ORTAÇAĞ- BUDALA BEKÇİLER VE DÜDÜKLERİ
(KIRIK BIR HAN DUVARINDA SEYİR)
Materyalsiz bir çizgi film kahramanıydım “gölgelerin gücü adına” diye kaldırabileceğim bir kılıcım da yoktu ışık saçan. Botlarım vardı, ayaklarımı sıcacık tutan her renk külotlu çoraba bağcıkları uyan. Şeker kız gibi savrulup; yurttan yurda atılıp durduğumda yoktu, izleyiciyi yasa boğup kötü karakterlere tükürük fırlattıran… Hansel ve gratel gibi ufalayıp yolumu geri bulabileceğim ekmeklerim yoktu, ne küçük prens ne de pamuk prensestim.
Ağaç gövdesine peydahlanmış, kolları elli elli sayfaları tutmuş, içine üçlemeleri yazılan bir kafadan ibaretti kahramanlığım. Susam sokağı gibi kalabalık ve otuz yıl sonra bile hala akıllarda kalacak kadar görüngü de değildim. Ne sihir yapıyordum parmaklarımla ne de şatolar yapıyordum çikolata kaplı.
Tırnaklarını bir çalgı aleti yaratmak için uzatıp, sonra da onları üfleyebilmeyi başaran bir ortaçağ tımarhanesi kaçkını; sokaklarda onları çalıp çocukları ve fareleri toplayan bir deli olabilmem mümkündü…
Kendi iç dünyamda yarattığım karnavalda en ön sırada sadece tırnaklarımı kullanarak karnavalın yıldızı olabilirdim. Her şey sona erdiğinde, olurdum kırık bir müzik kutusu çalardım pilim bitene değin, sonra binerdim bir oluklu kartona karışırdım oluklarına… Ellerimde hala bir şey kalmazdı ama… Ne önce ne sonra… Kesilirdi bir karnaval esnasında üflemek için uzattığım tırnaklarımda…
Kırık bir han duvarında gösterime giren “ Ortaçağ budala bekçiler ve düdükleri” filmine materyalsiz bir çizgi film kahramanı olarak; merdiven boşluğunda ne söyleyeceğini düşünen bir figüran olarak katılıp, ben de onların düdüklerinden geçen nefes ile oraya buraya savrulan bir kahraman olabilirdim ancak…
61 kuğu’nun ilk fark edildiği sekizyüzlü yıllarda, bir ağaç kolunun salıncak görevi yaptığı, üstünde sallanmak değil de bacaklarında; çiftçilerin ağaca zarar vermemesi için budadıkları piçler tarafından oluşan, çizikler eşliğinde acıya yana yukarı aşağı inip çıkması durumunu benimseyen “hiç” bir kahraman… Güneşi değil de ışıklarını var sanan.
Hafif bir yaprak perisi; üzerinde yeşil zümrüt olmayan ama bir çift gözleri olan, akıntıya kapılıp kurtulamayan, ıslandıktan sonra hayatı son bulan “ne bir masala karışan ne bir masal olan”…
Tavanı ayaklarına çökmüş tek katlı bir evi ziyarete geliyor, çünkü ölmeden önce son bir kez kirece bulanıp aklanmak istiyor… Sonra da ellerim de yaprak kanatlarını üzerine örtüp gözlerini de kapatıp gidiyor. Giderken 12,5 ışık yılı içerisindeki yıldız sayısını kulaklarıma söylüyor. İzi çıkmış bir “adım” çukuruna koyuveriyorum onu orada devam ediyor…
Film hala gösteriliyor, hala ellerim de ne bir kılıç beliriyor ne dilimde bir sihirli sözcük. Uzak uzak duruyorum seyircilere çünkü; ne ağlatabiliyorum ne güldürebiliyorum, ne bir düdük çalıyorum ne de asil kahraman bekçiler gibi geceye hükmediyorum. Bir merdiven altında kesik tırnaklarını üflemekten başka bir şey yapmayan bir ortaçağ materyalsiz kahramanı olarak durduğum yeri yoklayıp izleyenlerin suratlarındaki ifadelere şaşırıyorum… “Bekçiler geceyi kırbaçlıyor, ben tırnak üflüyorum…
Kamçılanan gece yüzüme, ben ellerime bakıyorum
Boşalan sandalyeler geceye tırmanıyor tahta merdiven olup,
Ben bir hortum alıp kalanları suluyorum
Kalanlar tırnaklarıma bakıyor,
Ben de onlarla bir ıslanıyorum”…
" Materyalsiz bir çizgi film kahramanıydım “gölgelerin gücü adına” diye kaldırabileceğim bir kılıcım da yoktu ışık saçan. Botlarım vardı ayaklarımı sıcacık tutan her renk külotlu çoraba bağcıkları uyan. “
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.