- 1361 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
SAKATI YAŞAMAK
SAKATLA YAŞAMAK
Biliyorum, istemezsiniz... Neden, yaşamak hevesiniz olsun ki? Doğanızda güce, güzele, zengine, en iyiye, en kârlıya yönelmek varken neden sakatın bin sıkıntısı ile bir dakika bile yaşayabilesiniz?
İyi para kazandığım, güzel bir dönemdir 1995-1999 yılları arası. Kendimce bu kazancımın çok diyetini ödemişimdir. İstanbul genelinde on dört bürom var. Yetmiş dokuz çalışanı ile çok güzel işler yaptığım bir dönemdeyim. Ama ruhum hep öncesini unutmayan, sonrasına hazır bir inanç içinde.
Zincirlikuyu’dan Boğaziçi Köprüsü’ne girmek üzere kıvrılırken gördüm İsa’yı. İki koltuk değneğine dayanmış, bitkin halde beklerken... Sol bacağı oldukça kısa ve sadece sallanıyor, öbür bacak ve değneklerle de ayakta zor duruyordu.
Hiç tek ayak üzerinde iki buçuk saat durmayı denediniz mi?
Önünde duran spor arabalı adama yani bana uzun uzun baktı. Elimle yaptığım işarete aldırmıyor, arabayı inceliyordu. Uzanıp kapıyı açarak “Hadi atla!” dedim. Çok zorlanarak, değneklerden kurtulup kendisini koltuğa yerleştirdi.
-İki buçuk saattir kimse beni almadı. Neredeyse düşecektim yorgunluktan. Bir düşsem, kalkamam da yardımsız. Allah razı olsun Abi!
Ulan oğlum, canım kardeşim, bir arabaya binmek bu kadar önemli mi amına koyayım! Bu lüks arabaları kullanmayı nasip eden Allah, bir gün sizleri de bu garibim gibi seyirci yapamaz mı a dümbükler! Karşıdan karşıya geçerken size bir arabanın çarpıp iki dizinizi kırarak sakat bırakması, en fazla bir saniye sürer, be hey kasıntı gerzekler!
Güzel bir kadın gördüğünüzde arka arkaya dizilirsiniz yol boyunca da böyle gerçek ihtiyaçla size sığınan birini almazsınız. Yemin ederim ki, onlardan birini aldığınızda koltuklarınız eskimiyor, kötü kokmuyor ve kimse size salak salak bakmıyor.
İsa konuşkan ve sempatik bir gençti. Vücudunun üst tarafının iyi gelişmiş ve güçlü olduğu da ellerinin pençe gibi duruşundan belliydi. Ama alt tarafı haşattı. Sordum, anlattı:
-Allah’tan be Abi! Çocuk felci derler, bir hastalık işte.
-Neden aşı yaptırmamışlar, sordun mu İsa?
-Komşular, kısır olur aşı yaptırırsanız, demişler. Asıl şimdi kısır olduk be Abi!
Böyle komşunun da, vatandaşını sokak köpeği gibi başıboş, eğitimsiz, hurafelerle, söylentilerle, tevekkül soytarılıklarıyla oyalayan anlayışın da!.. Cehalete tevekkül diyerek sığınanın da…
-Nasıl kısır oldun İsa? Anlat be oğlum, benden çekinme!
-Abi doktor diyor ki, benim felç aslında bel ve aşağısı imiş. Sol bacak hafif atlatmış. Sağdan ve bel altından kötü vurmuş be Abi. Ben hiç okula gitmedim, hiçbir şehir görmedim, hiçbir kadınla ilişkim olmadı Abi.
Ne hayat ama! Bu söylediklerini beş saniye düşünün, kendinize uyarlayarak.
Anlıyordum. Nereden geldiğini sordum. Özürlüler Derneği bayram öncesi birkaç kuruş dağıtmış. Duacıydı. Evet onlardan, o dernekleri destekleyen herkesten Allah razı olsun.
Gel sana bir tekerlekli sandalye alalım, dediğimde gözlerinde mutluluk kıvılcımları çaktı. Aklıma Bahariye’de bu tip malzemeler satan bir sokak gelmişti.
Arabayı Kızıltoprak’taki büyük otoparka bırakıp karşı kaldırımdaki dışarıdan güzel görünen bir dönerciye girmek istedim. İkimizin de karnı açtı ve sandalye nasılsa bekleyebilirdi. İsa başına gelecekleri biliyormuş gibi:
-Gerek yok Abi, bir şey yemeyelim. Ben simiti daha çok severim Abi.
Bendeki salaklığa bak. Aklıma bile gelmez, Misissippi’de zenci ayrımının yapıldığı utanç günlerindeki gibi, kapıda sünepe bir garson tarafından durdurulup “O, buraya giremez!” diyecekleri. Sağ elimle yakasını toparlayıp “Ne dedin lan sen?” diye bağırıp garsonu içeriye iterek yol açtım İsa’ya.
Evet dostlarım, İsa özürlü değil, dilenci muamelesi görüyordu. İsa’ya belli etmemeye çalışarak kasada oturan, saçlarını boşa ağartmış, göbekli godoşa yaklaşıp bu davranışın ne demek olduğunu sordum. “Kurallar böyle” demez mi? Hangi kurallar lan pezevenk?
Hâlâ inanamıyorum. Sadece bu yer mi böyle yoksa bunun gibi kancıkça muameleye maruz kalan başka özürlü dostlarım var mı? Varsa lütfen daha bir birlik olsun özürlüler.
Adama “Bize burada döner vermeyecek olanın...” diyerek içeri girmek istemeyen İsa’yı kolundan tutarak oturttum. Şef garson pis bakışlarla beni süzüp polis çağırmaktan söz etti. Ondan önce ben hemen telefon ederek ekibi davet ettim. Nemrut suratlı iki kokana cadı müşteri kapçuk ağızlarını şapırdatarak, iğrenç nazarlarla bize bakıyordu restaurant sahibine olur vererek, yağcı baş sallamalarıyla.
Servis açılmıyordu bize. Sakin bir şekilde kalkıp döner ocağına giderek tepside biriken dönerleri iki tabağa doldurdum. Garibana hor bakan, elindeki döner bıçağı ile tehditkâr homurtular çıkartan dönerciye rağmen... O sırada polis ekibi de geldi.
-Zorla dönerleri zapt etti, işte görüyorsunuz. Üstelik belinde silah var, memur bey.
Polis nazikçe masaya yaklaşıp hüviyetime bakarak “Bizi siz mi çağırdınız?” diye soruyor.
-Evet, ben biraz sonra olabileceklere karşı önlem almanız için sizi davet ettim.
Komiser beni anlamıştı. Dükkân sahibine dönerek:
-Bu adama neden döner vermiyorsunuz?
Cevap tereddütsüz:
-Müşteriler rahatsız oluyor, iğreniyorlar, kalkıp gidiyorlar memur bey!
Vay canına! İsa’yı ve kendimi ahırından kaçmış, insanların tabaklarına saldıran, boka bulanmış domuzlar gibi gördüm.
Lokantada bir komiser, üç polis memuru, orta masada İsa ve ben. İsa ağzına zorla götürdüğü ilk lokmasını yutamıyor, bana “Ne olur kalkalım!” diye yalvarıyordu. Bütün müşteriler sessiz ve suskun olarak bize bakıyordu.
Tarifeye baktım, bir porsiyon döner 6.00 TL idi. Masaya bir yirmi lira attım. Sonra komisere dönerek “Buranın dönerini zaten hiç beğenmedim. At etinden yapmışlar!” diye söylendim. Tabağımı ters çevirerek döneri bembeyaz örtünün üzerine döktüm. İsa’yı kaldırıp çıkışa doğru yürüdüm. Yemek burnumuzdan gelmişti.
Tekerlekli sandalyeyi bagaja yerleştirip İsa’nın evine, arabanın zor çıktığı gecekondu mahallesine gittik. Orada tekerlekli arabaya oturan İsa öyle bir gösteri yaptı ki, sormayın! Arabayı önünü kaldırarak sürüyor, olduğu yerde döndürüyor, yine sakat bir kadınla neşeli bağırtılarla konuşuyordu. Bütün mahalle onun bu sevincine ortak olmuştu.
Onu bırakıp giderken bu dünyaya çok kısa bir süreliğine geldiğime, özürlülerden tiksinen kokuşmuş cadıları gördüğüme, sosyete lokantasının iç dünyasına şahit olduğuma memnundum. Bu olay benim özürlü kardeşlerimize daha da olumlu bakmamı sağladı.
“Allah onların öyle olmasını kim bilir, hangi günâhlarından dolayı istedi. Sen bir kulsun. Kendi işine bakmalısın!” diyen yobaz bir akrabam, birkaç sene sonra bir alacak meselesi yüzünden iki dizinin arkasından vurularak cezalandırıldı, koltuk değnekleriyle bile kalkamamacasına.
Acaba hangi günahı için cezalandırılmıştı?
Bunu anlayabilmek için öncelikle o Yüce Ruhun, Yüce Rabbin, Yüce Tanrı’nın hepimize yazdığı dünya programı dahilinde neler öngördüğünü bilmek gerekir. Dünya yaşamı sınavlarla iç içe geçtiğine göre, bugün bende olanın yarın sende olmayacağını, bugün iyi görünenin yarın kötü olarak adlandırılmayacağını nereden bilebiliriz. Hayatın kendisi öğretiyor işte, fazla söze ne hacet.
E.Yaşar Ovalı 07.04.2012
YORUMLAR
O engin Yüreğinize sonsuz saygılar değerli Yazarım.. Allah bizleri, Yüreğindeki vicdan yokluğu olan beyin özürlülerden uzak tutsun ki, onlar gerçekte kusursuz gibi görünen ama özünde beyinleri kokuşmuşlardır...
selam ve sevgiler değerli Komutanıma..:))
kukurikuu
O kadar çok özürlü var ki beyinden , yürekten özürlü olup da , nutuklar bile atabilen ,koruyucu pozlarda puan toplayan şerefsiz.
Yorumunuz için teşekkürler.
Değerli arkadaşım.
Son dört yazını hiç soluksuz üst üste okudum.
Birinciden başlıyorum yoruma:
İki defa yattım ameliyat masasına....İlkinde mide rahatsızlığı, ikincisinde de zaten sakat olan sol bacağımın kırılması dolayısıyla. Her ikisinden de sağlıkla kalktım çok şükür. Ama 1985te kaybettiğim ilk evladım ( henüz dokuz aylık bir bebekti ) bir ameliyat masası bile göremeden yanlış bir iğne yüzünden vücudu kangren olarak hayata gözlerini yumdu. O bakımdan Allah Kimseyi hastene kapılarında ve çaresiz bırakmasın diyorum.
İkinci Yazıda bir Şehit cenazesi vardı. Ben de her halde ''bir daha şehit cenazesi taşımam'' derdim eğer asker olsaydım. Böyle bir acıyı bir daha kaldıramazdı yüreğim.
Üçüncü yazıda maalesef yüzde doksanı müslüman diye övündüğümüz bir ülkede yaşanan ensest olayından bahsediyoruz. Tabii ki sadece ensest yok o yazıda...Uyuşturucu var, travestiler var, zorla fuhuşa sürüklenen kadınlar, kızlar var, dayak var, zulüm var...Her türlü pislik var...Olmayan tek şey devlet...hak-hukuk...Mülkün temeli olması gereken adalet.
Ve son yazı: Bir sakatın aşağılanması...O kadar güzel ifade etmişsiniz ki bana söyleyecek söz bırakmamışsınız. Ben sadece şuna çok üzülüyorum: O gün orada o sakattan rahatsız olan beyler(!), Hanımlar (!), inanın bana ertesi gün yine oralarda...( Hani Bahariyeden bahsetmişsiniz ya...İşte oradan biraz aşağıda Kadıköy Meydanında ) ''Kadına şiddete hayır'' mitingleri yapacaklar ve açlığı protesto edeceklerdir. İşte buna üzülüyorum ben.
Söylenecek daha çok şey var lakin bana söz bırakmamışsınız zaten siz söylenecek her şeyi bi güzel söylemişsiniz.
Kaleminiz hiç susmasın.
Selam ve sevgilerimle.
kukurikuu
Bir yorum,bir paylaşım işte böyle olur diyerek ,pazar sabahının,
güneşli aydınlığında , mutlulukla okudum güzel yazınızı.
Çocuğunuz için ,çok üzüldüm Hocam. Biz insanlar aslında
çaresiz kullarız.Her yazgıyı kabullenmekten başka, ne gelir ki elden?
Allah rahmet eylesin Hocam.Ben de bacağımın kesilmesine müsaade
etseydim, otuz iki yıldır koca gövdemi taşıyan ,en kıymetli uzvumu
kaybedecek, belkide İsa'nın karşılaştığı muameleye maruz kalacaktım.
Şu yüzünüz, hep asık ve ciddi mi ,Hocam? Bu kadar güçlü bir kalem de geçenlerde okuduğum, esprili yazıyı bu sefer de, size konduramadım.
Biliyorum.zor bir hayat,insanı sert ifadelere iter.Ben de,öyleyim . Kurtulmamız
gerek Hocam.
Çok güzel ,bir toplu yorumdu. Gerçek teşekkürlerimi ben yazarım da bu sayfaya sığmaz. Çok yaşayın, kaleminiz hep haktan, hep mazlumdan yana
hep düz ve keskin olsun . Teşekkürler Hocam.