- 3855 Okunma
- 35 Yorum
- 0 Beğeni
TERBİYESİZLER
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Kim var orda?”
Annem birkaç kere aynı soruyu tekrarlayınca sigaramı pencereden fırlatıp bahçeye çıktım. Köy yolundan eve sapan patikada belli belirsiz hareket eden karartılar vardı. Bu kez soruyu soran ben oldum:
“Kimsiniz? Hey! Alo!”
Karartılar gittikçe yaklaşıyordu. Nihayet yüzleri seçilir hale gelince, annem telaşla elleriyle ağzını kapadı. Gecenin sessizliğini bozan şiddetli postal sesleriyle, birkaç asker koşar adım yanımıza geldi.
“Rasim Can bu evde mi yaşıyor?”
“Benim.”
“Düş önüme o zaman!”
Annem hiçbir şey söylemedi. Artık o da alışmıştı böyle apar topar götürülmelerime. Yalnız hüzünlü bir bakış süzüldü yanaklarından. Eşarbının uçlarını eline dolayıp bıraktı birkaç kere. –Çok güzel susar benim annem. Terbiyesi pek ala. Yoğurda benzetirim onu bu yüzden. Durgun ve manalı.- Askerlerin omuzlarındaki silahlara bakarken, annemin ne düşündüğünü tahmin etmek hiç de zor gelmedi. Fakat, ben ondan da alışkındım bu duruma. “Nereye” diye bile sormadan ayaklarımdaki terlikleri ayakkabılarımla değiştirip üç askerin önü sıra evden ayrıldım.
Köyden ilçe merkezindeki karakola gidene kadar aklımdan türlü felaket senaryoları, emsalsiz polisiye macera, birkaç da dua geçti. İşin ilginç yanı artık korkmuyordum. Ne hikmetse karşımda oturan askerin yakasındaki armaya bakarken “failatün, mefaülün, failün” diyesim geldi. Böyle zamanlarda kendi kendinin muktedir babası oluyor insan. Kendini sevindirecek, güldürecek, teskin edecek, başını okşayacak “Buradayım, yanındayım” diyecek bir şeyler uyduruyor. Siz hiç jandarma aracının arka koltuğunda oturup da, yol kenarlarındaki direklerden sızan ışığın, hızla askerlerin yüzünü yalayıp geçişini izlediniz mi bilmem. Bu öyle bir seyirdir ki, az sonra başınıza gelecekleri, aralıklarla gördüğünüz gölgeli yüzlerden okursunuz. İşte o vakitlerde “failatün” gibi gereksiz fakat ilginç şeylere bile muhtaçtır zihniniz.
Akşamüzeri Sadık, Mehmet ve ben köy meydanında buluşup, bir saat uzaklıktaki kasabaya inmek için yola revan olmuştuk. Biz daha yolu yarılamamıştık ki, karanlık sessizce üzerimizi örttü. Öyle ki; Sadık’ın geniş ve yağlı alnı bile karanlıkta seçilemez hale gelmişti.
Üçümüzün de sigarası yoktu. Köy yerinde sigarasız kalmak demek bir nevi nefes darlığı gibidir. En sevdiğiniz koltuk batar size, uyuyayım deseniz yastık taş olur. Pencereden bakamaz, konuşulanı duyamaz, yemek yiyemezsiniz. Akşam dokuzdan sonra kasabanın bütün esnafları kepenk indirir ve onları yağlı soğan kokularıyla bekleyen iri göbekli kadınlarının yanına varırlar. Sokaklarda başı boş köpeklerden ve devriye gezen jandarmalardan –bir de çulsuz birkaç heriften- başka kimse kalmaz. Hafta geçmez, bir dükkan soyulur, biri tartaklanır, olmadı; yol yapımında çalışan tırların mazotu çalınır. Velhasıl Teksas’tan geri değildir bizim muhit.
Acele adımlarla son dükkana yetişmeye çalışırken, bir yandan da Mehmet’in pavyon hikayelerini dinliyorduk. Sadık iki de bir söze giriyor;
“Atma be!” diyordu.
Mehmet birkaç kere yemin etti:
“Yalanım varsa Allah çarpsın!”
“Lan zaten yaptıysan da yapmadıysan da Allah çarpacak seni.”
Konuşa konuşa kasabanın sarı ışıklarının belirdiği noktaya gelmiştik. Mehmet aniden durdu. Çalan telefonunu açtı ve hiç konuşmadan karşıda gümbürdeyen sesi dinledi. Sonra mahcup bir yüz ifadesiyle telefonu cebine sokup “Eve dönmem lazım” dedi ve geri döndü. Sadık’la ben bir süre arkasından baktık.
Mehmet’in babası sur gibi sert ve güçlü bir adamdı. Gölgesinden dahi korkulacak kadar heybetli oluşu bile, Mehmet’in dizlerini titretmeye yetiyordu. Hiçbir zaman bize itiraf etmediyse de, sık sık dayak yediğini, eve geç kaldığı zamanlarda bahçedeki samanlıkta uyumakla cezalandırıldığını ve aç bırakıldığını biliyorduk. O hiç pantolon paçalarını yukarı çekmez, derede balık tutarken bile pantolonuyla suya girerdi. Fakat, seyrek de olsa gittiğimiz Cuma namazlarından birinde, çeşmede abdest alırken baldırlarındaki derin yara izlerini görmüştük. Üstelik bunlar savmış ya da kabuk tutmuş yaralar da değildi. Taze oldukları, üzerlerinden akan sarı sulardan belliydi. Oysa bize düştüğünden, ya da bir şekilde yaralandığından hiç söz etmemişti. O zaman bu yaraların yediği dayaklardan mahsul olduğunu anlamış, ona hiçbir şey belli etmemiştik.
Sadık’la ben onu en iyi anlayabileceklerdendik halbuki. Aynı yaradan mustarip olanlar birbirlerini anlar. Kız çocukları işle, erkekler dayakla terbiye olurken, bizim namuslu köyümüzde, birçok terbiyesiz türedi nedense. Hiç kimse evladından gelen musibeti sahiplenmediği gibi; “Nereye çekti bu mendebur soysuz” diye dizlerini dövüyordu ekserisi. Babamın beni kaldırıp duvara çarptığı zamanlarda, en çok, annem tarafından kurabiye hamuru gibi narince yuvarlanıp yoğrulan terbiyeli yanlarım döküldü yere. Çok küçükken yalvarmak, biraz daha büyüdüğümde ellerimi başıma siper etmek suretiyle babamın yalçın terbiyesine karşı durdumsa da, hiçbir zaman doğuştan getirdiğim iyi hasletlerin ve annemin bana kazandırdığı iyi hallerin birer birer kopup ayaklar altına düşmesine engel olamadım. Mehmet ve Sadık da öyle…Yine de şaşılacak derecede iyi insanlardık. Ahırını yaktığımız üç kağıtçı esnafların hayvanlarını, o acı ölüme terk etmiyor, evvela onları boyunduruklarından kurtarıyor, sonra samanlıklarını ve ahırı ateşe veriyorduk. Açlıkla terbiye olduğumuz baba mektebi derslerinden teneffüse çıkınca soluğu -artık kime denk gelirse- birinin bostanında alıyor, fakat domates dallarını, salatalık bağlarını incitmemeye azami dikkat gösteriyorduk. Karnımızı doyurunca “Ekenden dikenden Allah razı olsun” demeyi de boynumuza vazife biliyorduk.
Önde oturan jandarmalardan biri arkaya dönüp,
“Merak etme yalnız değilsin” dedi.
Önce hangimize dediğini anlamadık. Yanımdaki asker bana, ben ona daha bir dikkatle baktık. O benden tiksiniyordu, ben ondan nefret ediyordum ve ikimiz de birbirimizin yarenliğini kabul etmeyecek kadar ayrı kutuplardaydık. Bu sefer öndeki asker silahın dipçiğiyle dizime vurarak,
“Sana diyorum” dedi. “Arkadaşlarını da aldık?”
Mehmet ve Sadık’ın da benimle alındığına sevinmedim desem yalan olur. Bu kez içim rahattı. Ne de olsa yakın zamanların birinde hiçbir illegal cürmümüz olmamıştı. Birkaç soru soracak, on, on beş askere üzerimizde talip yaptıracak, en nihayetinde sabaha karşı salacaklardı bizi.
Karakola vardıktan birkaç dakika sonra, Mehmet ve Sadık’ı da getirdiler. Üçümüz “ Ne oldu” kabilinden birer bakışla birbirimizi sorguladık. Sonuç havaya kalkan omuzlar ve hiç. Suçumuz yoktu. Kendi aramızdaki şaibe götürür mahkemede aklanmıştık. Yalnız Sadık, dokunsalar ağlayacak gibi duruyordu. Gözlerindeki kızarıklığa bakılırsa, yol boyu ağlamış bile olabilirdi.
O tabiat itibariyle ikimizden çok daha korkak ve şaşkındı. Hiçbir eylemimize gönüllü katılmaz, bize engel olmak için Hacı Nurettin Efendiden daha fazla vaaz ederek, ikimizi de canımızdan bezdirirdi. Çoğu kere başarılı da olurdu. Onun anlattığı, nenesinden kaynaklı ahiret hikayelerinden tırsıp vazgeçtiğimiz pek çok vaka olmuştur. Bunlardan bir tanesi ilkokul müdürümüz Şenol Beyin taze kabrinin üzerine, okulun ek binasının hafriyatını boşaltma teşebbüsümüzdü. Mehmet’le birlikte, zulümle talim ve terbiye eden bir öğretmene yakışacak en güzel cezanın, yıllarını geçirdiği okulun artıklarını sırtına yüklemek olduğuna kanaat etmiştik. Çuvallara doldurduğumuz hafriyatı, Mehmet’in sarı Kartalına yüklerken, Sadık bize mahir bir imam gibi ruhlar alemini, ölülerin aslında yaşadığını, yaptığımız her şeyden haberdar olduklarını, kendilerini bizzat savunamadıkları için, haklarını Hak Teala’ya havale ettiklerini, bu kötülüğü yaparsak bir yerlerimizin yamulacağını ve kara kazanlarda etlerimiz kemiklerimizden ayrılıncaya kadar kaynatılacağımızı anlattı durdu. Zaten yorulmuştuk da. Çuvalları bagajdan atıp, Şenol Beyin kabrine gittik ve el açıp Fatiha okuduk. Sonra onu Allah’a havale ettik. Belki de bu, hayatımız boyunca yaptığımız en güzel fenalıktı.
Küçük bir odaya teker teker alındık. Önce –fazla agresif görmüş olacaklar ki- Mehmet’i sorguya aldılar. Kapı dibinde beklerken önümüzden geçmekte olan bir askere bizi hangi sebepten ötürü aldıklarını sordum. Asker önce cevap vermek istemedi, fakat Sadık’ın bal mumuyla yıkanmış gibi nuru pak yüzüne bakınca fikrini değiştirip fısıltıyla,
“Kasabada bir dükkan soyulmuş. Sekiz karton sigara çalınmış. Dükkan sahibi sizin adınızı vermiş” dedi.
O gece Sadık’la Dalköylülerin Nurettin’den üç paket sigara almış, bizimle beraber dükkandan çıkan Hasan Hocanın arabasıyla eve dönmüştük. Mehmet aramızda bile değildi. Fakat tekmil kasaba ahalisi bizim bireysel suç ya da hayır işlemeyeceğimizi bildiğinden, üçümüzü bir arada şikayet etmek adet halini almıştı. Mehmet’ten sonra ben ve nihayet Sadık da sorgulandıktan sonra, bizi karakolun bodrum katında karanlık bir hücreye attılar. İşin bu kısmını çok iyi biliyorduk. Birazdan kapıdan karakolun en babayiğit askerleri girecek, bunları da bir ana doğurdu demeden, küfürler eşliğinde bizi döveceklerdi. Sadık daha fazla dayanamadı. Hem ağlıyor hem “Bizim bir suçumuz yok” diye bağırıyordu. Suçluyken yenen dayak insanın kanına dokunmuyor da, suçsuz yere bir tek yan bakışa dahi maruz kalmak insanı kahrediyordu.
Beklediğimiz gibi askerler geldi ve ağzımızdan oluk oluk kan dökülünceye kadar dayak yedik. Sonra yalın ayak tekrar sorgu odasına götürüldük. Ayakkabılarımız olası bir intihar teşebbüsü için bağcıkları çıkartılarak emanete alınmıştı. Devlet baba büyüktü. Bizim babalarımız gibi, bizi düşünür, aynen onlar gibi terbiyemizi verirdi.
Yeniden ifademizi aldıkları sırada aklıma bizi evlerimize kadar bırakan Hasan Hoca geldi. Adını verir vermez köye ekip gönderdiler. Yarım saat kadar sonra hoca geldi ve bizden yana ifadesini verdi. Sadık hala ağlıyordu. Homurtularının arasında seçebildiğim tek anlamlı cümle “Ne varsa hocalarda var” oldu. Hasan Hocadan sonra dükkan sahibi sefili odaya aldılar. Normal bir zamanda Sadık bile onu parça pinçik edebilirdi fakat dizlerimize vurulan postal tabanlarının sızıları adım atmamıza bile mani oluyordu.
Artık serbest kalmamız için her şey tamamdı. Ayakkabılarımızı da vermişlerdi. Fakat hala suçsuz yere dövülmüş olmak kanıma dokunuyordu. Çıkacağımız sırada ifademizi alan jandarmaya dönüp,
“Şimdi yediğimiz dayağın bedelini kim ödeyecek?” diye sordum. Adam ters bir bakış attı fakat ağzını dahi açmadı. Bundan cesaretle bir kez daha ve öncekinden de kudretli bir ses tonuyla,
“Bizi karakol komutanına götürün” diye bağırdım. Sadık adamın masasına kadar gidip, kendinden umulmayacak bir talakat ile konuşmaya başladı.
“Anama ayrı küfür ettiniz, bacımı da boş geçmediniz. Nenemden ne istediniz lan! Ağzımızı cami sebiline döndürdünüz. Akıttığımız kanla Kızılay üç yıl idare edebilirdi. Şimdi kalkmış hiçbir şey yokmuş gibi “Serbestsiniz, gidin” diyorsunuz. Bizi karakol komutanına götürün. Hepinizden şikayetçi olmayan şerefsizdir.”
Mehmet daha cevval bir çıkış yaptı. İki elini arkasında bağlayıp göğsüyle askerin birini taciz etti. Biz delikanlıydık. Dayakla terbiye edile edile bifteğe dönmüş üç delikanlı. Tekmeler yumruklar ve eziyetin olmazsa olmazı küfürler bize artık, iki diş sarımsak, zeytinyağı, çeyrek bardak limon suyu, bir yemek kaşığı ufalanmış mercanköşk, bir yemek kaşığı kekik gibi geliyordu. Gözünü sevdiğim terbiye, bizler de birer baba olana kadar bu formda devam edecek , o eşikten sonra rengi azalsa da başka suretlerde ömrümüzü kemirmeye devam edecekti. Bunu biliyorduk. Çünkü bizi terbiye edenlerin bile hala terbiyecileri vardı.
“Siz vatan koruyorsunuz öyle mi” dedi Mehmet. “ Şimdi siz bizim can güvenliğimizi korumakla memursunuz ha? Ben artık bir tekiniz için bile üzülüp gözyaşı dökmeyeceğim. Aksine sizi bizim mıntıkada yakaladığım vakit başınıza neler gelebileceğini bilmek bile istemezsiniz. Derhal bizi komutana götürün!”
O daha sözünü bitirmeden içeri rütbeli bir asker girdi. Diğer er ve erbaşların hazır ol duruşlarına bakılırsa bu karakol komutanıydı. Üçümüz de komutanım, diyerek adamın etrafını sardık. Büyüğümüz gelmişti işte. O şimdi bize devletimizin şefkatli kucağını açacak, bize bu eziyeti reva gören acemilere gününü gösterecekti. Her ne kadar serseriysek de, hiçbir zaman anarşist olmamış, mübarek devletimizin hiçbir makamına eğri gözle bakmamış, köyün muhtarına varıncaya kadar saygıda kusur etmemiştik.
Devlet sebzeli bulgur pilavı gibi mis kokulu. Mısır ekmeği gibi sert ama lezzetli. Devlet işte…Hepinizin bildiği…
Komutana derdimizi anlattık. Bizi sakince dinledi. Sonra ifademizi alan askere dönüp, bizi derhal nezarete atmasını emretti. Şaşkın bakışlarla koridorun sonundaki odasına çekilen komutanın arkasından bakarken, bizi yaka paça biraz evvelki zindana götürdüler.
Sonrası menfur bir terbiye sağanağı… Tanrımıza hamdolsun, milletimiz var olsun, afiyet olsun!
Bütün bu terbiyelerin sonunda - işte şimdi yani- memlekete pırıl pırıl üç haydut, katil ve hırsız armağan etti sevgili terbiyecilerimiz, biricik Osman Hamdi Efendilerimiz…
...ENGİNDENİZ...
YORUMLAR
Çok güzel öykü ,kişi masumken içindeki masumluğu yok eden uygulamalar olabiliyor,baklava çalan çocuklar gibi kişinin yaşamı bir anda değişebiliyor.Neleri ayırabileceğimizi maalesef anlamıyoruz.Belki hukuk sistemini de bu öykünün içine katıp oldukça fazla şeyler söyleyebilirim.
Çok kutlarım toprağımı
Dayak üzerine güzel bir öykü olmuş. Resmi kurumların, ailelerin, eşlerin, anne-babaların benimsediği bir olgudan bahsediyoruz. Öyle ki birkaç yıl önce kedimi seven herkesin şiddet içeren sevgi sözcükleri kullandığını farketmiştim: Senin kulağını keseyim mi, kuyruğunu çekeyim mi, patilerini ısırayım mı, seni döveyim mi? gibi. Hiç biri de kullandığı kelimelerin farkında değildi. Bu masum örnek bir yana, hemen her kurumda (ve bir çok sosyal ortamda) dayağın varlığı inkar edilemez. Suçlu ya da şüpheli olarak gidilmeyen askerde bile dayak yememişlerin sayısı tartışılır. Güzel bir konuyu iyi bir şekilde işlemişsiniz.
Bir iki detay dikkatimi çekti; madem öykü üzerine sohbet ediyoruz, üzerinden geçmek iyi olabilir. Baştaki "asker" kelimesi dikkatimi çekti. Resmi adları bir yana, kırsalda onlara asker mi, jandarma mı deniyor, merak ettim. Kahramandan "Üç jandarma bitiverdi" demesini bekliyordum ama o "asker"i tercih etti. Bilmediğimden soruyorum.
Bana özgü bir durum olabilir; farklı bir zamana ve mekana geçildiğinde metinden bu yönde bir işaret bekliyorum. Jandarma minibüsünde giderken köy meydanına atlandığında belki arada bir üç nokta/çizgi vs. benim gibi "geriden gelenler" için faydalı olabilir.
"Birkaç soru soracak, on, on beş askere üzerimizde talip yaptıracak": Herhalde "talim" olacak.
Sonuncusu ise tamamen bir öneri: "memlekete pırıl pırıl üç haydut, katil ve hırsız armağan etti sevgili terbiyecilerimiz,". Nedense okurken "pırıl pırıl iki haydut armağan etti terbiyecilerimiz; Sadık'ı o geceden sonra bir daha görmedik." şeklinde bitirmek istedim. Alışkanlık kolay geçmiyor, bir tane bang sonda istiyorum.
Detaylardaki yorumları ciddiye almayın. "Çok güzel olmuş" demek kısa sürüyor, lafı uzatmak lazım. İlk okuduğumda Günün Yazısı olur, artık bu sefer de yanılmam dediğim bir öyküydü. Öyle de oldu. Saygılarımla.
Aynur Engindeniz
"talip" kelimesi elbette "talim" Onca gözden geçirdiğimiz sandığım halde gözümden kaçmış:)
Sonda kahramanlardan birini yok etme planları kurmadım değil ama, sanki biraz ağır kaçar gibime geldi ve vazgeçtim. Bu öykümde ölüm olmasın bari dedim.
Sizden öykülerim için güzel sözler duymak inanın benim için gurur kaynağı. Sebebini çok kere açıkladım, tekrarlamayacağım. Hayran olduğum ve kabiliyetini hatta bilgi birikimini kıskandığım yazardan bunları duymak çok güzel.
Çok teşekkür ediyorum. Saygılarımla.
Yazıyı okudum, okudum. Sonra düşündüm. Daha da düşünecek gibiyiz bu terbiyecilerin terbiye adabı değişmedikçe.
Tebrikler Aynur, bu tür yazılarını özlemiştim.
sevgimle.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim sevgili Emine Abla.
Selamlar sevgiler.
Derin manali
okudukca yasatan bir kalem derim ya hep
yine öyleydi.
Sevgi ile yürege..
Aynur Engindeniz
Var ol Nar-ı Çiçek...
Aynur Engindeniz
Aynur Engindeniz
okuduktan sonra düşündüm de,işte bu dedim kendime,biz erkekler yediğimiz dayakların edebiyatını yapamıyoruz,yüreğine sağlık...
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim okuyup değerlendirdiğiniz ve bana farklı bir pencere açtığınız için.
Saygılar.
savrulmalar
Aynur hanım, gün içinde iki defa okudum...Hani sadece bir şeyler öğrenmek adına değil sadece ,yaşadığım ve yaşatıldığım bir çok eziyeti yeniden yaşama adına...o kadar içine çekiyorsunuz ki olayın.Her yediğim eğitim tokatını defaeten yaşadım.Çünkü hocanın vurduğu yerde gül biterdi! Bitsin de...Lakin,askerin,polisin darbelerde,arbedelerde haksız yere vurduğu tokatta ve her fiskede gün bitiyor insanlık adına ....Nice genç fidanlar idam edildi düşüncesi adına....Sakat bırkıldılar,deli edildiler,aşağı alındılar...Aileler ve bir toplum heba edildi bir kaç omzu kalabalığın ve onların efendilerinin dünyevi şehvetleri uğruna...Çok yazdım çizdim bu konuyu...12 Eylülün yargılandığı güne denk gelmesi ayrıca sevindirdi...Sizi can'ı gönülden tebrik ederim.
Aynur Engindeniz
Fakat siz nerelerdesiniz Selim Bey? Yoksa ben mi kaçırıyorum yine?
Çok teşekkür ederim size de.
Saygılar.
Erzurumlu Selim
Çok şey söyleme isteğiyle doldu içim öyküyü okuyunca.
Öncelikle toplumcu yanınızı kutlamak istiyorum. Okuduğum her öykünüzde toplumun bir sorununa el atmış olduğunuzu gördüm. Ki okuduğumuz öyküleri farklı boyutlarda ele almamız gerektiğini gösteriyor bize. Kurgularınız ve karakterlerdeki diriliği kelimelerinizin, cidden tartışılmaz güçlü. Bu yönüyle de sürekliyici bir okuma gerçekleşiyor ki hatta boyut kazandırıp mekanın içinde yer alabiliyoruz. Bunlar bir öykü yazarı için artı değerler ki siz bunu toplumsal yaralara dokundurarak taçlandırıyorsunuz da.
Üstelik öykünün sonundaki Osman Hamdi'ye seslenişinizle başlık arasındaki ilişki çok anlamlı bir gönderme olmuş. Ki meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunun yorumlanışı ve sizin öyküde işlediğiniz tema yanyana acı bir manzara olarak durmakta.
Yani demem o ki kontraslıkları çok iyi kullanıp etkili vurgular yapmışsınız Aynur Hanım.
Her öykünüzle onurlandırılmayı hakediyorsunuz bana göre.
Ve arasıra da olsa günde görüp zenginliğinizden faydalanmak büyük keyif.
İçtenliğimle kutluyorum.
Aynur Engindeniz
Osman Hamdi Bey, bütün öykü gibi son anda aklıma gelen bir benzetme oldu. Biraz tesadüf diyebiliriz:) Şans ya da. Yazmak biraz da şans işi. Beğendirebildiysem, anlaşıldıysam ne mutlu bana. Rabbime bunun için daima şükürler olsun.
Siz öykülerimi okurken onurlandırıyorsunuz zaten, fazlasında hiç gözüm yok tıpkı sizin gibi :)
Çok mutlu ettiniz yine. Çoklar çoku teşekkürler size. Sevgimlesiniz.
Aynur Engindeniz
Hem kardeşler arasında hak hukuk aranmaz.
Teşekkürler meselci...
Selamlar.
Kalakalırsınız...
Bİr şey zıng diye bam telinize dokunur, O bam teli; belki bir bakışınız olmuştur bakışınıza değen, belki bir haykırış olmuştur kulaklarınızda çınlayan "ana" diye.
bir küçük cümle aklınızı başınızdan alır, bir kıytırk enstruman yüreğinizin yarısını yakar ve bir çiçeğin yaprağını dökmesi sizi bırakır olduğunuz yerde.
Kalakalırsınız işte...
Vakit durdu sayın engindeniz, başımı öne eğdirdiniz, yazdıklarınız karşısında.
Kimi insan vardır kendi halinde yaşar gider, ve yaşadıklarını anlatırken bir maldan sayar, hiç şiir duymamış birine okuduğunuzda dört mısralı kafiyeli bir şiiri ne güzel deme olasılığı çok yüksektir sırf kafiyeden ötürü.
Sizin gibi yazabilenler denk geldikçe an ile yüreğime, o zaman yazamadığımı, dünyamın küçüklüğünü ve haddimi biliyorum.
Bir ara belirtmiştiniz belki hatırlarsınız yada hatırlamazsınız, "az yazıyorsunuz" diye..
Sayenizde hiç yazmaya karar vermezsem şaşmayın.
Çok kaliteliydi, en azından benim için.
Konu hakkında yorum yapmak istemiyorum, aslında çok şey varda sizin atladıklarınız ,yada gerek görmediklerinizin arasında yer alır en fazla.
kocaman bir saygı duydum..
Beni köyümün tepesinden aşağıya doğru, bakarken ekin tarlalarınıın arasından giden patika bir yola bıraktınız.
Beni söğüt ağaçlarının yerlerde sürününen saçlarının altından geçerken, küçük bir dere üstünden atlattınız.
çam ağacının altında bir sigara yaktırdınız işte.
Siz keşke söylemek istediğimi anlayabilseydinizden ziyade, keşke size ne hissettiklerimi anlatabilseydim diyor..
saygılarımı sunuyorum, sızlattığınız yüreğimden kalan hisslerle.
Eyvallah..
Aynur Engindeniz
"Bir daha yazamazsam şaşmayın" okumadım farzediyorum. O konuda yanlış düşünüyorsunuz. Ben de bazen sevdiğim yazarları okuyunca "Adamlar söylenebilecek herşeyi öylemiş. Gayri yazmanın ne anlamı var artık duygusuna kapılırım. Sonra geçer ama. Azimliyim. Benim hayatımı yaşamadı ya o yazarlar. Hayatım kaynağım. Hayatım özel. O halde ben de yazılmamış birşeyler yazacağım birgün mutlaka derim kendime. Ya da yazılmışı farklı bir bakışla yazacağımı umarım...Siz de böyle yapın. Emin olun, sizi en çok titreten anlarınız, çok güzel birer öykü olmaya namzettir. Yeterki içinizdeki edebiyat aşkını kaybetmeyin. Ben size inanıyorum. Daha çok güzel şeyler yazacaksınız/ yazacağız hep birlikte inşallah.
Çok teşekkür ederim, beni yine utandırdınız.
Saygılar ve başarılar diliyorum değerli yazar.
Sayın Yazarım,
Kimse hiçbir şekilde , diğerinin bedeni üzerinde veya ihtiyaçları ile ilgili sakınmalar yaratarak,
manevi dünyası üzerinde , kısıtlama ,yahut darp yapmaya ,asla haklı olamaz. Olma düşüncesinde olanlar, kendisini yargıç,cellat yerine koyanlar.çocukken annelerinin ,babaları tarafından,nasıl zorla ,istemeden,anlayışsızlıkla tecavüze uğradığını hatırlasınlar. Bu sapık ilişkilerin masum şahitleri ellerine geçirdikleri , aptalca fırsatı, işkenceye çevirerek intikam alırlar. Hiç anneden ''Aman oğlum, sakın senden güçsüzlere el kaldırma, hak yeme, mazlumun ahını alma ''diye vasiyet
almış, helal süt emmiş insan , işkencenin ilk adımı olan dayak olayını yapar mı?
Teşekkürler.
Aynur Engindeniz
Sözlerinize de katılıyorum.
Teşekkürler ve saygılar değerli yazar.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ediyorum.
Saygılar.
Aynur Engindeniz
Özledik seni...
Sevgiler.
Aynur Hanım, Bu kadar düzgün, bu kadar duru ve akıcı bir dille ve böylesi usta ifadelerle anlatılmış ve günede gelmeyi haketmiş yazınızdan dolayı sizi tebrik ediyorum. Aslında bu kadar güzel yazdığınız için sizi azıcıkta kıskandım dersem yalan olmaz... Bu bir yetenektir. Ben size yazılarınızda ve yazım hayatınızda başarılar diliyorum. sevgiler.
Aynur Engindeniz
Kendi adıma gönülden teşekkürler.
Sevgiler güzel arkadaşım.
inci*
Aynur hanım,
İlk kez bir yazınızı okudum ve bu güne kadar okumamış olmaktan dolayı hayıflandım. Gerek öykünün konusu, gerek akışı ve gerekse her biri özenle yerleştirilmiş kelimelerin mükemmel uyumu okuyucuyu güçlü bir mıknatıs gibi çekiyor. Tasvirler, duyguların aktarımı, satıraralarında okuyucuyu düşünmeye yöneltmeniz her türlü takdirin üzerindedir.
"Devlet sebzeli bulgur pilavı gibi mis kokulu. Mısır ekmeği gibi sert ama lezzetli. Devlet işte…Hepinizin bildiği…"
Böyle bir devlet tarifini, o köyde yaşamadan bu kadar güçlü nasıl anlatabildiniz ? Bu cümlenin sonuna koyduğunuz üç nokta benim yarım saatimi aldı. Bir kadın olarak erkek ruhunu nasıl oluyorda bu kadar güzel ortaya koyabiliyorsunuz?
Bu sitede güzel hikayeler okumuyor değilim ama inanın böylesine güçlü, böylesine edebi bir öyküye ilk kez rastladım. Tarzınız Yaşar Kemal üstada çok benziyor. Sizden öğrenecek çok şeyim var. En kısa zamanda yazdığınız her şeyi okuyacağım ve faydalanacağım.
İyi ki varsınız ve iyi ki buradasınız...
Aynur Engindeniz
Söylediniz yüceltici sözlere karşılık ne diyeceğimi bilmiyorum. Beğenmenize sevindim. Ama beni aşan değerde sözler sarfetmişsiniz...Var olun...
Teşekkür ediyorum. Saygılar.
Aynur Engindeniz
Tekrar saygılar.
Asırlarca Elif-Ba'yı ezberden başka bir şey öğrenmemiş ve öğretilmemiş; anadolunun derinlerine terkedilmiş, tabir yerindeyse buzdolabında saklanmış, ara sıra gerek duyulduğunda ki, bu çoğu zaman savaş olur bilmediğiniz ve anlamadığınız cephelere götürüldüğünüz..Savaş artığı bu insanların üzerine ki çoğu üç kıtadan muhacir, bir çoğu anadolunun daha vahim bir şey ! Kavruk ve çıplak, aç bi ilaç çocukları...Bu malzeme ! Üzerine bir devlet kuruyorsunuz ve ondan da birinci sınıf devlet muamelesi görmek istiyorsunuz,bunu anlamamak, anlayamamak, hem bir bilgisizlik, hem de haksızlık...
Jandarmada askerlik görevini yapan biri olarak, bire bir çoğu şeyi yaşadığımdan anlattıklarım masal olmayacak. Toplumunuz neyse kurumlarınıza da yansayan o olacak, başka türlü olmaz. Hele bir cahili yetkiyle donatırsanız, bu daha vahim bir şey...Bölük yazıcısı olmam nedeniyle ve tek rütbeli erbaş olduğumdan nezaretin anahtarı bendeydi. Askerliğim süresince tek bir kişiye anahtar vermedim. Gece uykusu tutmayan bir yığın manyak olurdu gelip ısrar eden. Çoğu da karakolda dayak yemiş tiplerdi bunlar. Asla vermedim ve benim bilgim dışında tek bir kişiye, komutanlar hariç dayak vuku bulmamıştır. Her şey bahasına bu durum ve konumdan taviz vermedim.
Sadece dört kişi dövülmüştür, onları da ben dövdüm. Biri onüç yaşında kızına tecavüzden gelmişti; dövmemin nedeni tecavüzden çok, şimdi halen tüylerim dikenleniyor, adamın arsızlığı ve aymazlığıydı...Bir de, bir garip çiftçimin tütün fidelerini tırpanla biçen üç genç. Önce hayatlarında hiç tütün ekip ekmediklerini sordum; başlarını salladılar, belli ki ekmemişler..Tütün toplayıp toplamadıklarını sordum; ondan da habersizdiler..Mesleğimin ziraat olması nedeniyle ve bir köylü çocuğu olduğumdan, dayanamayıp, üçüne de sağlı sollu ikişer tokat atıp ifadelerine geçmiştim...
Demem o ki, tamamen insanla ilgili bir durum. Yetki ve sorumluluk ve aynı zamanda denetim ve tabi ki, insanı başa alan yasalar...Tüm bunlar iyi bir eğitimin üzerine inşa edilmelidir, kalanı çalıda çiçek...
Hikaye mi ? Harikaydı...Katılmadığım; devletin bağımsız ve müşahhas bir varlık gibi ele alınması...
Elbette bir hikaye okuduğumun farkındayım...Çok teşekkürler...
hyazici58 tarafından 4/4/2012 8:08:06 AM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Devlet bir başına elbette suçlu bulamayız. Onu oluşturan ve şiddeti şiar edinmiş kim varsa o suçlu. Ama o kişi bu zulmü devletin ona verdiği yetkiye dayanarak yapıyorsa, direkt olarak devlet suçlu bulunur.
Çok şükür artık eskisi gibi değil pekçok şey. Ne ailelerde ne devlet makamlarında.
Sizin başınızdan geçen olay farklıymış. Ben sizin yerinizde olsam tecavüzcü babayı dayakla bırakmazdım sanırım...Hem sizin uyguladığınz şiddet "terbiye" maksatlı değil, insanı duygularınızn incinmesi sonucu dışavurulmuş bir tepkiymiş...Haklı haksız elbette tartışılır...
Teşekkür ediyorum okuyup değerlendirdiğiniz için değerli şairim.Tecrübeler daima ışıktır.
Saygılar.
O karanlıklarda öten polis, jandarma alarmları yahut yıldız parlağı ışıkları oldum olası nefesimi kesmiştir. Öyle olduğunda nefesimi dakikalarca tuttuğumu hatırlarım, ola ki nefes alış verişimi duymaları beni de o küçük bedenimle adam doğrayanlardan sanmalarına sebep olur da kan çanağına çevirirler ocağımızı diyerek korkardım hep... Ne hikmetse yıllar sonra en az erkekler kadar- istisnalar kâideyi asla bozamadılar- korkusuz oldum. Bu Sadık, Mehmet diğeri baş kahramanı unuttum yani onlar gibi son cümlelerim olmadı. Hiçbirimizin olmadı, biz haydut da değildik. Birilerinin cezalarını öte tarafta göreceklerine inandığımız içindi belki de ama bugünün en büyük sorunlarından biriini yine sözde devlet baba doğurdu...
İlk satırlarda aynı korkuyu yaşar gibi oldum - sebebi tenzihen-.
Her neyse...
Bir haber yazısı okumuştum, ağır suçları îdamın kalkmasıyla âdet hâline getirmiş bir nesil insancıkların öyküsü. Ve evet yaşım biraz daha büyüdüğünde hâlâ aklım sağlam yaşıyorsam bu cezânın geri gelmesi için gereken yerlere yığınla mektup göndereceğim. Öyle nezâret bekçilerinin iki tokat bir tekmesiyle adam olacak insanların yaşadığı yılları kırk kuşak evvelimiz bile görmedi...
İki uc nokta. Kim haklı kim haksız... Onu da cebe göre değil de kafaya göre muamele eden devletlerin insanları görebilir ancak. Bizler gibi kılık kıyafet bekçiliği yapan üstleri olanlar değil yazık ki. Çırpınanlar da kuru yaş meselesi ile kaynayıveriyorlar...
Mesele bu ise sokağın geçeni olarak fikrim yukarıda harfi harfi beyandır...
Anne... Annesini anlatması yüreğimi titretti, nasıl bir yürektir ... Anne.. Anne... İçim acıdı, yüreğim... Anneye, anneye ...
Bu kadarını söylemiş olmak bile büyük beceri parmaklarım adına...
Şu üçlü tayfa. Suç, yani bu öyküdeki suç devletin değil, eli kolu kesilmesi gereken bir durum. Islah evleri bile büyük bir lütûf... Böyle de câniyim can hakikâten can ise. İnsan olan anasının babasının başını yere eğmez, başın yere eğmesi dert değildir. O yürekler cayır cayır kül köze dönerler, akledemeyene evlat denmez!!!
Ve Aynur Hanım, kahvem hemen sol yanımda ve sanırım ki muhtemelen hattâ eminen öyküyü okurken buz kesti. Çok sıcak içemiyorum deyip üzülmüyorum elbette. Bu saatimde, şiir ve çok evvelleri okumaya niyet ettim ve burada takıldım kaldım. Başarılı, uzun zaman öncelerini hatırımda dolandım bir an ve farkettiniz mi tasvirlerdeki değişimi. Rahatsızlık vermeden okutuyor öykülerinizi bu husus. Dikkatle tâkipte olduğumu bildiğinizi biliyorum, bu sefer telve iyi çıkar mı dersiniz...
Daha daha iyilerini yazarak hep daha ileriye inşallah.
Kâlbinizden olsun kuvvetiniz.
Sevgimle.
**Havin_** tarafından 4/4/2012 4:13:03 AM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Bimiyorum bizim geçenki telvelerin akıbeti ne oldu? Ama sizin fincanınızı -şu an yıkayıp rafa kaldırmış olsanız da- görebiliyorum. Üç vakte kadar aydınlık bir beyin kazanacak bu ülke. Düşünen, düşünmenin adaplarını bilen, fikir sahibi yetkin bir beyin ve kalp.
Öykülerimi takip etmeniz büyük sevinç ve kazanç benim için.
Çok ama çok gönülden teşekkür ediyorum varlığınız için. Kalbinizdeki muradların gerçek olması için duacıyım.
Sevgiler.
**Havin_**
Geçen ve dün geceki fincanda ki artık hiç birinde deve göremiyorum, atlar da yoklar. Saltanat kayığım da vardı benim biliyor musunuz yazık ki artık o da yok. Üzülüyor muyum, elbette ki üzülmüyorum zîrâ her gece kapanan fincana hep aynı mahlûkatların - kısmetlerin çıktığı henüz duyulmamıştır dünyada eminim(!)
Dediğim gibi, tasvirleriniz ve buna binaen akıcı olması - sürükleyici- ve bunun okuru rahatsız etmeyen bir üslûp ve dille olması inanın okunmasını sağlayan en önemli nitelikleri olarak görüyorum ben.
Gece değil sabah oluyordu. Bütün gece uyku deyip ağlayan fakat saniye göz kırpmayan ben yine tüm günü uyku hasretiyle geçireceğim. Rabbim aklıma zeval vermesin ne diyeyim:)
Sessiz kalmayı yeğlediğim dönemdeyim, bir nevî mecburiyetten - mâlûm uykusuzluk- yorumlamak zor olabiliyor ama muhakkak ki okurum.
Kaleminiz ve kelâmınız dâim olsun.
Sevgimle.
insanoğlu rütbesini yükselttikçe başkaları üzerinde egolarını tatmin ediyor..
malesef..
bence bu kişinin vicdanıyla alakalı birşey...
rabbim hiç kimsenin ...
bu ana baba dahi olsa..
kalp gözünü kapatmasın..
güne gelen bu güzel öyküyü canı gönülden tebrik ediyorum..
sevgi ve selamlarımla..
Aynur Engindeniz
Sevgiler sana...
gıpta ve beğeni ile okuduğum yazı ve yazar
yürekten kutlarım Engindeniz
selam ve sevgilerimle
Aynur Engindeniz
Sevgiler.
Ne yazık ki kurgu dahi olsa bu tarz olaylar yaşandı, yaşanıyor. Yani tüm hikayeler gibi hayattan beslenmiş bu öykü de.
Elbetteki yaşanmamalı.
Her ne kadar hikaye keyifsiz bir konuyu işliyorsa da seni okumak çok keyifli Aynur'um..
Sevgilerimle canım yazarım.
Aynur Engindeniz
Teşekkürler canım yazrım.
Sevgiler.
En çok severek yaptığım ve hâlâ ülkemizde en çok satılan röprodüksiyon çalışmalardan biridir Kaplumbağa Terbiyecisi.
Ne kadar güzel bir yerine yapıştırmışsın, boşuna demiyorum Enginkalem diye.
TEBRİK EDERİM Arkadaşım. Nice eserlerini okumak dileklerimle.
Aynur Engindeniz
Nice eser...Çok umutsuz vakayım çooook...
Sevgiler can öykücüm.
Aynur Engindeniz
Ne güzel bir saptama. Keşke ben bulsaydım evvela:) Öyküme çok yakışırdı. Ama yine de mutluyum, benim için sarf ettiniz bu sözleri...
Sevgili Sahra, şöyle profilinize bakaraktan size teşekkür etmeye çalışırken, aklımdan Orhan Gencebay'ın bir şarkısı geçti şimdi:
"SEV DEDİ KALBİM"
:)
Sevgiler size...
çok güzel bir yazı olmuş... ayrıca okurken de bana -ayrılık terbiyecisi- şiirimi anımsattı...
Kutlarım..
Aynur Engindeniz
Gücü bir şekilde ellerine geçirenler karakterleri izin veriyorsa eğer öylesine canilere dönüşüveriyor. Yaptıkları o canilikler de gerek bağlı oldukları kuruma, gerekse mensup oldukları devlete, inaca, ırka, mezhebe kin, nefret ve düşmanlık duygularıyla büyüyen nesiller armağan ediyorlar. Öyle ki bu yüzden, yıllarca kanlar akıtılıyor, canlar yitiriliyor, analar, babalar çocuklar ağlıyor. Ülkelerin gelişmişlerine dahi engel oluyor. Bu yazıyı okuyan bizlerden bazıları bile ordumuz, askerimiz hakkında hiç de olumlu şeyler düşünmeyecek değil mi ?
Aynur Engindeniz
Saygılar.
Fikret TEZEL
Aynur Engindeniz
Saygılar.
Fikret TEZEL
Aynur Engindeniz
Ayrıca ben sizi anladım, rahat olun.
Saygılar sayın yazar.
"Ne hikmetse karşımda oturan askerin yakasındaki armaya bakarken “failatün, mefaülün, failün” diyesim geldi. Böyle zamanlarda kendi kendinin muktedir babası oluyor insan. Kendini sevindirecek, güldürecek, teskin edecek, başını okşayacak “Buradayım, yanındayım” diyecek bir şeyler uyduruyor."
Bu satırları okurken aklıma geldi ki ben de zor zamanlarda saçma ve komik şeyler düşünür bulurum kendimi. Demek birçok kişi için böyleymiş.
"Babamın beni kaldırıp duvara çarptığı zamanlarda, en çok, annem tarafından kurabiye hamuru gibi narince yuvarlanıp yoğrulan terbiyeli yanlarım döküldü yere. Çok küçükken yalvarmak, biraz daha büyüdüğümde ellerimi başıma siper etmek suretiyle babamın yalçın terbiyesine karşı durdumsa da, hiçbir zaman doğuştan getirdiğim iyi hasletlerin ve annemin bana kazandırdığı iyi hallerin birer birer kopup ayaklar altına düşmesine engel olamadım. "
Öykünüzün kalbi bu cümleler sanki.
Size bir yorum yazarken yine sizin cümlelerinizi seçiyorum çünkü daha iyi bir ifade bulamıyorum. Şaştığım; bu konular aklınıza nereden geliyor acaba?
Yine okura hayranlıktan başka bir şey hissetme şansı bırakmayan bir öykü.
Selamlar.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim. Sevgiler en derininden.
Dayağın kaybettirdikleri ve kazandırdıkları:)
Babadan her dayak yediğinde insanı insan yapan özelliklerin birer birer yok oluşu, kolluk kuvvetlerinden haksız yere yenilen dayakla da yok olan değerlerden boşalan yerlerin, kin, nefret ve intikam duygusuyla dolması sonucu topluma kazandırılan, bu öyküde üç, ama gerçekte binlerce suç makinesi genç.
Çok önemli bir konuyu çok güzel işlemişsiniz değerli yazarım.
Emeği ve yüreği kutlarım.
Selam ve sevgimle.
Aynur Engindeniz
Saygılar.
Kesinlikle çok yerinde, güzel ve doğru ifade edilen kelimelerle harika bir yazı olmuş.Tebrikler.
Aynur Engindeniz
Sevgiler.
Sevgili Aynur öncelikle tebrik ediyorum akıcı bir dille anlatılmış olan bu yazı içimi öylesine burktu ki bir an 80 li yıllara (o yıllarda ben 16 yaşında idim) gittim. Maalesef Türkiye gerçeğinin acı bir parçası idi. En çokta şu söz yaraladı "Suçluyken yenen dayak insanın kanına dokunmuyor da, suçsuz yere bir tek yan bakışa dahi maruz kalmak insanı kahrediyordu. ".... Sevgimle.
her zamanki gibi kelimelere sihirini yapmışsın SİHİRLİ KALEM. Farklı bir konu harika bir işleyiş yürekten kutlarım öncelikle.
Bana cezaevine girenleri hatırlattı. Simit çalmaktan içeri girenler zamanla usta bir kasa soyguncusu olarak çıkıyorlar. İş bulamayınca katmerleşerek işlerini devam ettiriyorlar...
İkinci olarakta yıllar öncesi böyle bir dayak sonrası, dayak yememek için işlemediği bir sucu işledim diyen uzak bir tanıdığın gerçek bir hayat hikayesi anımsattı. O an deseler ki hirojimaya kim atom bombası attı onu bile üslenecekti sorsalardı eğer....
tekrar güzel yazını kutlarım...
sevgi ve saygımla selamlar...
Aynur Engindeniz
Bir de seni dikkatle ve ilgiyle okumaya devam edeceğim...
Teşekkürler.
Saygılar.
adın ona çıktıysa dokuza inmez herkes kolayı seçiyor...orantısız güç.... yetki insanda bazen çirkinleşiyor....çingeneye beylik misali....yazın yine titretti can saygılar
Aynur Engindeniz
O yüzden diyorum ya "Büyüksün!"
Saygılar.
Aynur Engindeniz
Öperim gözlerinden...
Çok söylersen arsız, çok döversen hırsız olur demiş büyüklerimiz..İnşallah kurgudur, zira içim acıdı.. Yav bu çivisi çıkmış düzenin yüzüne tüküreyim, neden suçlular haklı, suçsuzlar haksız oluyor ???
Kurgu deyin azizim, yoksa içim çok dolu !!!
Aynur Engindeniz
Sevgiler duyarlı kalbinize.
Osman Hamdi beyin kaplumbağalarının resmi ile başlayan sayfa, güzel hikayenizle bütünleşmiş.Beğeniyle okudum.Yüreğinize saglık.Saygılarımla.
nuray telli tarafından 4/3/2012 1:13:59 AM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Sevgiler.