- 1353 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
358 - EL MÂNİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
Ben artık beş yaşındaydım. Başka kardeşim de olmayacağına göre çocuk arabam neden saklanmıştı? Bu eve neden getirilmişti? Tatar Amca, evimizin marangozluk işlerini yapıyordu. Etrafında dört dönüyor, küçük tahta parçalarıyla oynuyor, ona sorular sorup duruyordum. İçinden gelmiş, bana tahtadan tatar arabası yapmış. At yerine bir kumrunun çektiği, takur tukur giden basit bir araba… Benim, onunla oynama yaşım çoktan geçmiş. Hem galiba bu daha çok erkek çocuklar için. İnandırıcılığı da yok. İpinden tutup çekiyor ve elime alıp konuşmaya başlıyorum:
“Tatar Amca! Kuş uçar. Araba mı çeker?”
“Çeker çeker…”
“Çekerse yavaş gider.”
Ben, dört tekerlekli, tek ayağımı üzerine koyup, tek ayağımla yeri iterek binebileceğim bir araba yapmasını istiyorum. Tarif ediyorum. Ya anlamıyor ya da anlamazlıktan geliyor.
İki şeye hasret yaşadım. Deniz ve bisiklet… Babama göre ikisi de tehlikeliydi. Kendisi bisiklet üzerinde gazete okur, bana izin vermezdi. Bir keresinde arkadaşımın bisikletiyle, ara sokaklardan Orman Dairesine ait lojmanların bulunduğu yere kadar gittim. Dar sokaklar arasında epey dolaştım. Babam, bisikletle uzaklaştığımı bildiği için izin verdiğine bin pişman, evhamlanmış ve her yerde beni aramaya başlamış. Ne tarafa gideceğimi de biliyor ya, Üçgen’i tararken bir ambulans sesiyle irkilmiş. “Eyvah, kızıma bir şey oldu!” demiş. Hemen takip edip en yakın hastaneye gitmiş. Bakmış ki orada falan değilim, eve dönmüş. Beni görünce kesinlikle yasakladı ve bisikletten ümidimi kestim. Ya deniz?
Antalya çocuğuyum. Akdeniz kızı… Nasıl olur da denizden uzak yaşarım!.. Mutaassıplığıyla evhamı… Denizi hep uzaktan seyretmek zorunda kaldım. Üç rüyamın biri o oldu. Su birikintilerine daldım, arıklara girdim, sadece bacaklarım ıslandı. Yaz kış fark etmezdi benim için. Suya hasrettim, denize âşık… Su olsun da isterse çamurlu, buz gibi olsun! Üstüm başım çamur içinde, eteklerim ıslak… Kışsa adeta morarmışım. Bir de Şarampol’ün toprağı öyle böyle değil, kıpkırmızı… Kırmızı çamura batmış çıkmışım! Kim kızarsa kızsın! Bu benim hakkım!.. Derinceyse birkaç da tahta atıyorum içine, çıkıyorum üstüne… Öyle olmaz, böyle olur! Fakat oldukça sığ… Tahtaları yüzdürüyor ama beni kaldıramıyor. Hayal kuruyorum ben de… Su birikintisi değil o, deniz… Onlar da birkaç parça değil, bir arada… Yani kayık… Binmişim geziyorum. Nasıl da hızla yol alıyor! Dalgaları yara yara ilerliyor. Elimdeki kargılara gerek yok. Küreksiz uçuyor! Hem de dümensiz… Hayallerim nereye kadar giderse, oraya kadar yolum… Bir süre sonra hayallerimden de oynamaktan da yoruluyorum.
Üşüdüğümü duymuyorum. Sadece bir süre oynadıktan sonra midemde ağrı, içimde sıkıntı gibi bir şey hissediyorum. O zamanlarda asabi olduğumu söylüyorlar. Hırçınlaşıyorum. Hemen bir şeyler hazırlayıp yediriyorlar. Gerçekten iyi geliyor. Demek ki acıkmışım.
Bizim evde yemek saatleri belirlidir. Daha çok babamın geliş gidiş saatlerine göre ayarlanır. Fakat ille de ille o kurala uyma zorunluluğu yoktur. Acıkan arzu ettiğini yapıp yiyebilir. Aile reisini bekleme mecburiyeti de yoktur. Alışılagelen saatlerde sofra kurulur ve kaldırılır. Baba veya başka bir fert geldiğinde ona da hazırlanır. Sofrada, tabaklara konanların muhakkak yenmesi ve bitirilmesi sadece benden beklenir. Diğerleri özgürdür. Ayrıca sabah gözümü açar açmaz bir su bardağı kaynar süte kırılıp çırpılan yumurtayı, kokusuna aldırmadan bir dikişte içmem istenir. Bir de gece sütü, aynı miktarda… Uykudan uyandırılıp, neye uğradığımı bilmeden:
“İç! Haydi!.. Uyuma! Hepsini dik başına!.. Aferin! Haydi, yat bakalım şimdi!”
Çocuk olmak ne zor! Her şeyine karışıyorlar. Boğazına dayıyorlar, zorluyorlar. Ya yemek istemiyorsam? Ya tadını beğenmiyorsam? Neymiş efendim, dengeli beslenecekmişim.
Her şeye engel oluyorlar. Babamın deyimiyle, mani oluyorlar. Ablam gibi yetişkin kızlar aralarında şarkı türkü söylüyor. Karşılıklı manilerle atışıyorlar. Her olaya uygun bir mani buluyorlar, her maniye maniyle bir cevap… Mani olmak… Engel olmak… Önüne geçmek… Bu söz bizim evde şöyle de geçmişti ve çok ilgimi çekmişti:
“İki denizi salıvermiş, birbirine kavuşuyorlarmış ama aralarında bir engel varmış, karışmıyorlarmış.” demişti, annem. Babam da:
“Allah’ın bir sıfatı da Mani’dir. Koruyucu sebep yaratarak bazı şeylerin olmasına mani olur. Helak ve noksanlık nedenlerini önler, izin vermez, yok eder.”
“Dua etmemizi istediği için dua ediyoruz ama bazen dileğimiz gerçekleşiyor bazen gerçekleşmiyor.”
“İnsanoğlunun istekleri hiç bitmez! Arzularının tahakkuk etmesi için mücadele eder durur. Dilekler sebeplere, sebepler de Mâni ve Mu’tî olan Allah’ın emrine bağlıdır. Dilerse gerçekleştirir, dilerse mani olur.”
“Mu’tî ne demek?”
“Gerçekleştiren, yerine getiren...”
Onların da her istedikleri olmuyor ya, içim açılıyor! Oh ya!.. Canıma değsin!.. Olmasın! Olmasın da mani olmak nasıl olurmuş, görsünler! Anlamıyorum sanıyorlar. Her şeyi can kulağıyla dinliyor, anlıyor, belleğime kaydediyorum. İstedikleri olmayınca dikkat kesiliyor, hallerini seyrediyorum. İçin için seviniyor, kıs kıs gülüyorum. Kocaman kocaman açılan gözlerimden mi anlıyorlar, mani olamadığım alaycı tebessümümden mi… Daha da sinirleniyorlar! Bir nevi intikam almış oluyorum. Ne yapayım? Sıra onlarda… Nasılmış görsünler!
Onu yapma, bunu yapma, sunu yapma! Bir yere gidemiyorum, denize götürmüyorlar… Çocuk filmleri gelirse, sinemaya… Arada çocuk parkına… İki salıncak, bir tahterevalli ve bir de kızak… Bayram gelecek de dönme dolaplar kurulacak da ben de bineceğim… Bir de balonlar var. Yeni çıkmış. Kocaman… Rengârenk…
Boy boy, çeşit çeşit toplarım var. Her topun oyunu da tadı da farklı… Her biri ayrı dolduruyor avuçlarımı. Parmaklarımın arasında sıkıştırıyor, okşuyor, hatta kokluyorum. Plastik ve boya kokuyorlar. Sünger toplar, birkaç boy… Minik bir ceviz kadar olanından büyükçe bir greyfurt boyutunda olanına kadar… Dahası yok… En küçükler çok zıplıyor, çabuk kayboluyor. Avuç içine sığabilen, orta boy bir elma kadar olanlarla ancak düzgün beton zeminlerde çelmeli oynuyoruz. Yere vurup:
“Bir ki, üç buçuk!” diyerek, ayağımızı üzerinden geçiriyoruz.
“Dört, beş, altı buçuk…” yine…
"Yedi, sekiz, dokuz buçuk…” diyerek tekrar… En sonunda:
“On buçuk!” diyerek ilk etabı tamamlıyoruz.
İkinci etap daha zor… Hem bu aralıklarla ayak geçirilecek hem de her yere vuruşta el çırpılacak. Üçüncü etap daha da zor… Aynı şey yapılacak, hem önde hem arkada el çırpılacak. Daha sonra ayak geçirme yerine bir defa dönülerek oynanacak. El çırpmalar ve dönmeler artarak devam edecek. Nihayet, artan zorluklarla yapılamaz hareketlere gelindiğinde, oyun bitmiş, başarabilen kazanmış, bir sayı almış olacak. Bu arada hata yapan kalmış oluyor, oyun rakibine geçiyor, sıra kendisine geldiğinde, kaldığı yerden oynamaya devam ediyor. Kalan sinirleniyor, haliyle. Başarısızlık, kabul edilir şey değil!
İçi boş plastik toplar da var. Bu toplarla, dönmeli ve stop da oynuyoruz. Daha çok greyfurt kadar olanlarla… Daha büyükleriyle çelişiyoruz, yakan top oynuyoruz. Fakat bunlar, süngerler kadar ölümsüz değil. Onlar, şişirildikleri yerin arkasındaki yumuşak, sakız gibi bir plastik parçası yardımıyla, bir süre şişkin kalabiliyorlar. Güneşte kalınca ya da oynana oynana yavaş yavaş hava kaçırıyor, zamanla sönüyor, deliniyor ya da yarılıyor, kalkmaz oluyorlar. O zaman ağırlaşıyorlar, işimize yaramaz hale geliyorlar, onları küçük erkek çocuklara veriyoruz; sürüklüyor, futbol oynuyorlar. Süngerler, zamanla aşınarak pürüzlü bir hal alıyor ve yere vurulduklarında, çeşitli açılarla zıplamaya başladıkları için kontrolde tutulamıyorlar.
Kocaman bir lastik topum var. Yeşilli kırmızılı… Üstü, enine boyuna parça parça çizgili… Emine’yle esrar içen adamın annesinin evinin arkasındaki gölge betonda dönmeli oynuyoruz. Orası, bizim evden de Eminelerin evinden de rahatça görülebiliyor. Top kocaman… Arkadaşım da sık sık kalıyor, ben de… Kalan, hırsından topu ısırıyor! Fakat top kocaman… Ağza girmiyor. Onu, evin duvarına dayayıp, sıkıştırarak ısırabiliyoruz.
Yine kaldığım zaman, lastik kokusu çekti içim. Onu ısırmak, hırsımı almak… Oysa oyun sırası Emine’deydi, oynamak için acele ediyor, elimden almaya çalışıyordu. Bense yamyam gibi saldırıyor, topu duvara dayamaya çalışıyordum. Tam ısıracaktım ki ağzıma değişik bir şey geldi ama frenlerim tutmadı. Her zamanki gibi tüm öfkemle ısırdım! Emine’de bir feryat, bir figan!.. Özür diledim ama kim duyacak? Baktım, sekiz dişimin izi… Kanadı kanayacak!..
Ağlayarak annesine koşuyor. Annesi, annemi çok seviyor sayıyor ama canı yanmış:
“Ablacığım, bak, nasıl ısırmış!..” diye ona gösteriyor.
Doğru evlerine gitti. Annesine söyledi. O da çıktı bağırdı çağırdı. Dedim, onu ısırmak istemediğimi. Kaza olduğunu… Anneme de gösterdi, marifetimi. Her gün Emine’yi çağırıyorum:
“Topu ısırıyordum, onun eline geldi.” diyorum ama nafile…
Topun gergin yüzeyini, sıkıştırıldığı halde oluşan sertliğini anımsıyorum. Emine’nin eli sıcacık, eti yumuşacıktı. Sakız sertliğinde… O sert topu ısırmak için harekete geçen dişlerin yaptığı tahribat!.. Dişler yeni, keskin, uçları tırtırlı… İyi ki koparmamışım! Düşünmek istemiyorum!
Bir daha da Emine’yle oynamamıza izin vermedi. Kızını şerrimden korumak amacıyla şiddetle yasakladı. Emine biliyordu kaza olduğunu, onu çok sevdiğimi, en yakın arkadaşım olduğunu… Bahçelerimiz bitişikti. Daima beraberdik. Oyun sahamız da onların evinin önü, bizim ikinci bahçemiz, yeni aldığımız arsamızdı.
Annesi dikiş kursuna gidecekti. Bize geldi, diploma gerektiğinden bahsetti. Babam ona yol gösterdi, müracaat etti ve ilkokul diploması alarak kursa yazıldı, terzilik yapmaya başladı.
Her gün gezmeye, kabul günlerine gidiyordu. Adı Kezban’dı. ‘Keziban’ derlerdi. Emine’den küçük bir oğlu vardı, Hasan… Bir süre karnı kocaman gezdi. Sonra bir kız doğurdu. Güneş… Güneş’i de Hasan’ı da Emine’ye bırakıp gidiyordu. Arka bahçedeki tuvaletin yanına konan teneke leğende bezler yığılıyor, çok ağır kokuyor, yaz güneşinde kurtlanıyordu. Emine, on yaşında yoktu. Yıkamaya çalışıyordu onları. İçine su doldurduğunda bezler şişiyor, kurtlar kahverengiye dönüşen suyun yüzüne çıkıyordu.
Sıska denecek kadar zayıftı Emine. İncecikti parmakları. Uzun uzundu… Elleri küçücük… Ne yiyor içiyordu? Bulgur bulamaç, çorba makarna… Meyve yüzü mü görüyordu? Et falan, kurbandan kurbana… Süt yok, yoğurt yok… Ne olsun, nasıl olsun? Bir kere, anne yoktu başında. Öğleye doğru çıkar, akşam gelirdi. Kabul günlerine giderdi. Evde kaldıysa, pencerenin önünde dikiş dikerdi. Emine’ye de hayat hakkı yoktu. Benden bin beterdi! Çok çabuk büyüdü. Okula gitmeden kardeş sorumluluğu, yetmezmiş gibi bir de bebek… Okula giderken ev işleri de üstüne kaldı. Hâsılı, benimle oynadığıyla kaldı. Hiç çocuk olmadı, olamadı.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 358
YORUMLAR
Yüreğinize sağlık.Sürekli okuyorum bu yazılarınızı ve inanın çok faydalı buluyorum.Çünkü Rabbimizin isimlerini biliyoruz ama manalarının aklımızda kalması konusunda zorlanıyoruz.Oysa sizin bu yazılarınız vesilesiyle inanın isimlerin anlamını kolay kolay unutmuyorum.Allah razı olsun!
Sevgili Onur ; öncelikle kutluyorum seçkini. Fazlasıyla hak ettiği de kesin.
Sonra da samimiyetimize güvenerek bir iki söz daha söylemek isterim. Sen mükemmel yazılar yazan sayılı usta yazarlardan birisin. Özellikle bu yazını örnek alırsak hak ettiğinden çok daha az okuyanı olmuş. Bence özellikle başlık seçimlerinin yanlışlığından dolayı seni tanımayan üyeler ilgi göstermemiş. Hiç de ihtiyacın yok elbet. Fakat bence böylesine güzel yazıları okuyup çok kişiye yarar sağlama gibi bir görevin olmalı. Yani fazla okuyanın olmasını önemsemek zorundasın bence.
Tanıyanlar elbet biliyor ve okuyor seni. Tanımayanlara da şans vermelisin diyorum.