30
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3192
Okunma


Böyle bir başlık atıp da bir mizah yazısı çıkarmak mümkün mü? Bilmem...Bir deneyelim bakalım.
1970li yıllardı. Çocuktum, ufacıktım, top filan oynayamazdım. Arasıra takımı tamamlayamayan mahalle çocukları ’ gel kaleye geç’ derler, ben de bu sayede top oynamış olur, sonunda da acıkırdım. Eve koştururdum...Koştururdum dememe bakmayın siz koşamazdım...Yürürdüm. Ahşap evimizin-ki evimiz dediğime de bakmayın kiracıydık- ahşap merdivenlerinden çıkar anneme ’acıktım’ derdim. O da hemen bir dilim ekmek keser, üzerine sana yağı sürer, onun da üstüne toz şeker serperek ’al ye ’ diye uzatırdı. Evde yiyecek bir şey yoksa üstümün başımın çamurunu bahane eder süpürkenin elle tutulacak kısmını kafama indirirdi. Çoğu kez şekerli ya da salçalı ekmek yerdim ama ’ Zübeyde’ adını verdiğimiz süpürke ile dayağın tadına baktığım da olurdu hani.
Şimdi siz bunları okurken ’yoksulluk’ demişsinizdir mutlaka. Olur mu öyle şey. Hele de üst katınızda Vehbi Koç oturuyorsa nasıl yoksul olabilirdiniz ki? Yok yok bildiğiniz Vehbi Koç değil...Bizim Muzaffer Amca...Vehbi Koç’un şoförü...Kafayı çekince ’ Savuluuuunnn Vehbi Koç geliyor’ diye patlatırdı narayı. İnanmazdık Vehbi Koç’un şoförü olduğuna. Vehbi Koç gibi biri alkolik şoförü ne yapsın?
Bir de Şükran Teyzemiz vardı. O da komşu...Alt katta oturuyordu. Bizim evde ne zaman seker kaynatılsa her ne hikmetse bizi kovardı annem evden...Bu işin sırrını öğrendim sonunda...Kapının anahtar deliğinden baktığım zaman gördüm ki Şükran Teyze’nin sütten ak ,sütun gibi bacaklarının üzerine yapıştırılıyor bizim canım akıde şekerleri. Kocası hayatta hiç bir iş tutmazdı Şükran Teyzenin. Kocası iş tutmaya tutmaya sonunda Şükran Teyze iş tutar oldu. Biz koca delikanlılar olduğumuzda ise onun Karaköy’de icra-yı sanat eylediğini öğrendik. Ama bu da değildi yoksulluk.
Daha sonra babamın annemden ikinci kez boşanması, abimin askere gitmesi, bizim babamızla üvey annemizin yanına gelişimiz sonrasında yalnız kalan annemin bir lokantada bulaşık yıkamaya başlaması, askerdeki abime para gönderebilmek için lokantadaki insanların tabaklarında kalan yemek artıklarıyla karnını doyurup bir taraftan asker oğluna para göndermeye, öte taraftan evinin kirasını ödemeye çalışması...Bu bile değildi yoksulluk.
Öğretmen olarak göreve başladığımda da tanıyamadım yoksulluğu. Ne ilk görev yerim Manavgat’ta ilk aylarımda sadece ek ders ücretiyle geçinmek zorunda kalışım ne de evime gelen aç öğrencilerim için kırdığım iki yumurtaya uzanan dört minicik el...Dört körpe yürek tanıtmıştı bana yoksulluğu...Hatta ikinci görev yerim olan Batman’da bir gün okulda bayılan bir öğrencimizi doktora götürdüğümüzde o çocuğun günlerdir midesine bir lokma ekmek girmemiş olduğunu öğrenmemiz bile bana yoksulluğu tanıtmamıştı henüz ( O çocuk sonra bizlerin desteği ile okudu. En son Gülhane Tıp’ta doktor olduğunu öğrenmiştim )
Yoksullukla ilk kez 1985 yılında tanıştım.
İstanbul’a gelmiştim tatil için...Şubat tatiliydi...Oldukça soğuk bir havada Eminönü’deydim. Üsküdar’daki halamın yanına gidecektim. Vapur iskelesinin tam önünde, sabahın ilk saatlerinde tanıştım bay yoksullukla.
Yere serilmiş bir battaniye, altında kocaman bir kütle vardı...Az sonra kütle kımıldadı. Altından saçı sakalı birbirine karışmış, belki de on senedir sıcak bir banyo yüzü görmemiş bir vatandaş çıktı. Hani ’Sen ölüsün haydi doğru mezara ’ desen hiç itirazı olmayacaktı...Olmayacak da yanında üç tane de sokak köpeği vardı. Onlar da battaniyenin altından kalktılar ayağa...Belli ki beraberce koyun koyuna yatmışlar o koli kartonunun üzerinde...’Merhaba’ diye selamladım ’Bay Yoksulluğu’...O da beni selamladı ’Hassi.tir lan ’ diyerek.
Daha sonraki yıllarda baktım ki o ’bay yoksulluklardan’ bir hayli varmış. Kendi yoksulluğuma ağıtlar yakmaktan görememişim onları.
1985ten sonra baktım ’Bay yoksulluklar’ gibi ’Bayan yoksulluklar’ da varmış. O yüzden İstanbul’a bir daha gelmek istemedim. Çok zaruri olmadıktan sonra adım atmadım. Çocuğumu hastaneye götürmek ve annemin vefatı için gelmelerim dışında uğramadım. Çünkü her gelişimde artıyordu ’Bay ve Bayan Yoksulluklar ’ Gezip durduğum Anadolu’da insanlık denilen mefhum tamamen ölmediği için öyle sık rastlamıyordum onlara. Ya da kafamı kuma gömüyordum kim bilir ?
2008de mecburiyetten İstanbul’a yerleşmek zorunda kaldım. Sık sık Kadıköy’e inerim...Kadıköy’ü bilenler bilir. Orada benim yakından tanıdığım bir sürü ’Yoksulluk’ yaşar... Genelde Rıhtım tarafında...Üçü kadındır...Kadınlardan biri sık sık Garanti Bankasının yanındaki eczanenin önüne park eder...Orada yatar kalkar. Akşama kadar elinde şiş bir şeyler örer ama sattığını hiç görmedim. Bir tanesi kafası tamamen saçsız olan irice bir kadındır...Motor İskelesi civarında bir ağacın dibidir onun da mekanı. Bir diğeri Osmanağa Camiinin önünde kağıt mendil satmaya çalışır...Alan filan olmaz tabii ki. Oysa dilense çok daha fazla para kazanacak...
Erkeklerden biri tamamen kördür. O da Osmanağa Camiinin önünde tesbih filan satar. Bir diğer erkek Balıkçılar çarşısında görülür arasıra...Şarabı bulursa ne âla, gün onun günüdür. Zıkkım öyle de bir şey ki ’Ekmek parası ’ dediğinde bulunmuyor da ’Şarap parası’ deyince mutlaka bir yerlerden geliyor nasip. Neyse o öyle fazla görülmüyor. Üçüncüsü ise genç sanırım. Bana öyle gelir...İriyarı biridir ve yine Rıhtım İş Bankası önünde park edip dilenir. Çoğu kez uyurken görürsünüz. Yalınayaktır çoğu kez. Şimdilerde epeydir ortalıkta göremiyorum. Belki de bir kimsesizler mezarlığındadır.
Nihayet bir hafta önce bir ’Yoksulluk ’ ile daha karşılaştım. Kadın mıydı erkek miydi anlayamadım. Hatta ölü mü sağ mı onu da anlayamadım. Bir battaniyenin altında motor iskelesinin karşısındaki yolda boylu boyunca yatıyordu. Binlerce insan gibi ( Pardon insan dedim değil mi?...Lafımı geri alıyorum ) ben de baktım baktım ve geçip gittim.
Ve nihayet geçenlerde bir resim gördüm...Daha önce de görmüştüm bu resmi. Yukarıdaki resim...Arkadaşım Kemal Paracıkoğlu’nun ’Çocuklar Ölmesin’ adlı şiirinde vardı bu resim...O zaman gördüm ki benim buraya kadar anlattığım hiç bir şey de değilmiş yoksulluk