- 1617 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Gidişin Ayak İzleri
”Hayatın trajedisi ölüm değil, yaşarken ölmesine izin verdiğimiz şeylerdir.”
-Norman Cousins-
’İnsan kirli değilse neden arınmak istesin ki’ demişti birgün. Öyle ya, günahkar olan herkes günah işlediğini iyi bilir. Oysa cennet gizli bir bahçedir. Hiçbir zaman, hiç kimse emin olamaz yaptığı iyiliklerin ve attığı doğru adımların yeterliliğinden. İyiler hep mütevazı ve alçak gönüllü insanlardır. Oysa günahkarlar kendilerini iyi bilir. Kötü insanlar tanırlar kendilerini. Zira çamura batmış olanlar isterler arınmayı, ırmakta yüzenler değil...
’Endişelenmem gereken bir şey olursa lütfen beni endişelendir’ demişti. Ne kolay söylemişti. İnsan sevdiğini göz göre göre, acıtacağını bile bile endişelendirir mi? Ben endişelendirmedim, bunu ona yapmak istemedim. Bu yüzden direk söyledim. Unutamadığım şeyler, bastıramadığım hisler ve karşı koyamadığım biri vardı. Her zaman diliminde elimi kolumu bağlayan bağımlılığımdı o benim. Beni anladı, hep anladı. Hiçbir zaman endişelendirmeye kıyamadığım kadar kıymetliydi benim için.
Beklentilerimiz çok mu yüksekti, diye geçirdim içimden. Hayır değildi. Suçumuz sabitti.
’Geldiğimde çoktan ölmüştü, nabzı atmıyordu’
Bir yerde duymuştum bu sözü. Beni öylesine yaralamıştı ki bu söz. İçimden dedim, ne kolay söyledim. Belki duymuş olabilirdi, belki o da söyledi, içinden dedi, duymadım. Ama aynı sözü mırıldandığımızı hissettim o an. Biliyorum gitmemi hiç istemedi, sorsaydım istemezdi de... Yüzü düşümden bir türlü gitmiyordu... Geldiğimde ölmüş olabileceği ihtimali geçti aklımdan. Birgün onu nabzı atmazken bulabileceğim olasılığı. Hemen aklıma başka şeyler getirmeye çabaladım. Biliyorum o da benim için aynılarını düşündü. İkimiz de deliydik, ikimiz de her şeyi yapabilecek kadar cesur ve gözü karaydık. Endişesini anlıyordum. Kafamdan hemen bu tatsız düşünceleri uzaklaştırmaya çabaladım. Düşünürsem gerçek olur diye, hezeyanlarımdan oldum olası korkardım...
O sabah çamaşırları birer birer ipe geçirdikten sonra, acı acı çalan telefonun sesiyle irkilmiştim. Telaşlı bir kadın sesi, yetişmemi, hemen evden çıkıp oraya gitmemi istiyordu benden. Ne yaptığımdan habersiz çoraplarımın bile birbirinin eşi olmadığını saatler sonra dalıp gittiğim bir boşlukta fark etmiştim. El gibi öylece oturdum kaldım divanda. Ölen ben miydim sahi. Hayır, olamaz. İnsan kendi cenazesinde nasıl bulunabilir. Cenazesinde bulunduğum kişi; kardeşim, en yakın dostum, akrabam, sevgilim neyim oluyordu o an anımsayamadım.
Aynı adamı seven, aynı şiirleri okuyan, aynı müzikleri dinleyen birbirinin aynı ne çok kadın var. Bu kadınlar esasen benzerliklerinden ötürü hem düşman, hem dostlar birbirine. Birbirlerine bir yandan gıpta edip, bir yandan fesatça bir hayranlık besleyip, bir yandan da gırtlaklamak isteyen kadınlar... Cenazedeki çapraz koltuklarda oturmuş birbirini izleyen amcamın eski ve yeni iki kadını, yani benim de eski ve yeni yengemin bakışlarını her yakaladığımda nedense bunlar geçti aklımın labirentlerinden. Bu cenazede ne işleri vardı, öyle saçma geldi ki varlıkları, kollarından tutup ikisini de dışarı atmak istedim. Cenazeyi bir rant kavgasına dönüştürüp, kendi şovlarını sergiledikleri için yüzlerine tükürmek geldi içimden. Ama sonra yatıştım. Aşk insana her haltı yaptırıyor olmalıydı. Eski yengemin amcama hala vurgun olduğunu bilmeyen yoktu. Kıskanç olan yeni yengemse zaten gözleriyle yiyordu kadını...
Bir kadın vardı, öyle güzeldi ve öyle güzel bakıyordu ki... Bir şeyler anlatıyordu, ki ben susmasına da razıydım ama gülümseyerek bir şeyler anlatıyordu. Sanki kalabalığı yatıştırmak istermiş gibi bir hali vardı. Başka şeyler anlatıyordu. İçinde ölüm olmayan, ceset ve morg kokmayan sevecen şeyler. Bilirsiniz... Her cenazede bu gülümser kadınlardan bir tane mutlaka bulunur. Biz şanslıydık ki, böyle gül benizlisi düşmüştü payımıza. Herkes pür dikkat anlattıklarını dinliyordu merakla. Bense dinlemiyordum kadını. Ne anlattığında değildim. Sadece o dupduruluğunu izliyordum. Mühim değildi ne söylediği. O an öyle bir andı ki, tusunami geliyor kaçın deseler, duymazdım herhalde...
Bir ara yine bulunduğum ortamdan kopup, başka bir aleme daldığım anlardan birinde, içeriye pide servisi yapan bir kızın elindeki tabağı üzerime devirmesiyle salondaki kalabalığa döndüm ve kendime geldim. Yanımdaki kadının uzattığı peçeteyle kot pantolonumu temizledim. Gözlerimi salondaki sıkıcı kalabalığa gezdirdim. Beyaz eşarplı, fazlaca kilolu ve yüzü yaşlılığın verdiği senelerin yıllanmışlığıyla kırışmış olan kadının söylediklerine diktim kulaklarımı. Ölmeden evvel kıymetini bilemediğimiz insanlardan söz ediyordu. Adeta bir barış elçisi gibi zeytin dalı uzatmış, faniliği müjdeliyor gibiydi. Sevdiklerimize sahip çıkmayla ilgili özlü sözler sıralıyordu kalabalığa. Bir ara acaba beynimi mi okuyor diye düşündüm. Sonrasında dediklerini dinlemedim. Düşüncelerimle başım dertteydi. Kalabalığın ortasındaki yalnızlığımla ruhum beladaydı.
Ah bu insanlar hiçbir şey anlamıyordu. Ben ölür gibi yaşıyordum. Sevdiklerim yaşarken ölüyor, yahut yaşar gibi ölüyorlardı. Korkuyordum... Yaşadığımız hayatın tanımı, yalnızca ölmekle açıklansaydı keşke ama daha uzun bir şeyler vardı anlatamadığım...
Beynimin içinden geçenler, kendime masal gibi zırvaladıklarım ve bugüne kadar karşıma çıkan her insana kendimle ilgili anlattıklarım, sanki anlatamadıklarımın başlangıcıydı... Biliyorum onu da bu hayatta kimse anlamamıştı, belki ben bile...
Öyle çok sona gelmiştim ki, başlangıçlar artık beni ürkütüyordu. Yeni doğmuş bebekler, bir ölümün ardından sil baştan hayata koyulanlar, yeni yollar, yeni hevesler, yeni insanlar... Oldukça yorucu ve karmaşık geliyordu gözüme.
Kader dedikleri şey, kanımca yazılıp biten bir şey değildi. Kader yaşadığımız müddetçe yazılmaya devam ediyordu. Öyleyse benim kaderim onun ölümüyle bitmeyecek gibi görünüyordu. Benim ölümüm bile çözemeyecekti sonumuzu.
Kalabalığın arasından sıyrılıp odasına gittim. Herkes kendi telaşında ve biraz daha fazla anlatıp, biraz daha fazla ağlama derdindeydi. Bu fırsatı değerlendirip yavaş adımlarla odanın ortasına doğru yürüdüm. Yatağının baş ucundaki komidinin üzerinde Mesnevi tüm ihtişamıyla öylece duruyordu. Arasında bir sürü renkli yapışkan kağıtlardan sıkıştırılmıştı. Elime aldım ve sayfaları çevirdim. İlk açtığım sayfada altı hiddetle çizilmiş satırlara göz gezdirdim. İki farklı kalemle defalarca çizmişti altını. Neden bu satırların onu bu kadar etkilediğini anlamaya çalışarak okumaya başladım.
’ Buğday kırılıp ufalandıysa zayi olmadı ya... Un haline geldi de dükkâna girdi, ekmek oldu. Ey âşık, senin de suçun belli oldu... Artık suyu yağı bırak da kırık dökük bir hale gel!’
(Mesnevî. syf. 391/345.paraf)
Durdum ve düşündüm. Sonra yeniden çevirdim sayfaları. Hemen hemen tüm satırların altını çizmişti. Bazı satırlar daha belirgin ve birkaç kez çizilmişti. Komidinin üzerindeki el yapması kalemi elime aldım. Kokusunu içime çektim. Gözlerimden yaşlar süzüldü... Sanki elleri o kalemin üzerinde hala geziniyor, hala nefes alıyor ve hala yaşıyor gibiydi... Sıcaklığını hissettim. Ellerini tutabilmeyi, avucumun içinde sımsıkı kavrayabilmeyi, kokusunu sineme sürebilmeyi ve defalarca öpebilmeyi diledim... Artık her şey için çok geç ve çok geçmişti...
Ah benim kıymetlim...
Deli gibi koşturduğumdan olsa gerek... Sana ihtiyacım yok mu sandın; bu kaygan zeminde, bu hengâmede, bu çözülmez hayat denkleminde, özlemediğimi mi sandın yoksa! Senin gibi, Şems gibi, Rumî gibi hem de...
İnanmasaydın böyle şeylere, ihtimal vermeseydin keşke...
Yokluğunda kimi suçlayacağımı bilmiyorum...
Seni mi, beni mi...
Hangimiziz bunun sorumlusu!
Gözümün önünde olaydın ya!
Başka türlüsünü düşünmek çok yoruyor...
Beyhude bir çırpınış benimkisi...
Böyle yaşayabileceğimi sanmıyorum....
fulya/nisan2012
YORUMLAR
Ben öküye değil de, denemeye daha uygun buldum bu çalışmayı.Öykülerde böylesine derin detaylar olmaz. Roman diline de benzemiş...Her ne ise, çok etkileyici bana göre. Duygu fırtınalarının mekana uydurulmasına, zamanların birbirine dolanıp ustalıkla açılmasına hayran kaldım.
Sevgili Fulya, sen derin bir insansın. Bu her satırından belli...Çok güzel psikolojik roman yazabileceğini hissettim yazı boyunca. Zaten senden mektuplardan oluşan bir roman bekliyorum nedense:) Gerçekten bunu düşün...
Kutluyorum. Hayranlıkla sayfadan ayrılıyorum.
Fulya CODAL
Haklısınız, teşekkür ediyorum, deneme bölümüne ekleyip düzenledim :)
’ Buğday kırılıp ufalandıysa zayi olmadı ya... Un haline geldi de dükkâna girdi, ekmek oldu. Ey âşık, senin de suçun belli oldu... Artık suyu yağı bırak da kırık dökük bir hale gel!’
(Mesnevî. syf. 391/345.paraf)
Çokca güzeldi.Yürek sesinizi gayet net bir şekilde duydum buradan.Ellerinize sağlık. Kaleminiz daim olsun!
Dediğim kadar olmuş, fazlası bile hatta! Bu öykünün hikayesi elbette daha anlamlı ve ziyadesiyle birbirine diken ve pamuğun birleşmesi gibi, insanlar arasında birleşen gözlerin, birbirinden uzak da kalması itibariyle ne kadar da üzücü!
Kelimeler dua eder mi? Kelimeler iletir mi gönülde olanı?
Bilmem, ne kadar effective olabilir bir yaranın sızısını silmeler sonrasındaki o boşluk hissi?
Falsız kahveler bol olsun ama dostsuz, sedası engin olanların sesi eksilmesin yüreğinden.
Çalışmanı tebrik ederim gerçekten. O güzel ahengi dediğim gibi yakalamışsın.
Hürmetle ablacım daim.