6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1559
Okunma
YAŞAMDAN ENSTANTANELER
Dört beyaz önlüklü doktor ve avenesi sanki ben orada yokmuşum gibi donuk yüzleriyle konuşmadan odama doluşuverdi. Oysa bugün günlerden pazar. Söylenenleri duymuyor, sadece tartıştıkları konunun bacağım olduğunu anlıyordum. Önde bana iki aydır ihtimamla bakan doktorum ve Kalp Damar Servisi’nin bütün hemşireleri... Arkasında eliyle bacağımı ölçüp, durmadan kasıklarıma dokunarak canımı acıtan ortopedist vardı. Komada tek başıma otuz altı gün geçirdiğim, kollarımdan dört seruma bağlı olarak çırılçıplak yattığım bu infaz odasında, onca hemşirenin bana bakmasından son derece rahatsızdım. Üzerime bir şey de örtmüyorlardı; çünkü sol bacağım ayak ucundan kasık altına kadar mosmordu ve belim kadar da şişmişti. Ateşim 43.5 dereceden aşağıya düşürülemiyordu.
Anlıyordum, bu bacak kesilmeliydi. Ama sonra ne olacaktı?..
Aklımdan yatağımın altındaki küçük çantamın dibine sokarak sakladığım, yanımdan hiç ayırmadığım silahım geçiyordu. Mahkeme duvarı suratlı ortopedist, lafa göbeğinden başladı:
“İki aydır ,ateşiniz günde kırk sekiz antibiyotik iğnesine rağmen 43.5 dereceden aşağıya düşürülemedi.Ödem hızla kasığınızdaki lenf düğümüne doğru ilerliyor. Şu anda 2,5 santimetre kalmış. Eğer oraya ulaşırsa, en fazla kırk sekiz saat daha yaşayabilirsiniz. Bu yüzden, pazar günü olmasına rağmen baştabibin koordinesiyle birlikte branş doktorları toplanıp sizi görmeye geldik. Sol bacağınızı kasık hizasından almak mecburiyetindeyiz.”
Otuz yaşındayım. Bir oğlum olmuş, hiç görmemişim. Arabam boyadan yeni çıkmış. Pars ile Habeş’in altı yavrusu olmuş, sevememişim. İki saatte bir buzlu çarşaflara sarılıyorum ve sürekli yirmi dört saat koluma asılı kalan serumların içine ilaç veriliyor. İki iğne de tam sağ elimin üzerindeki damardan yapılıyor. işte bu, çok yakıcı sarı bir ilaç. Lanet bir şey. Ateşim her saat ölçülüyor. Kimi koltuk altıma, kimi ağzıma, kimi de kıçıma sokuyor dereceyi. Hep aynı. 43,5 derece.
Çok sakin dinliyorum. Beynim, beynimde değil sanki. Kumlar görüyorum uçsuz bucaksız. Uzağında, göz alıcı parlak bir ışık ve uzayıp kısalan yüzlerce çizgi... Gitsinler istiyorum, inadına odada kalıyorlar. İngiltere’de piyasaya yeni çıkan bir takma bacak tıpkı gerçeği gibi hem dizden, hem de ayak bileğinden kıvrılıyormuş. Bir bacağın ne önemi varmış ki!.. Sanki beş aydır göremediğim oğluma da kavuşacakmışım üstelik.
Hemşirem edep bölgeme bir örtü örtmeye çalıştıkça, o gestapo doktoru eliyle kenara çekerek, durmadan bir şeyler gösteriyor ve konuşuyor. Uykum var. Ağrım var, aklımda başka şeyler var. Azize ile yalnız kalmak, onun ellerini tutarak sık sık kapanan gözlerime gülerek bakıp bana, “Korkma kurtulacaksın” demesini bekliyorum.
Bir telefon geliyor koridordaki kabine. Hemşire, ameliyathanenin hazır olduğunu fısıldıyor, gestapoya. Herkes mutlu mu ne? Bir bedeni, yarısını alarak, biçerek kurtaracaklar. Ya ruhu, ya yaşama arzusunu, ya sevmek ve sevilmek şansını?..
Beklediğim el herkesin içinde, ıslak gözlerle, “Korkma, ben hep yanında olacağım.” diye fısıldayarak, bana cesaret veriyor. Hocanın önce kafasıyla, sonra da “Azize ,sen dışarı çık” ikazı üzerine elimi bırakarak, odadan dışarı çıkıyor.
O saniyeye kadar hiç konuşmamıştım. İsteklerimi sanki bakışlarımla anlatıyordum. Ama bu gestaponun hiç şakası yoktu. Onu, elinde pırıl pırıl parlayan bir testereyle yeşil önlük içinde hayal ediyor, etrafa sevinçle sırıtıp ağzındaki koca Havana purosunu yanındaki ameliyat hemşiresine uzatırken, diğer elindeki kalemle önceden çizdiği kasığımdaki kesilecek yere olanca gücüyle ileri geri testereyi sürttüğünü düşünüyordum. Doktorum yüzüme bakmıyor, hep onu destekliyordu.
Cehennemde miydim? Bunlar zebaniler ve sadece Azize mi melekti? Son bir gayretle mırıldandım; “Vururum!..”
İnsanlar sustu. Bakışlar doğru duyup duymadığını teyit edercesine birbirine çarparak odanın ortasına döküldü. Beni yataktan ameliyat sedyesine kaydırmak için gelenler ellerini utançla çekti. Şaşkın bakışlar yüzüme çevrildi. Son bir gayretle,
“Bacağımı kesmeyin, yoksa kendimi vururum” diyebildim.
Bu kadar çok konuşmam beni yine bayılttı. Ama gestaponun “İmza alamazsanız, ben bu sorumluluğu üstlenemem. Her şeyi halletmeden beni neden getirttiniz?” diyerek, odadan çıktığını yarım yamalak da olsa duydum.
Üç gece sonra, Azize’nin sevinç çığlıklarıyla uyanıyorum. Ateşim ,42,5 dereceye düşmüş. O bir derece bile insana umut oluyor. Nöbetçi doktor dereceyi makatıma sokuyor. Kızdan utanıyorum. Ama iki kolum yatağa bağlı ve en iyi ateş ölçümü oradan yapılıyormuş. Çok mutluyum. Gecenin 02:00’sinde Azize’ye, bana bir kase çorba getirmesini rica ediyorum. Eliyle kaşık kaşık içiriyor. Birden onun üzerine sapsarı mercimek çorbasını kusuyorum. İki aydır bir gram yemek görmeyen midem, bir kaşık ılık çorbaya bile isyanda.
Kız, hiç kızmadan beni temizleyip, sabunlu bezlerle yattığım yerleri de sildikten sonra, gidip üstünü değiştiriyor. Çok kilo kaybettim. 76 kilodan 46 kiloya düşmüşüm. Kemiklerim sayılıyor. Ne çirkin görünüyorum, kim bilir.
Tanrının yardımıyla gestapoyu savdım ya. Ah ulan ah, bu sefer de bulduk eşeği.
Eyüp Yaşar OVALI
02.04.2012