- 2167 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DİN / İNSAN
Dinler inanç ve yaşam biçimleri olarak geçmişten beri insanların hayatlarında varlıklarını sürdürmektedirler.
Her ne kadar ateist “dinsiz” olduğunu söyleyenler olsa da, kendilerini bu şekilde tanımlayanların sayısı marjinaldir. Ateistlerin geçmişte ve günümüzdeki sayıları insanlık nüfusuna göre soldukça düşüktür. Müslümanların kültüründe ateistler, tabiiyuncular “tabiatçılar, doğacılar” olarak bilinir. Yani onlar da bugünküler gibi, insanın Allah “Tanrı” tarafından yaratılan varlık değil, tabiat içinde (doğan) üreyen bir varlık kabul ediyorlardı. Onun için isimleri tabiatçılar olarak kalmıştı. Kaldı ki, ateizm de bir inanç biçimidir. Dolayısıyla ateistlerin biz inançsız demeleri, dine inanmıyoruz anlamındadır. Aksi halde ateistlerin de kendilerine göre inançları vardır.
Diğer taraftan ateist “dinsiz” olduğunu söyleyenlerin de, inançlarının, yaşamlarının bir köşesinde, yetişme biçimlerinden kaynaklanan dine dair değerler vardır. Bu değerler hayatın olmadık zamanlarında ortaya çıkarak, ateistleri dine inananlar gibi hareket etmeye zorlar.
Dinlerin tarihi temelleri incelendiğinde, üç tür dinden söz etmek mümkündür.
Birincisi; Allah’ın resuller “peygamberler” aracılığıyla gönderdiği dinler.
İkincisi; İnsanların ürettiği dinler.
Üçüncüsü; Allah’ın gönderdiği dinlere, insanlar tarafından ekleme, çıkarma yapılarak ortaya çıkardığı yeni dinler. Kur’an, bu tür dinlere kitap ehli = ehli kitap “öncesi kitaba dayalı” demektedir.
Allah’ın gönderdiği dinlerin kitap ehli dinine (ehli kitaba) dönüşmesiyle ilgili değişik açılımları şöyle değerlendirebiliriz.
1. Allah’ın kendini tanımlamasının ötesine çıkarak, insanın Allah “Tanrı, ilah” hakkındaki tasavvurlarının dine eklenmesi
2. Peygamberlerin dine dair, bilgi üretebileceğine, hüküm koyabileceğine inanılması. Böylece peygamberlerin Tanrılaştırılması “ilahlaştırılması”. Müslümanların kültüründeki “şeriatın kaynağı kitap (kuran) sünnet (peygamberden gelen bilgiler) olarak kabul edilmesi bu anlamdadır.
3. Dine inanan insanların, dine yaptığı eklemeler, çıkarmalar neticesinde oluşan yeni dini yapılanma
4. İçtihatların “insanların ürettiği hükümlerin” dinin hükmü kabul edilmesi. Böylece din Allah’ın hükümlerinden oluşur anlayışına, insanları da katarak, Allah’ın din egemenliğine “ilahlığına”, insanın ortak edilmesiyle “ilahlaştırılması”
5. Vahyin gönderildiği dine ait dilin, anlatım, tanımlarının farklılıklarında, anlam, tanım tercihi yapılarak dinin tanımlanması, böylece Allah’ın gönderdiği anlamların dışına çıkarak insani anlamlarla dinin algılanması
Gibi unsurlarla, Allah’ın gönderdiği din, İnsanüstü kavramlardan, insani kavramlara indirilerek, ilahi boyuttan insani boyuta indirilir. İlahi dinler insani dine dönüştürüldüğünde kitap ehli olmuştur. Bir bakıma Allah’ın tekrar resul göndererek, yeniden dinini emretmesi, yeryüzünde insani dine dönüştürülen dinini tekrar ilahi noktaya çıkarmasıdır.
Günümüzün hukuk dilinde içtihat önemli bir yer tutar. Günümüzün modern hukukçuları, mevcut yasalarda olmayan konularla ilgili olaylarla karşılaştıklarında verdikleri mahkeme kararlarıyla “içtihatlarıyla” yeni bir hüküm ortaya çıkarırlar. Günümüzde özellikle, Danıştay, Yargıtay içtihatları hukukun büyük bir bölümünü kapsar. Bugün, hukukla uğraşan veya hukuk kültürüyle ilgisi olan hemen herkes, mahkeme içtihatlarının yasa olmadığını bilirler. Zaten mahkemeler yasal hükümlerin olmadığı durumlarda içtihat etmişlerdir.
Ülkemizin hukuk sistemine içtihat kavramının girmesi, Müslümanların fıkıh “hukuk” geleneğine bağlıdır. Daha doğrusu, içtihat kelimesi Müslümanların geçmiş fıkıh “hukuk” geleneğinden gelmiştir. Arapça kökenli içtihat kelimesi, herhangi bir konuda akıl, mantık, bilgi yoluyla hüküm üretmektir. Buna paralel anlam yüklenen rey, mezhep kelimeleri de, içtihat kelimesiyle anlam benzerlikleri taşır. İnsanın görüş, hüküm belirlemesi, içtihat, mezhep, rey ifadeleriyle bütünleştirilir.
Dünyanın diğer toplumlarının hukuklarında da, yasaların hükümleriyle belirlemediği konularda, mahkemeler hüküm üretirler. Tabi onlar ürettikleri hükümlere içtihat demeyip, kendi dilleriyle tanımlamaktadırlar. Ancak, tanımları kelimenin anlamı, amacı, içtihat kelimesinin anlamını taşır.
Bugün ülkemizin hukuk dilinde içtihat; “yasa tarafından hüküm belirtilmemiş konuda, daha önceki bir mahkeme kararının esas alınmasıdır” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanım eksiktir. Zira daha önceki mahkemenin kararı zaten içtihattır. Ülkemizde içtihatlarıyla adını duyduğumuz organ Yargıtay’dır. Anaya mahkemesi de içtihatlar yapmıştır.
Günümüzün Avrupa’sında, yasa ve içtihat hukukundan söz edilir. Avrupa’da İçtihat Hukuku (Case Law) çoğu ülkede yasaların belirlediği hukukun önüne geçer. Genel olarak yargı organlarının verdiği kararlara, ldquo;içtihat=rdquo; mahkeme kararlarının oluşturduğu hukuk ilkelerinin tümüne ise, ldquo;içtihat hukuku=rdquo; adı verilmektedir. Kıta Avrupa’sı hukuk sisteminde kapsamlı kanunlar önem taşımaktadır, Anglo-Sakson hukuku ise içtihat hukuku üzerine kuruludur.
Müslümanların fıkıh “hukuk” geleneğinde, içtihat; sözlük anlamında, meşakkatli, külfetli, zor bir işi meydana getirmek için bütün gücünü sarf ederek ceht (mücadele etmek) ve gayret göstermektir.
İçtihadın terim anlamı ise; kesin ve açık delillerle sabit olmayan öznel yargıları şer’i delillere uygun olarak ortaya çıkarma konusunda bütün güç ve takatini sarf ederek çalışmaktır. Yani Müslümanların fıkıh metoduna göre içtihat, Kur’an, hadis ve icma ile sabit olan şer’i delillerden hüküm çıkarmaktır.
Bazı lügatlerde içtihat; (a.i cehd’en): 1. güç, kuvvet, yeteri kadar çalışmak 2. Fıkıhta (hukukta), din hükmü koymak 3. Bir kimsenin, bir şeyden anlam (mana) ve hüküm çıkararak, o iş hakkındaki hükmü (fikri), olarak tanımlanmıştır.
Bazı fıkıh (hukuk) usulü (metodu) kitaplarında ise, içtihat; Allah’ın bildirmediği konularda, fikir yürütmek, hüküm koymak, Allah’ın ilminde gizli kalan, bilgileri, hükümleri ortaya çıkarmak olarak tanımlanmıştır.
Bu görüş ise “Gaybı, (gizliyi, bilinmeyeni) ancak Allah bilir” “Gaybı taşlamak zandır (tahmindir), zan ise haktan (gerçekten) değildir” ayetlerine ters düşmektedir.
Müslüman hukukunun kaynağı sayılan;
Kur’an; Allah’ın gönderdiği ayetleri
Hadis; Resulden “peygamberden” gelen hukuk içerikli tarihsel bilgileri
İcma; Müslüman hukukçuların üzerinde ittifak ettikleri hükümleri
İfade eder. Tabi her birinin tanımlanmasında, anlaşılmasında, kelimelere, anlayışlara, kültürlere dayalı farklılıklar vardır. Özellikle hadis ve icma konusu oldukça tartışmalıdır.
Kuran’daki “Hüküm ancak Allah’ındır” ayeti, hadis ve icma konularının hukuksal metinlerdeki tanımlarını tartışmalı hale getirir. Nitekim usulü fıkıh konusunda yapılan çeşitli çalışmalarda hadis ve icma konuları oldukça farklı boyutlarda tartışılmıştır.
Hangi hadislerin “resulden gelen bilgilerin” hukuksal boyutunun olduğu konusunda ittifak yoktur.
İcma konusu ise, tarifiyle, icma hakkında verilen örnekleriyle, tamamıyla muammadır. İcma denilince Müslüman hukukçuların herhangi bir konuda, hükümde ittifak etmeleri olarak kabul edilir. Hâlbuki Müslümanların tarihinde Müslüman hukukçuların ittifak ettiği herhangi bir konu olmamıştır. Hukukçuların ayrılıklarından dolayı, usulde, hükümde mezhepler doğmuştur. İcma hakkında verilen örneklerin çoğu ise, Allah’ın ayetleriyle emrettiği konulardır. Peygamberin ölümünden sonra, Müslümanların arasına giren, siyasi, hukuki ayrılıklar icmanın olmadığını gösterir. Özellikle Şia ve Sünni ayrımına yönelik temel ayrım icmayı tamamıyla ortadan kaldırmıştır.
Müslüman hukukçular icma konusunu bir bakıma baskı aracı olarak kullanmışlardır. Müslüman hukukçuların, “bu konuda icma vardır” diyerek, karşı görüşleri susturma gayreti, aslında hiçbir konuda icmanın olmadığını göstermektedir.
Günümüzde siyasi, kültürel, sosyolojik, psikolojik baskı unsuru olarak, bazıları fikirlerini söylerken “kamuoyu böyle düşünüyor” diyerek, kendi görüşüne egemenlik kazandırması gibi ki, kamuoyunun ne düşündüğünü, kamuoyunun kimlerden oluştuğunu kimse sormamaktadır. İcma da aynı mantıkla bugünkü gibi, kamuoyuna eş düşünceyle Müslüman hukukçular tarafından kullanılmıştır.
Dünkü “bu konuda icma var” sözü ile bugünkü “kamuoyu böyle düşünüyor” ifadesi arasında hiçbir fark yoktur.
Dün nasıl, hangi hukukçuların, hangi Müslümanların sözü edilen konularda icma ettikleri bilinmezken, bugünde kamuoyunun kim, kimler olduğu asla bilinmemektedir. Hâlbuki her iki davranış biçiminde de, icmadan veya kamuoyundan söz eden taraflar söylemlerini, karşı görüşleri susturmak için kullanmışlardır. Yani bir bakıma sizler kim oluyorsunuz, bu konuda kamuoyu böyle düşünüyor, hukukçular böyle karar verdi diyerek, karşı görüşleri silmek istemişlerdir. Bu durum bile icmanın olmadığını gösterir. Zira bu şekilde susturulan kişiler asla, aklındaki, kalbindeki görüşlerden vazgeçecek değillerdir. Belki halk önünde konuşmaları engellenmiş olur. Ama akılları, kalpleri, düşünceleri icma olduğu söylenen konunun tersinedir. Bu durum birlikteliğin “icmanın” dışına çıkıştır.
Kısaca icma veya kamuoyu ifadesi ile görüşler susturulma çabalarıdır. Yani icma veya kamuoyu böyle düşünüyor mantığı, metodu, teknik ve teorik olarak karşı görüşleri susturma biçimidir.
İnsanın dine dair inançlarının, düşüncelerinin, yaşamının gelişmesinde kültürel bilgi çok önemlidir. Allah’ın gönderdiği ayetleri anlamak, dil, kültür, tarih konularında yeterli derecede bilgiye sahip olmayı gerektirir. Bütün bunları değerlendirecek muhakeme, akıl, mantık esaslarının geliştireceği usule “metoda” dair bilgilere de ihtiyaç vardır.
Bilindiği gibi, Allah’ın gönderdiği bilgiler “vahiy” bundan 1500 yıl önce gönderilmiştir. 1500 yıl öncesinin Arapçasını konuşan topluma, Allah “anlayasınız diye fasih (açık) bir Arapça ile size ayetlerimizi gönderdik” demektedir. Yani; Resul Hz. Muhammed’in (sa) döneminde Arapça nasıl konuşuluyorsa, Arapçanın Kuran’da geçen kelimeleri hangi anlamlarda kullanılıyorsa aynı şekilde gönderilmiştir. Kısaca; o günkü toplumun, dili, kültürü, tarihi anlaması gerekmeden, vahiy “ayetler” kendilerine anlaşılacak şekilde iletilmiştir. Böyle olmasına rağmen, yine de resulün bazı arkadaşlarının, ayetlerin anlamları hakkında soru sordukları tarihi bilgilerle “hadislerle” sabittir.
Din ile insan ilişkisinde, din mi insana egemen olacak, insan mı dine egemen olacak? Sorgusunun yansımasında ne yazık ki, insanlar dine egemen olma yarışına girmişlerdir. Hâlbuki Allah Kuran’da Müslümanları tarif ederken, “onlar Allah’tan bir ayet (bilgi=hüküm) geldiğinde işittik ve itaat ettik derler” demektedir. Hal böyleyken insan, Allah’tan gelen “bilgilere = hükümlere” kendince yorumlar getirme yarışına girmiştir. Yarışın çoğu masumane olarak dini anlamaya çalışıyoruz adı altındaki yorumlardır. Yorumlar sınırları aşarak insanların dini kendi anlayışlarına tabi kılmasıyla sonuçlanır. Böylece insan dinden gelen bilgilere, hükümlere uyacağına, dini kendi anlayışlarına, hükümlerine uydurur.
Müslümanların tarihinde içtihat,
1. Kuran Yasalarında belirlenmeyen bir konuda hüküm vermek
2. Kuran yasalarında hüküm olsa da, yasalardaki hükümleri anlamaya yönelik yorumlar yaparak sonuca varmak
3. Kuranda bildirilmeyen bir bilgi hakkında fikir yürütmek
4. Kuranda bilgi verilen konuları anlama çalışmalarında değişik fikirlere sahip olmak
Şeklinde ortaya çıkmıştır. Özellikle Kuran’daki Allah’ın gönderdiği bilgileri, hükümleri, dile, tarihe, resule bağlı olarak anlamaya çalışırken ortaya çıkan bütün farklı yorumlar içtihat olarak karşımıza çıkar.
Kısaca herhangi bir Müslüman, Allah’ın gönderdiği bilgiler, hükümler hakkında, dili, tarihi, resulden gelen bilgileri dikkate alarak, diğer insanlardan farklı yorumlar üretip, dinin anlaşılmasına, yaşanmasına dair bir bilgiye, bir hükme ulaşmışsa, bu sonuç içtihattır. Eğer sonuca ulaşan Müslüman, ulaştığı sonuca “din budur, din böyle diyor” diyorsa, dine egemen olmuştur. Zira kendi çalışmalarının sonucuna, “din böyle diyor” diyerek, din adına kesin hüküm koymuştur. Hâlbuki hiçbir insanın din adına kesin hüküm koyma hakkı yoktur. Diğer insanlarda kendi emeklerinin sonuçlarına göre fikir, hüküm edinmek haklarına sahiptir.
Eğer insanlar, kendi emeklerinin üretimlerine din derlerse, dine tabi olmayıp, dini egemenliklerine almışlar, böylece kitap ehli olmuşlardır.
Kitap ehli olmanın temelinde, insanın bencilliği yatmaktadır. İnsanın bencilliği gizlice Tanrıcılık oynar. Tanrıcılık oynayan insan, bencilliklerini öne çıkararak, kendi üretimlerini, Allah’ın gönderdiği vahiylerle eşitlemeye çalışır. Kuran buna, insanın kendini ilahlaştırması “tanrılaştırması” demektedir. Zira hiçbir insan, Allah’a göre kendisiyle eşit değildir. Hiçbir insan, Allah’ın bilgisine, hükmüne ulaşamaz. Allah’ın ayetine göre inanan insana düşen “Allah’tan gelen bilgilere, hükümlere tabi olmaktır”
Ancak insan diyorsa ki, Allah’ın gönderdiği bilgiler, hükümler, şu nedenlerle karışıktır, anlaşılmazdır. Veya insanlar geçmişte, Allah’ın gönderdiği bilgileri, hükümleri, karıştırmış, değişik anlatmışlardır. Bu nedenle konu hakkında araştırmalar yaparak şu sonuçlara ulaştım, “doğrusu budur” diyorsa, doğrusu budur dediğini “kesin olarak dinin tanımı, anlamı olarak görmemelidir” Eğer ulaştığı sonuçları dinin tanımı veya anlamı olarak görmüşse, “geçmişte yanlış yaptılar” dediklerinin konumuna düşmüştür. Kendisi de, geçmiştekiler gibi, kendi üretimlerine din diyerek, dini egemenliği altına almıştır. “Falanın, filanın içtihatları din sayılmıştır” şeklindeki şikâyetlerimiz gerçekleşmiştir.
Teknik olarak Müslümanları yönetmek için seçilen önderlerin “imamların” hükümleri bile, dinin hükmü sayılmamakta, önderler de ayetlere uymaya davet edilmektedir. Elbette toplumun önderleri “imamları”, toplumda karışıklığı önlemek için, ayetlerde belirlenmeyen konularda veya ayetlerin farklı anlaşılan yorumlarında karar vererek birliği sağlayacaklardır. Ancak önderlerin “imamların” toplumu birleştiren hükümleri de, Allah’ın hükümleriyle eşitlenemez, eşitlenerek dini hüküm sayılamaz. Sayıldığına dair tüm görüşler, söyleyenleri kitap ehli yapar.
Müslümanların tarihi dikkate alınırsa, hemen her devirde,
1. Müslümanların dışındaki toplumlardan etkilenmeler
2. Müslümanları yönetenlere karşı siyasi tavırlar nedeniyle farklılaşmalar
3. İnsan bencilliklerinin öne çıkmasıyla üretilen metodik dogmalar
4. Mezhepleşerek dinden sapmalar
5. Mezheplerin çerçevesinden dine sınır çizmeler
Olmuştur. Günümüzde de, dine dayalı farklılıklar, ayrışmalar, çatışmalar temelde saydığım konularda olmaktadır. Elbette bunlardan farklı nedenler de vardır.
Özellikle Müslümanların dışında kalan toplumların, siyasi, ekonomik ve bilimsel gelişmelerde üstünlük sağladığı dönemlerde, Müslümanlar güvensizlik yaşayarak, dine dair bilgilerini, yorumlarını gözden geçirme ihtiyacı hissetmişlerdir. Ne yazık ki, baskı altında kalmış, sömürü düzenlerinin etkisi altında kalan Müslümanlar yorumlarında, dine dair bilgileri, hükümleri, daha fazla gerçeğinden saptırmışlardır.
Günümüze egemen olan, siyasi, bilimsel çalışmalar doğrultusunda yapılan değerlendirmelerin, Kuranda geçen bilgilerle, hükümlerle ne kadar ilgisi vardır tartışılır.
Özellikle, insanın, Allah ile ilişkisini kuran, insanlarla adalet içinde yaşaması için bilgi ve hukuksal metin içeren vahiylerin, tıpla, müzikle, astronomiyle ilişkilendirilmesi, konunun vahametini ortaya koymaktadır.
Müslümanların tarihinde siyasi nedenlerle yönetimlerle ters düşünler olmuştur. Siyaset tarihi, her yönetimin mutlaka muhalefeti olduğunu bize göstermektedir. Bu nedenle, Hz. Muhammed’in (sa) Medine’de kurduğu devletin de elbette içte ve dışta muhalifleri vardı. Hz. Muhammed (sa) öldükten sonra gelen yönetimlerin de muhalefetleri olmuştur. Muhalefetlerin yanında, destekleyenlerin de varlığıyla, iktidarlar sürmüştür. Hz. Ebubekir’in halife (yönetici) seçilmesiyle, Hz. Ali yandaşlığı başlamış, böylece toplumsal muhalefet, gittikçe kuvvetlenerek, Müslüman toplumu ikiye ayırmıştır. İkiye ayrılan gruplar kendi içlerinde çok farklı gruplara ayrılsa da bugüne Şia ve Sünni gruplar olarak gelmişlerdir. Şia ve Sünnilerin tarihsel evriminde, dinin itikadına, fıkhına dayalı görüşleri ayrışırken, grupların kendi aralarında da ayrışmalar gerçekleşmiştir. Ülkemizdeki Alevi grupların Şia ile hiç bir ilgisi yoktur. Aleviler tamamıyla Eski Türklerin Şamanizm dininin etkilerini devam ettirmişlerdir. Onların Hz. Ali’yle olan ilişkileri, Sünni iktidarlara yaptıkları muhalefetlerde ellerini güçlendiren bir bağlılık olmuştur. Alevilerin Hz. Ali’ye bağlılığı, itikatta, amelde birleşmeden çok, siyasi güç sağlama amacını taşımaktadır. Eğer gerçekten Hz. Ali’ye bağlılıklarından söz edilecekse Şia grupları dikkate alınabilir. Ama asla Türk alevi grupları dikkate alınamaz.
Din önce fikir olarak insanda varlığını sürdürerek inanca dönüşür. İnanca dönüşen din yaşama aktarılır. Dolayısıyla İnsan / din ilişkisinde, insanın dine dair, fikri, inancı, yaşamı olmalıdır. Üçünden biri insanda yoksa insanın dininden söz etmek zordur.
Fikir, bilgilerden,
İnanç, fikirlerden,
Yaşam, bilgi ve inançtan doğar.
Bugün; Müslümanların dine dair bilgilerinin doğru, gerçekçi, fikirlerinin ayetlere uygun, inançlarının Allah’ın istediği şekilde, yaşamlarının ise İslam’a göre olduğu tartışılır. Özellikle her konuda bilgi sahibi olmayı önceleyip, din konusunda cahilliği garipsemeyen insanların, dinle ilişkileri, geleneklerden öteye gitmemektedir. Toplumun geleneklerle yaşadığı dinsel öğelerin dinle hiçbir ilgisi yoktur. Kandiller, mevlitler, yatırlar, türbeler, kutsal geceler gibi unsurların hepsi geçmişte üretilmiş, yapay dinsel yaşamlardır. İslam’la hiçbir ilgisi yoktur. Hatta Peygamberlerinin doğum gününü kutlayan Müslümanlar, kendi doğum günlerini kutlamayı gâvur âdeti sayarak ret ederler. Kandiller Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Selim zamanında ortaya çıkan bir adettir. Sala’da aynı şekildedir. Hicri III. yy. da Mısır Sultan’ı Kalavun’un emriyle okunmaya başlanmıştır. Bugün, bu adetler sanki dinin temeli sayılırlar.
Fikir; bilgilerden oluşur demiştik. Dine dayalı bilgilerin temeli Allah’ın vahyine göre olmalıdır. Allah’ın vahiylerini anlama yolunda üretilen bütün yorumlar, yorumlardaki ayrışmalar dine ait olmayıp insanlara aittir. İnsanların yorumlarını, ayrışmalarını din saymak, dinden çıkıp ehli kitap olmaktır, demiştik.
İnanç; sağlıklı fikirlerden oluşur. Günümüzde Müslümanların sağlıklı fikirlerinden söz etmek zordur. Ne yazık ki, Müslümanlar sınır tanımaz bir şekilde, kendi fikirlerini din saymaktadırlar. Kendi fikirlerinin sürekli geliştiğini, değiştiğini gören insanların, fikirlerinin her noktasını dinden sayması kadar büyük çelişki olamaz. Düşünen, düşünmeyen her insan, din hakkında bilgisi geliştikçe, önceki bilgilerin yanlış olduğunu vurgularken, halen savunduğu, inandığı bilgileri, fikirleri, din sayması anlamsızdır. Zira bir iki yıl sonra, şu an bildiklerinin yanlış, düşündüklerinin saçma olduğunu söyleyebilecektir. Dolayısıyla, kendini sürekli geliştiren, değiştiren bir insanın, fikirlerine din budur demesi, kesin söylemlerde bulunması gerçeğinin dışına çıkmasıdır. Hâlbuki etik olarak alçak gönüllü olup, araştırmalarım sonunda şu sonuçlara vardım demesi daha doğru olacaktır.
Yaşam sağlıklı fikir ve inançtan oluşur. İnsanı insan yapan değerler arasında en önemli özellik, fikrin, inancın, sözün, eylemin (yaşamın) bütünlüğüdür. Fikrini inançla, inançlarını söz ve yaşamla eşitleyen, bütünleştiren, insanların düzgün kimliğinden, kişiliğinden söz edilebilir. Kur’an bu tür kişiliğe, kimliğe mümin demektedir. Fikir, inanç, söz ve eylem arasındaki farklılıklar kimlik bozukluklarıdır. Bozukluluklara neden olan şey, ya cehalettir, ya da nifaktır, “nifak= art niyet, sapkınlık, riyakârlık, çıkarcılıktır”.
Ne yazık ki günümüzde, fikir, inanç, söz ve eylemler (yaşamlar) birbirini tutmuyor. Eskiden “insanın fikri neyse zikri (sözü) odur” derlerdi. Ama bugün insanın fikri ayrı, zikri ayrıdır. Hele insanın fikrine, zikrine aykırı eylemleri (yaşamı), bugün insanın temel karakteri haline gelmiştir. Müslümanların uzun süre batı düşüncelerinin etkisinde kalması… Bireyciliğin, liberalizmin Müslümanların kültürlerini etkilemesi, Müslümanların davranışlarını etkilemiştir.
Dış; yani insanın sözüne, eylemine yansıyan kısım.
İç; yani insanın beyninde olan fikir, kalbine yerleşen inanç, eylemindeki samimiyet “ihlâs”
İnsanlar insanın dışını görürken, içini görmemektedir. Günümüzün insanları için, içi başkalık, dışı başkalık yargısı genellik arz eder. Özellikle çıkarcılık, bireycilik, görsellik, içi başkalık, dışı başkalık tanımında, kapitalist “dünyevi” yaşam gerçeğinin yansıması olarak insanla özdeşleşir.
İnsan ve insanlık için en büyük özlem, fikri neyse zikri aynı olan, inancıyla eylemini bütünleştiren insandır. Ne yazık ki bu özlem, çağ milenyuma vursa da, bütün hayalleri gittikçe büyüterek öldürüyor. Kuranın deyimiyle dünyevileşmek, günün söylemiyle bireyselleşmek, görselleşmek, çıkarcılaşmak gittikçe artarak insana, topluma egemen olurken, insanlar insanlık özlemi çektiğini söylemektedirler. Özledikleri insanlık ise, çıkarcı olmayan, içi dışı bir olan, sevgisini, saygısını, paylaşımını ortaya koymak şeklinde özetleniyor. Ancak konunun özünde temel bir yanlışlık var. Nedense özlenen insanlığı herkes dışından bekliyor. Kendisi için insanlık ilkelerini edinme gayreti yok. Tıpkı şuna benziyor. İnsanlar diyor ki, “herkes evinin önünü süpürse sokaklar tertemiz olur”, ama öncelikle bunu söyleyenler evinin önünü süpürmüyor. Yani insanlık söylemleri de böyle, herkes kendisine insanca davranmasını, ortalıkta insanlığın olmasını istiyor ama kendisi insanlık noktasında adım atmayı erteliyor.
Ne yazık ki, günümüzde Müslümanların en büyük sorunlarından birisi, içi dışı bir olmamaktır. Bu konuda Müslümanlar büyük zaaf yaşamaktadırlar.
Müslümanların bilgi eksiklikleri, fikirlerin olgunlaşmaması, sözlerdeki kaypaklıklar, inançlarındaki zaaflar, eylemsiz (yaşamsız) bir dini ortaya çıkarmıştır. Ne var ki, Müslümanlar eylemsiz yaşadıkları dine, tarihten, günümüzden, bilimden kanıtlar getirerek, zaaflarını doruğa çıkarma eğilimindeler.
Müslümanların tarihi, iki geleneğe göre şekillenmiştir demiştik. Şia dünyası ile Sünni dünya arasında, bilgi, fikir, söz, eylem ayrılıkları olmasına rağmen, birleştiği konular da vardır. Bunlar;
1. Allah’tan Muhammed’e (sa) vahiy gelmiştir.
2. Muhammed (sa) Allah’ın elçisi ve peygamberidir.
3. Muhammed (sa) ilah değildir.
4. Allah kitabında Müslümanlara yaşam biçimi emretmiştir.
5. Allah’ın kitabındaki bilgiler ve hükümler çerçevesinde Müslümanlar dinlerini yaşamakla sorumludurlar.
6. Müslümanların bireysel ibaretleri olan, abdest, namaz, oruç, zekât, haç kurallarında ittifak vardır. Namazın vakitleri, rekâtları konusunda ayrılık yoktur. Şekil olarak temelde aynı şekilde kılınır.
7. Namaz kılarken kıble Kâbe’dir.
8. Haç Mekke’ye gidilerek yapılır.
Ayrıldığı noktalar da vardır. Bunlar;
1. Müslümanlığı temsil hakkı Hz. Muhammed’in soyuna aittir şeklindeki Şia görüşünü Sünniler ret eder.
2. Şia’nın imamlar masumdur görüşünü Sünniler ret eder.
3. Şia beş vakit namazı üç vakte indirerek kılar ama beş vakit olduğuna inanır.
4. Abdest konusunda, Şia ayaklara mesh eder, Sünniler ayakları yıkar.
5. Siyasi noktada birbirlerine sürekli ters düşerler.
6. Şia fıkhındaki velayeti fakih, yani her Şia mutlaka bir Ayetullah’a uymak zorundadır. Bu görüşü Sünniler kabul etmese de, her Müslüman bir mezhebe tabi olmalıdır diyerek aynı sonuca varırlar.
7. Süreli nikâh “muta nikâhı”, yani önceden şu tarih ile şu tarih arasında evlilik yaşayacağız, süre bitince evlilik bitecek şeklindeki görüş Şia da vardır, Sünniler kabul etmez.
Saydığım konulardan daha farklı konularda da ayrılıklar vardır. Ancak ayrıntıya girmek istemiyorum. Saydıklarım hemen herkesin bildikleridir.
Toplumumuzda namaz olarak bilinen ibadetin Kuranda geçen kelimesi salâttır. Kuranda namaz olarak geçen hiçbir ifade yoktur. Buradan hareketle namaz olarak kılınan ibadet biçiminin yanlış olduğu, asıl maksadın dua olduğunu ifade eden görüşler söylenmiştir. Hatta günümüzdeki namaz olarak kılınan şekli ibadetin Sünni iktidarların toplumlara dayatması olarak iddia edenler olmuştur.
Konuyla ilgili şu özetleri yapabilirim.
1. Kuranda geçen salât kelimesinin farklı anlamlarından birini seçerek hüküm irat etmek içtihattır. İçtihadı hükümlerle ortaya konulan görüşlerin mutlak doğru olduğu söylenemez. Dua “salât” ile ilgili Kuranda farklı ayetler vardır. Dualarla ilgili ayrıntılı bilgilerin çoğu Hz. Muhammed’in (sa) yaşamından gelir.
Resulden gelen bilgiler (hadisler) konusunda en köklü gelenek Şia’ya aittir. Sünni kaynaklar daha sonradan toplanmış olsa da, dayanaklarının çoğu resul ve sahabe dönemindeki el yazmalardır.
Namazla ilgili günümüzün ilmihallerinde yazılan temel hükümler ilk yüz yıl içinde gerçekleşmiştir. Siyasi iktidarlara taraf olan Sünnilerle, karşı taraf Şia arasında, namaz, kıble, abdest konularında ittifak vardır.
Bu durumda, camilerde kılınan namazın içerik, bilinç ve anlam olarak tartışılması bir yana, şekil olarak tartışılması, vaktinin, kıblenin, rekâtlarının tartışılması mümkün görünmemektedir.
Hele namazın bugünkü kılınış biçiminin Sünni iktidarların dayatması olduğu görüşü saçmalıktan ibarettir. Zira Sünni iktidarlara temelden karşı olan köklü Şia geleneği namazı şeklen devam ettirmektedir. Hz. Ali’den oğullarına, oğullarından Şia’ya devredilen şekli ibadetlerin Sünnilerin dayatmasıyla bir ilgisi olmadığı muhakkaktır.
2. Sünni ve Şia iktidarlarına karşı siyasi, fikri düşüncelerimiz olabilir. Ancak; hangisi olursa olsun, ister Sünni iktidarların, ister Şia iktidarların, namazın şekline, kıblesine, rekât sayısına, vakitlerine dayatmalarının olduğuna dair hiçbir bilgi yoktur. Aynı şekilde abdest konusunda da dayatmalarına dair herhangi bir bilgi yoktur. İktidarlar daha çok Cuma namazı, zekât, hac üzerinde dayatmalar yapmışlardır. Ama bu dayatmaları yine, namazların rekâtı, vakti, kıblesi üzerinde olmamıştır. Aksine bu ibadetlerden çıkar sağlamak şeklinde dayatmaları olmuştur. Günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin laik olmasına rağmen, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla çıkarlarına uygun hutbe okuttuğu gibi bir dayatmadan söz edebiliriz. Nitekim günümüzde Türkiye Cumhuriyeti, 12 Eylül darbesinden sonra, bazı Müslümanları Cuma namazını kılmıyor diye yargılamıştır. Zira Cuma namazına verilen anlamlardan biri de, Cuma namazının devlet namazı olduğu, cumaya gitmenin devleti onaylamak anlamına geldiğidir. O nedenle Türkiye Cumhuriyeti, özellikle TSK ve devlet kurumlarında cumaya gidenler hakkında takibat başlatırken, Cuma namazını protesto edenleri de yargılamaktadır. Geçmişteki Sünni ve Şia iktidarları da aynı şekilde davranmışlardır. Sünni ve Şia iktidarlar Cumayı protesto edenleri takibe almışlardır. Dayatmalar bu yönde olmuştur. Değilse namazın şekli, rekâtları konusunda değil. Dayatmalar sonucunda Cuma hutbesinin namazdan önceye alınması dayatma sonucudur. İlk zamanlar hutbeler Cuma namazından sonra okunmaktaydı.
3. Şia ve Sünni kaynakları, resul zamanından sonra Müslümanların hayatına giren ibadete ait ritüelleri, inanca yönelik farklılaşmaları tarihsel olarak yazmaktadır. Örneğin türbeler, mevlit, kandiller, sala, ilahiler, fıkhı hükümler, fetvalar vs. gibi hükümler, yaşam biçimleri ne zaman hangi tarihte Müslümanların hayatına girdi bilinmektedir. Aynı şey Şia kaynaklarında da mevcuttur. Dolayısıyla, Müslümanların hayatına din adına sonradan girenler çıkarıldığında, namaz, vakit, rekât sayıları çıkmayacaktır. Zira yaşam biçimi olarak, şekil üzerinden bile olsa aynı şekilde devam etmiştir. Bu nedenle, namazın, vakitleri, rekâtları, şekli üzerinde tartışma yerine, anlamı, içeriği üzerinde tartışmalar daha doğru olacaktır.
KURANDA BÖYLE BİR HÜKÜM YOK
Anlayışından giderek, kurandaki hükümlere, tarihten, resulden gelen bilgilerin tersine yorumlar yapmak doğru bir metot değildir. Çünkü;
1. Kuranda, Arap diline ait, lügat, sözlük, gramer de yok.
2. Kuranda geçen kelimelerin hangi anlamlarda geçtiğine dair görüşler de yok.
3. Kuran’da geçen kelimelerin gerçek anlamı bu diyenlerin görüşlerini, yorumlarını destekleyecek bilgiler de yok.
4. Kuranda salâtı, namazı, abdesti, kıbleyi, haccı, zekâtı, tarif eden, hükümler haline getiren, insanların yaşamına sokan bilgilerde yok.
Dolayısıyla, mevcut anlayışlara, yapılanmalara, geçmiş fıkhın ibadet konusunda ürettiklerine “kuranda yok” ifadesiyle karşı çıkanların, aynı konulardaki görüşlerine de “kuranda böyle bir şey yok” denilebilir. Yani, “kuranda bu söyledikleriniz yok” diyenlerin silahı, aynı şekilde geriye teperek, “sizinde söyledikleriniz yok” denilebilir.
Kurandaki ayetleri, tarihten gelen, kelime yapılarına ait görüşlerden hareketle anlamlandıran düşünce yapısının, aynı kaynaklardan gelen dine dair bilgileri, görüşleri, hükümleri inkâr etmesi, onların yanlış olduğunu söylemesi çok ilginçtir.
Hâlbuki Kurandaki kelime yapılarına ait çalışma yapan insanlar, aynı zamanda resulden gelen dine ait çalışmalarda yapmışlardır. Hadisçiler, tarihçiler, fıkıhçılar, kelamcılar aynı şekilde, kuranı anlamak, hadisleri anlamak, dini anlamak için gayret göstermişlerdir. Bu gayretleri sırasında onlarda kelime yapıları üzerinde durmuşlardır.
Günümüzde veya geçmişte, bazı insanların kelime yapılarındaki farklılıklardan birini tercih ederek, kuran böyle söylüyor demeleri, kişisel görüşlerinden ibarettir.
İnsanların kendi düşüncelerini, yorumlarını, kişisel tercihlerini din adına, kuran adına söylemesi, din diye dayatması, o kişilerin ehli kitaplaşmasından başka bir şey değildir. O nedenle söylenecek her sözün arkasından mutlaka bin kere düşünülüp, bir kere söylenmesi gerekir.
Günümüzde Müslüman toplumlara egemen kılınmak istenen laiklik anlayış doğrultusunda din üreten her türlü görüş, tarihi gerçeklere, geçmişten gelen bilgilere inat olarak, din dışı bir toplum yetiştirme gayreti taşımaktadır.
Bugün “kuranda böyle bir şey yok” ifadesiyle yola çıkan insanların, inançlarında ve yaşamlarında İslam’dan ne vardır? Sorgusunun doğru yapılması gerekir.
Ateistler, laikler gibi namaz kılanları küçümseyen,
Ateistlerin, laiklerin Müslümanlara din öğretmesine benzer, tarihi gerçeklere aykırı din öğreten,
Anlayışların, ne İslam’a ne Müslümanlara, ne de insanlara bir yararı olmayacaktır.
Bugün 1500 yıl önce gelen vahiyleri, o vahiylerin bize aktardığı dini yaşamı öğrenmeye çalışıyoruz. Bu nedenle, kestirmeden gitmemiz zordur.
Kaldı ki, bizi Kur’an-a, Hz. Resulün yaşamına, anlayışlarına, sözlerine götürenler, o günün kelime anlamlarını bize getirenlerdir. Onların getirdiği bilgilerden giderek görüşlerini ret ediyoruz. Ama nedense kelimelere ilişkin getirdikleri anlamları kabul ediyoruz. Getirdikleri kelime anlamlarının doğru olduğuna hangi mantıkla inanıyoruz. Bu konuyu düşünmek gerekir. Elbette onlardan farklı yorumlar yapmaya hakkımız olacaktır. Ancak bir gerçek vardır. Olaylara, zaman, mesafe yakınlığı, olayları kavramada, anlamada en büyük etkendir. Biz 1500 yıl sonra Kur’an-ı anlamaya çıkarken, Resul zamanında veya hemen sonrasında bildiklerini yazanlar, herhalde bizden daha iyi olayları kavrayacaklardır.
Bu nedenle Müslümanların, Allah’ın insanlara öğrettiği nezaketle, azimle, gayretle, açılımla, vahiylerin ne söylemek istediğini anlamaya çalışması önemlidir. Görüşlerin tercihi herkesin kendine aittir. Müslümanların, gerek kelimelerin lügat anlamlarından giderek, gerek akli nakli yorumlar yaparak, ayetin anlamı budur, diğerleri yanlıştır demesi doğru değildir.
Her insanın, bugünkü bilgisi, fikri, düne ait olmadığı gibi, yarına da ait değildir. Her Müslüman, eğer dini hakkında araştırmalarına devam ediyorsa, yarın, bugünkü bildiklerinin, fikirlerinin çoğunu değiştirecektir. Bunu bilen, gören insanların daha dikkatli olmasında yarar vardır. Hele insanların Allah adına konuşurken çok dikkatli olmaları müminliklerinin gereğidir. Aksi halde müminliklerinden söz etmek zordur.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.