- 902 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Otuz Saniye
Geçmişe dönüp baktığım zaman, hayatımla ilgili tek bildiğim nerede bulunduğuma ait bilgilerin oluşuydu. Nereli olduğum ve beni terk eden ailem hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim.
Yüzleri nasıldı. Görünce sevebilir miydim onları, sevmenin anlamı ne olurdu. Birden karşıma çıkarlar mıydı? Nasıl tanıyacaktım ki aradan bunca sene geçmişti. İstemiş olsalardı beni terk etmezlerdi.
Mırıldandığım şeyler ateş gibi, yüreğimi aniden yakardı. Giysilerim hep yağmurlu, her zaman titrerdim soğuktan. Kaldığım yetimhanenin uyuma zili çalınca umudum tükenirdi. Islanmış olmak kimin umurunda olurdu. Onlar çoktan taşınıp gitmişlerdi benden. Kapılarını kapatmışlardı. Yağmur hep hızlanıyordu…
Hayatı algılamaya başladığım zamanı hatırlıyorum. Yetimhane yurdunun penceresinden annelerinin peşlerine takılan çocukları imrenerek seyredişimdi. Hep imrenir ve ağlardım.
Onlar kaybolana kadar gözüm onlarda kalırdı.
Çoğu zaman büyüklerden yediğim dayaklar yüzünden gözüme uyku girmezdi. Yatağın içinde yüzüm duvara dönük karşımdaki dolapla konuşurdum. Bazen başımı uzatır tahta dolabın anahtar deliğinden içeriye bakardım. Sanki kendimi görür gibi olurdum. O an karlar erirdi, mavileşip gelirdi gökyüzü saçlarımı okşardı. Ateşin karşısına sarılırdık birbirine buzlar çözülürdü. Rahatlardım.
Sahi nereden gelmiştim. Bu sırrın anlamını hayatım boyunca çözemeyecektim.
Bir kış günü yetimhanenin müdürü beni çağırdı.
Başkalarının yanında çok sevecen davranıyordu. Oysa acımasız bir adamdı. Onu görünce çok korkardım. Gecenin yarısında gözlerini açarak bağırıp çağırırdı. ‘Piç kuruları sizi, Allah hepinizin belasını versin başımın belaları’ ’Çarşafın kokusunu içime çekerdim. Çoğu zaman dudaklarımı ısırıp kanatırdım. Bir medet beklerdim. ‘’Beni kimse sevmeyecek, annem hiç gelmeyecek…’’
Müdürün sesiyle kendime gelmiştim.
‘’ Gel bakalım sevimli küçük kara kız, seni yeni ailenle tanıştırayım…’’
Aile mi? Ailenin ne olduğunu bilmiyordum. Bana çok anlamsız gelmişti. Boş boş gözlerine baktım.
‘’Gel yaklaş ‘’ dedi koltukta oturan güzel yüzlü bir bayan, onu annem sanmıştım. Ayaklarım geriye doğru gitmişti.
‘Benim adım Meryem, bu yanımda oturan beyefendi Kemalettin, seni çok sevdik. Buraya her gelişimizde dikkatimizi çektin. Senin annen ve baban olmak istiyoruz. Seni alıp götürmek istiyoruz’’
Yeni doğan küçük kedi yavrusu gibi hissettim kendimi. Birisi bir tekme vuruyor kapının önünden atıyor sizi. Bir çığlık atıyorsun o anda daldaki kuşlar uçup gidiyor. Ağaçsız dalsız kuru taşlıkların arasında kaybolup gidiyorsun. Hayat sıfırla başlıyor…
Konuşan kadının yanındaki adama baktım. ’Baba ‘’Gözleriyle karşılaştım. Ne kadar soğuktu. Ürkmüştüm. Yurt müdürünün arkasına saklandım.
‘’Ben gitmek istemiyorum’’ dedim.
Koltuğunu çevirip kollarımdan yakaladı.
‘’Ne demek gitmek istemiyorum. Ne yapacaksın burada kalıp.’’
Üç gün boyunca gitmemek için direndim. Yatağıma oturup karşımdaki dolaba karşı ağlamaya başladım.
‘Bugün nasılsın, ben hiç iyi değilim. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Bir kapı açılıyor ve seni içeriye davet ediyorlar. Orada nelerin olacağını bilemiyorum. Neden konuşmuyorsun. Benimle gelmek istemiyor musun ?’’
Sessizlik çökmüştü içime. Öfkem çoğaldı. Dışarı çıkıp koşmak istedim. Otuz saniyelik kutu aralığına, kaderime terk edildiğim daracık kutunun içine. Otuz saniyelik anlara, hastanenin yanında istenmeyen bebekler için tasarlanmış posta kutusuna. Tek bildiğim buydu işte. Birileri gelip bırakmıştı beni kutunun içine.
Yeniden dolaba karşı konuşmaya başladım.
‘’Biliyor musun otuz saniye kutunun kapağı açık kalıyor. Annem başını arkaya çevirip baksaydı o kutunun kapağı kapanmayacaktı.’’
Sonunda dediğim olmuştu. Yetimhanenin müdürü dolabı bana vermeyi kabul etmişti. Yeni bir eve taşınmıştım. Benim ailem mi olmuşlardı. Veya ben öyle sanıyordum. İlk yaptıkları şey ahşap dolabımın menteşelini söküp vernikli cilayla boyadılar. Beni süslü fino köpeğine çevirdiler. Bir sürü giysiler alıp dolabımı donattılar.Sonra terk edip kendi hayatlarını yaşamaya başladılar.
Evet, kimse yoktu, kimsecikler yoktu…
Yine bir hüzün ve yalnızlık duygusu yaşıyordum. Komşuların çocuklarını izliyordum. Bir iki arkadaşım olmuştu. Arada onları odama davet edip yeni giysilerimi ve dolabıma yapıştırdığım posterleri gösteriyordum. Genellikle bu gösteri sırasında kapışıyorduk. Onları kovuyordum odamdan.
Günler akıp gidiyordu. Ben yine dolabımla konuşuyordum.
Ağlamaya başladım.
‘Neden bu kadar yalnızım’’ dedim.
‘ Hayır, yalnız değilsin ‘’ dedi
Kalktım dolabımın anahtar deliğinden baktım. Koyu renkli gözlerimi delip geçen bir çift güzel gözle karşılaştım.
İlk defa yalnız olmadığımı anladım.
lacivertiğnedenlik