmedi. Çünkü ara vermeden konuşuyor, olup biteni anlatıyor, sebep olanları kebap yapıp duruyordu.
Dükkândan bir yazmayla benzer renkte yumak almış, örerek vakit geçirecek… Kenarlarını kıvırmaya çalışıyor, bir türlü beceremiyor. Aldım elinden, orada oturduğu süre içinde dört kenarını bükerek tek sıra iğne oyası yapıverdim. Çok hoşuna gitti.
Onun, böyle şeylere değil, başından geçenleri anlatmaya çok ihtiyacı vardı. Ağlamalar, şikâyetler, etrafı suçlamalar, bitmek bilmez yakınmalar iki saati buldu. Derdini unutturmak için kaç kere konuyu dağıtmaya çalıştıysam da ne yaptı yaptı, tekrar kaldığı yere döndü, devam etti. Biter diye bekledim, biter gibi oldu, sevinemedim. Çünkü başa döndü, tekrar anlatmaya koyuldu. Anlattıklarıyla alakasız ne çok şey söyledim! Nafile… Sonunda ona bir şeyler dinletmeye karar verdim. Sağ tarafımdaki radyoyu açtım ve birer şarkı tutmayı teklif ettim. İyi ki şarkı türkü seviyordu. İlk şarkı ona armağandı. Sevildiğini hissetmesine sebep oldu. Neşeli bir parçaydı. İlk defa, yüzünün geniş bir tebessümle aydınlandığını gördüm. Gülümsemek bir yüzü bu kadar da mı değiştiriverirdi!
Yapmaya çalıştıklarım, aramızda yakınlık doğmasını sağlayan minik minik fedakârlıklardı. Onu çok memnun etti, hatta kendisini borçlu hissetmesine sebep oldu. Bense merhamet duyguları içinde ona daha daha yardım etmek istiyordum.
Aldığı siyah bir yazmaydı. Onun kenarlarını keserek düzeltmiş, tam kare haline getirmiş, uçlarını bükerek bir sıra iğne oyası yapmıştım ki bu, çok ağır bir elişiydi. Bana en ağır gelen elişini seçtiren; merhametimin, yardım isteğimin had safhada oluşuydu. İkramım, elimden gelenin en iyisiydi. Fakat siyaha bakmak gözlerimi allak bullak etmişti.
Başımı kaldırdıkça onu inceliyordum. Sık sık ağlıyordu. Görüş yeteneğinin yüzde yetmişini kaybetmiş bir şeker hastasıydı. Yine şeker yüzünden olduğunu söylediği, diş kırılmaları ve çürükleri vardı. Ön dişleri kararmış, köküne inmişti, sadece dört köpek dişi sağlam görünüyordu. Azılarının da sağlam ve tam olmadıklarını tahmin edebiliyordum. Kaşlarının uçları aşağıya, burna yakın yerleri yukarıya doğruydu. Bu, ona masum bir bakış sağlıyordu. Gözleri vaktinde çok güzelmiş. İri iri ve yeşilimsiydi. Moralini düzeltmek için ona güzel bir şeyler söyleme gereği duydum. Belki o zaman ağlamasına ara verirdi:
“Gözlerin çok güzel!” dedim.
“Hırsız göz… “dedi. “Gölgede ela, güneşte yeşil… Hiçbir şey kalmadı! Ne saç, ne diş… Ne göz, ne ayak, ne sağlık, ne koca… Bir yıl önce de eşim öldü. O da benim gibi iki değnekle geziyordu. Kanserden öldü. Akciğer kanseri… Çok sigara içerdi, çok alkol alırdı. Vaktinde çok çektim. Eve gelmezdi. Yimbeş’le sabahlara kadar içerdi.”
“Yirmi beş mi?”
“Osman… Abduşgilin Osman… Yimbeş derler… Bizimkinin çocukluk arkadaşı… Kadın olsaymış da keşke onunla evlenseymiş! Gelin olduğumdan beri Yimbeş’ten kurtaramadım adamı! Üç günlük gelindim, elimin kınasıyla, akşamlara kadar dükkân beklerdim böyle ben de senin gibi. Bakkal dükkânında beraber çalışırdık. Geceleri de sabahlara kadar koca beklerdim. Sarhoş gelirdi, düşe kalka… Tut getir, soy yatır… Alışmış bir kere…”
“Bırakmasını istedin mi? Ona yardımcı oldun mu?”
“Bırakmasını istemedim. Sarhoş adam neşeli olur. İçenden korkma! Onun zararı kendine… Bana bir şey yok! İçerdi, şarkı söylerdi. Zeki Müren’in bütün şarkılarını bilirdi. Ben kocamı çok severdim! Beni bırakıp gitti. Keşke sağ olsaydı da…”
Ağlaması, cümlesini bitirmesini engelledi… Depresyondaydı… Hatta had sayhadaydı. Belki sağlığında ondan da yakınıyordu. Ölünce değerlenir kocalar. Ahlar vahlar başlar. Aslında üzüldüğü, yalnız kalışıydı. Onun gidişi değil. Bu konu ayrı, derin, psikolojik… Hani, ölü evine gelenler ağlarlar ya… Ölene mi? Sanmıyorum. Hatırladıkları kendi yakınlarının kaybıyla düştükleri kimsesizliğe… Dedim ya, bu mevzu derin hem de başka bir hikâyeye ait… Başka zaman anlatırım.
Başka bir konu açtım. Nasıl becerdiyse, yine aynı konuya döndü. Ayağının burkuluşu, kangren oluşu, kesilişi, buna sebep olanlar, tekrar tekrar aynı konu, sonunda ayağın kesilişi… Arada kocasının ölüşü, tekrar tekrar şikâyet, tekrar tekrar inleme, yakınma, serzeniş… Sebep olanlara ileniş…
Biten ziyaretin ardından beni nelerin beklediğinden habersizdim. Her gün bu kadar uzun ve yorucu misafirliği çekeceğimi düşünmek beni korkutuyordu. Çünkü daha önce de böyle, aynı yaşta, yalnız, eşinden ayrılmış bir kadın başıma dert olmuştu. Kocasını anlatırdı, döne döne… Adamı evden kovalı aylar olduğu halde hiç dilinden bırakmazdı. Dedikodu dinlemeyi hiç sevmediğim halde susturamazdım. Sonunda iyice yorulup bırakmıştım kendi haline. Bir yıl böyle sürüp gitmişti bu! Her gün gelir, anlatır anlatır giderdi. Sonunda beni de hayatımdan bezdirdi. Kibarca arayı açtım. Dünya varmış!..
Oysa benim de onlara yakın sorunlarım vardı. Detaylarına kadar anlatılmazdı ki! Hem de her gün!.. Günde yirmi kere tekrarlanmazdı; aynı heyecan, üzüntü ve ağlayışlarla… Demek ki her anlatışta yeni bir çentik atılıyordu gövdeye.
Dara düşüren Dâr’dı. Kimi kime şikâyet ediyordu? Keder ve zarar veren şeyleri yaratan Allah’tı. Felaketlerden elimizden geldiği kadar sakınacak, korunacaktık. Buna rağmen bir kaza bela geldiyse, kaderde vardı.
Canımız yansa, içimiz sıkılsa da katlanmak zorundaydık. Allah hepimizi bir şekilde sınıyordu. Musibetlere sabrederek mertebe kazanacaktık. İbadet yolunu seçmiş olsaydık belki de bu kadar ağır bir tarzda denenmezdik. Her birimiz için iki yol vardı. Biri ibadet yolu, biri de çile yolu. Benim bildiğim, Allah birisini mükâfatlandıracaksa, bu yollardan birinden ilerletir.
Benim kaderimde de elimde boy boy çocuklarla altı yok pabuç gibi oradan oraya sürüklenip durmak, aksi bir adamla yaşamaya mahkûm olmak, üç öğün ekmek yerine dayak yemek, hakaret işitmek, aşağılanmak gibi farklı şeyler var. Hele şu geçimsizliği ve beceriksizliği yüzünden sık sık yer değiştirmelerimdeki çekmiş olduğum azap beni canımdan bezdirdi! Hiç bir şey kendiliğinden olmaz ve her işi yapan da yaptırtan da Allah’tır. Sezdiysem sezdiren, gezdiysem gezdiren, bezdiysem bezdiren O’dur. Kim olabilir? Kula sitem, Allah’a sitem değil de nedir?
Taksimata rıza göstermekten başka çare yoktu. Nimetler yağarken hiç sesimiz çıkmıyordu! En Nâfi’den geldiğini bilmiş miydik? Gerektiği gibi şükredebilmiş miydik? Belki de fazlasıyla hak etmiştik! Şikâyeti kesmeliydik!
Hayrı da şerri de yaratan Allah’tı. Elbette hayrın içinde şer, şerrin içinde hayır vardı. Hakkımızda neyin hayırlı neyin hayırsız olduğunu bilemezdik! Her şeyin aslını Allah bilir. Sabredenlerle beraberdir."
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 359