- 1708 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Ah Çocukluğum
Yedi, sekiz bin nüfuslu bir kasaba da doğdum.
O zamanlar günaydın gazetesinin en çok sattığı , Ecevit’in Kıbrıs Fatihi olduğu dönem.
Babam tersanede işçi, annem ev hanımıydı.
Doğduğum ev zamanının en büyük yapılarından biri imiş.
Bir rivayete göre zengin bir Ermeni’nin evi, bir rivayete göre ise han olarak kullanılan bir yer.
Ahşap yapılı, bodrum iki katlı artı teras. Mutfak alt kattaydı ve içinde taş bir ocak vardı.
Ocak içindeki havalandırmaya asılan zincirlere tencereler asılır, en lezzetli yemekler orada pişerdi. Tahtadan terekler vardı. Annem bakır tas’ları ve çanak’ları ince bir şerit halinde uzanan tereğin arka kısmına arkası arkasına gelecek şekilde dizerdi…
Buzdolabının bizim oralara uğramadığı o zamanlarda tel dolaplar vardı.
Reçel, yağ, bal, peynir buralarda saklanılırdı.
İşte o tel dolaptaki tuzlu tereyağının tadını hala unutamam.
Şimdi buzdolabından çıkardığımız yağlar çok soğuk. Kaskatı. Ne tadı belli ne tuzu.
Her şey yavan bir hâl almış…
O zamanlar asfalt yok, beton yok.
Yollar ya kara taştan yada topraktan.Hele kış’ın ya da yağmur yağdığı yürümek, ayakkabımıza yapışarak çoğalan çamurları temizlemek tam bir eziyetti doğrusu. Ama biz ana cadde üzerinde olduğumuz için yolumuz ve kaldırımlarımız taştan yapılmıştı. O taşların arasından fışkıran çimenleri çok severdim.
Cadde üzeri olduğumuz için herkes bizim kapının önünden mutlaka geçerdi.
Kaytan bıyıklarıyla ün salmış kabadayı Tahir, heybetli omuzlarına attığı ceketi, sivri uçlu yumurta topuklarıyla taş parkelerin belini kırardı.
Ziyagillerin Nermin de geçerdi bizim buradan. Upuzun dalgalı kumral saçları vardı kalçasına dökülen. Menekşe yeşili gözleri upuzun siyah kirpiklerinin altında gün görmemiş bahar gülüşü gibiydi.Bembeyaz teni güneşe çıktığı zamanlarda daha da açılırdı. Gömleğinin ilk üç düğmesi illa açık olurdu. Göğüslerinin arasına düşen para kolyesi ile tüm esnafı kapı önlerine çıkartır genç yeni yetme delikanlıların laflarına aldırmadan diz üstüne giydiği pileli eteğiyle koca kalçasını kıvırtarak yürürdü aşağıda ki dolmuş durağına değin. Bizde arkasından bacak kadar boyumuzla hayaller kurardık
Çocukluk işte:
Terasa çıkar, babaannemin elma kurularını, samana yatırılmış armutlarını çalardık.
Öyle tatlı gelirdi ki yemeye doyamazdık. O kadar bereketliydi ki; tüm kış boyu yeterdi bize...
Oyuncaklarımız, öyle şimdi ki gibi uzaktan kumandalı falan değildi. Biz kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık. Tel arabalar, tahta arabalar, tahta bacaklar (hani şu palyaçoların kullandıkları) ve tahta topaçlardı. Renkleri çok güzeldi. Topacı ucunda 50 cm lik ip bağlı olan çubuklarla çevirirdik.
Renkli bilyelerimiz vardı. Arka mahallede yırtık bir topun peşinden koşturup yaptığımız maçlarımız vardı.
Küsmek yoktu bizim aramızda.Ağlamak,mızmızlanmak yoktu.
Aşağı mahallede ki; bakkal Şeref ağabeyin köpeğinden beni kurtardığı için Hasan ile o gün cebimizdeki çakıyı çıkarıp ellerimizin içini keserek kan kardeşi olmuştuk.
Hiç acımamıştı. Gün boyu herkese "biz artık kan kardeşi olduk," demiştik.
Hala daha sürer kardeşliğimiz.
Kıt kanaat geçinmeye çalışan insanlar vardı. Geçinme derdiyle köylerinden göç edenler . Komşularımız vardı. Hiç birinin kapısını çalmadan girer-çıkardık. Bir fincanın elden ele gezmesi, bir bardağa batırılarak yenilen bifa bisküvileri vardı. Belki şimdi ki gibi bolluk yoktu ama herkes insandı o zaman.
Akşamları eve girmek istemez (beklediğimiz bir dizi yoktu) sabah yataktan çıkmak istemezdik.
Sabah kahvaltısında ortadaki tepsiye bayat ekmekleri doğrar, üzerine mis kokulu tarhana çorbası dökerdi annem.
Aynı tepsiye bir anda 7 kaşığın girip, çıktığı olurdu.
Yanında içilen, ıhlamur çayının kokusu hala burnumda...
Ağabeylerim ablalarım hepsinin bir lakabı vardı.İsimlerimizi söylemezdik hatta isimlerimizi gereksiz bile bulurduk...
O eski evin tahtalarına çok kazındı o lakaplar.
Ben hayatı öğrenmek için hiç zorlanmadım .
Ev insan doluydu .Hepsinden bir şeyler kaptım.
En büyük ağabeyim köyün hovardası idi, ondan öğrendim kız nasıl kesilir.
O bir düğünde veya imece de (bizde buna meci derler) kız ayarlayama bahsine girerdi.
Her zamanda kazanırdı. Ayakkabı boyacılığı yapardı okul çıkışında. Elime verdiği on kuruş benim için çok değerliydi.
Ablalarım; ayıbı, edebi onlar öğretti bana.
“Delikanlı adama yakışmaz,” derlerdi çoğu kez.
Babama Kazım Çavuş derlerdi. Parası hiç bitmez herkese borç verirdi …
Bakkala ödeme yapar, bakkalcı hesabı kapattığı için kendisine beş -on gofret veya lokumu sarar hediye olarak verirdi.
İşte onlar benim hakkımdı. En küçük olduğum için.
O zamanlar çok okurduk;
Teksas, Tommiks, Zagor, Mister No, Jeriko Kızılmaske, Kinova, Tom Braks, Yüzbaşı Volkan, Tarkan, Conan, herkez biribiri ile değiş tokuş yapardık. Bazen bir kitabın üzerinde on bir isim yazdığı bile olurdu.
Okumayı sevmem onlar yüzündendir.
Okumayı ve okuduklarım ile yaşamayı...
YORUMLAR
Hic bitmesin insallah bu okuma sevinci...
Ne güzeldi
öyle eski öyle özlemdi ki yazi...
Var ol sevgili Sultan.
Ülviye Yaldızlıı
Sevgiyle öpüyorum göyn'ünden
Bir anda o bilye oynayanlardan sağda ayakta duranı kendim zannettim...Küçüklüğüme ne kadar da benziyor...Hikaye beni anlatmış...Hani varya;
"Tozlu leblebim,aşşıh enekem,
onsekizlik çağım,
derede sepme attığım ağım,
ekmek arası saf tereyağım...
Yanım sıra gelen iki gardaşım,
Bilye oynayan sekkiz arkadaşım
filede taşıdığım hayallerim...hani varya selamlar
Ülviye Yaldızlıı
Saygıyla değerli dost-kalem
Bende iki üç gündür unuttuğum çocukluğuma gittim..Vaaay anam ! Zaman ne çabuk geçmiş . Yok şimdi o eski tatlar.
Anneciğim, nur içinde yatsın,etli pilav yaptığında kokusunu derenin dibinden alırdım..
O zamanlar ÇOOOOK güzeldi, çoook..
Ülviye Yaldızlıı
Sevgiyle
hey kızlarım gel miş hoş gelmişler
annem nerdesinsen unuttun bizi yazını görünce okumak geldi içimden önce seni okudum inan
ve ah dedim okunmazmıydı o tommikler teksaslar zogorlar mahallenin çocukları önce bana getirirdi ayşe ablaları okusundiye
götürdün gerilere beni
seviyorum seni sevgimlesin bitanesi
Ülviye Yaldızlıı
Öpüyorum gül kokulu yüreğinden