- 833 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
DÖNME DOLAP
“Çay var mı abla?” dedi pek yüksek olmayan bahçe duvarının arkasından genç çocuk.
Çiniğnesi çalıştığı nakış kasnağından başını kaldırdı genç kız.
“Tabii var. Olmasa da hemen demlerim” dedi içtenlikle.
Elişini topladı. Mutfağın bahçeye açılan kapısından girdi mutfağa.
Çocuğun duvarın çevresini dolanıp bahçeye girmesi biraz zaman aldı. Çocukluğunda geçirdiği hastalıktan dolayı bir bacağı oldukça aksıyordu. Çarşıya pek de yakın olmayan yukarı mahalledeki evlerine giden yolun düz olan yarısını yürümüş ikinci yarısını yokuş olarak tamamlamıştı.
Çocukluktan bu yana büyük kardeşinin hem yakın arkadaşı hem birbirlerine yakın komşuydular. Kardeşi evde olsun olmasın fırsat buldukça evlerine uğrar bu genç kızla bir iki laf eder bir şeyler atıştırıp giderdi.
Bahçe iskemlesine oturan çocuğa açık mutfak kapısından seslendi.
“Şimdi geliyorum.”
“Sen işine bak abla. Ben oturuyorum.”
Elindeki büyükçe tepsiyle çıktı bahçeye.
“Çayı yeni demlemiştim. Bir bardak içtim henüz. Şimdi birlikte içeriz” dedi.
Tepsideki iki kasenin birinde tulum peyniri, diğerinde bal vardı. Üzerleri göz göz kabarmış sapsarı ekmek dilimleriyle dolu büyük tabağı ve kaseleri tepsiden alıp masaya bıraktı.
“Hadi sen başla soğutmadan. Ben çayları alıp geliyorum hemen” dedi servis tabağını çocuğun önüne bırakırken.
İki bardak çay ve şekerlikle masaya döndü.
“İşte! tavşan kanı çaylar da geldi.”
“Abla sen bunları şimdi mi yaptın?” dedi dilimin yarısını kocaman açtığı ağzına götürürken.
“Evet, tabii”
“İçerde cin mi var yoksa. Ne çabuk yaptın?”
“Tavaya yağı koyup ocağa oturttum. Yağ kızana kadar yumurtaları çırptım. Biraz süt ilave edip karıştırdım. İnceye yakın kestiğim ekmek dilimlerini bu karışıma iyice bulayıp tavaya attım. Ters yüz edip çıkardım hemen. Çok fazla kızarırsa kurur, güzel olmaz. Üç beş dakikada hazır oldu gördüğün gibi.”
“Çok güzel olmuş abla. Eline sağlık”
“Afiyet olsun. Üstüne bal sürerek yersen tatlı, peynirle yersen tuzlu yerine geçer. Memur evinin ikramı ara sıra böyle oluyor.” dedi gülümseyerek.
Benim için bu çayın yerini hiçbir şey tutmaz. Yalnız başıma bir bardağı bile zor içtim. Uğradığın iyi oldu. İnsanın İçtiği bir bardak çay bile olsa paylaşılmadan hiç tadı olmuyor” dedi mutlu bir gülümseyişle.
“Bak abla. Sen yalnız kardeşlerine değil hepimize herkese hakiki bir abla gibi oldun her zaman için. Biz de seninle hep iftihar ettik. Şimdi sana bir şey soracağım…
Şu oturduğunuz evi de hiç tanımadığın insanlarla paylaşır mıydın?” dedi yemeye bir süre ara vererek.
“Tanımadığın derken...Nasıl yani, pek anlayamadım?”
“Yaa...Gördün mü bak! Ah ablam ah!..
Güzel bir evde oturuyorsun. Yiyip içiyorsun. Sinemaya gidiyorsun. Giyiniyorsun. Bunların hiç birini bulamayan yapamayan öyle çok insan var ki. Sen dünyada neler oluyor bu ülkede ne dolaplar dönüyor bunları biliyor musun? Üniversitelerde bu olaylar neden çıkıyor. Bu genç öğrenciler ne için ölüyor diye düşünüyor musun abla?” dedi elindeki boş bardağı ona doğru uzatırken.
Kız bardaklarla mutfağa girdi ve iki çayla geri döndü. Çocuk söyleyeceklerini söylemiş olmanın rahatlığı içindeydi. Kızın vereceği cevabı dinlemeye hiç niyetli görünmüyordu. Çatalını tabağındaki dilime hızla batırdı. Çayından büyükçe bir yudum alırken göz göze geldiler.
Dışarıya doğru hafif çıkık koyu ela iri gözlerinde her zamanki gibi yine hiç içtenlik yoktu. Kız bu çocuğu her nedense çok samimiyetsiz bencil duygusuz ve kaba bulur, onun güvenilir biri olmadığını düşündürdü için için.
Küçük de olsa bir şeyleri birileriyle paylaşmak. Onlara elinden geldiğince yardımcı olmak. Anlamlı değerli bulduğu insani duygularını yüreklerine sevgiyle serpiştirmek onu en fazla mutlu eden şeylerdi oysa.
O, bu çocuk hakkındaki tespitinde yanılmadığını yıllar sonra büyük kentte karşılaştıklarında çok daha iyi anlayacaktı.
Ama o şimdi dünyada neler olup bittiğini tam olarak nasıl anlayacak ve nereden bilecekti.
Kendi ülkesine gelince. İyi ve güzel şeylerin olmadığının o da farkındaydı.
Kaldı ki bir ülkenin başında, yurdunu yurttaşını seven, tanıyan. Sorunlarını bilen, zeki bilgili deneyimli. Üslendiği bu ağır sorumluluğun bilincinde olan saygın gerçek devlet adamları ve idareciler olduğu sürece o ülkede ne anlaşılamayacak dolaplar dönerdi ne de onun bu dolapları bilip öğrenmesine gerek kalırdı ona göre.
***
Kızıyla birlikte Aksaray semtinde oturan bir tanıdıklarına gittiler bir gün habersiz. Evde bulamamışlardı. Eve geri dönüyorlardı.
Yürüdükleri sokağın içindeki karşılıklı iş yerinin kapısında durmuş, birbirleriyle yüksek sesle konuşan iki erkekten birinin sesi hiç yabancı gelmedi ona. Sese doğru dönüp baktı. Baktığı kişi de ona. Kısa bir süre bakıştılar.
“Aa! Abla! Ne işin var senin buralarda? Gelin, içeri geçin.” diye seslendi dükkanın kapısından.
Uzunca bir zaman geçmişti aradan. Hafif dışarı doğru çıkık koyu ela gözlü bu gençle karşılaşmayalı. İstanbul’a taşındıklarında gelip kalmıştı kendilerinde birkaç gün.
***
Kocaman bir yerdi. Raflar, etraf malzemelerle tıklım tıklım doluydu. Araba farlarını görmese bu malzemelerin ne işe yaradığını anlayamayacaktı. Çünkü hiç arabaları olmamıştı.
Camlı bir bölüme aldı onları. Deri bir kanepe, dört koltuk ve üstünde iki telefon bulunan büyükçe bir masayı alacak genişlikteydi burası.
Aile bireyleri soruldu karşılıklı. Kızın büyük erkek kardeşiyle görüşmüşlerdi birkaç kez. Hiç beğenmemişti yakın arkadaşının gidişatını bu genç çocuk.
“Sazla sözle bir yere gelinmez abla. Bir de şu var...Kazanmak kadar kazandığını tutabilmek de çok önemli. Senin iki kardeşinin de deniz kumu gibi paraları olsa iki günde bitirirler etrafa yedirmekten müsriflikten. Elleri çok açık. Ona bakarsan ailece öylesiniz ya...
Allah’a şükür, biz iki kardeş sırt sırta verdik nereden nerelere geldik bak. Ana babamızı da rahat ettirdik.” dedi.
“Hangi semttesiniz şimdi?”
“Bahçelievler’de üç katlı bahçeli büyük bir ev aldık. Ben evlendim hemşerimiz olan Kars’lı bir kızla.
İki de kızım var.”
O sırada çalan telefona cevap verdi. Cevaplarından kızıyla konuştuğu anlaşılıyordu.
“Büyük kızımdı” dedi. Ağzı daha genişlemiş gözleri biraz daha dışarı çıkmıştı.
“İki arabamız, gördüğün bu iş yerimiz var şimdilik. İçindeki mallar da az buz para değil tabii. Ama biliyor musun, bir şeye çok yanıyorum...
Şu İstanbul’a niye daha önce gelmedik. Ne çok enayi, ne çok soyulacak adam varmış meğer bu şehirde be abla!” dedi hayıfla.
Uzun boylu yapılı bir genç girdi camlı bölmeye buram buram soğan kokularıyla birlikte.
“Tanıdın mı” dedi içeriye giren gence gözleriyle onu işaret ederek.
“Benzettim ama...Bizim Tülin abla değil mi?”
“Evet, o.”
“Tanıdığına sevindim. Demek ki tanınmayacak hale gelmemişim henüz.” dedi o da gülümseyerek. Kendisi de tanımıştı içeriye giren genci.
Unutmadığı o beldeyi anımsadı. Capcanlı bir fotoğraf yerleşti gözbebeklerine yine…
İlkokulu zar zor bitirmişti. Ağabeyinin aksine sağlıklı uzun boyluydu. Nereden nasıl bulurdu bilinmez her gün değişik çıplak bir at bulur, kendi üst bedeni çıplak olarak bu atlara biner ve elindeki kuş sapanıyla yemyeşil tepelerde dolaşırdı gün boyu.
Kızların bahçeden dışarıya hiç çıkmayan Ligorn cinsi piliçlerin birkaçının ve boş alanlarda dolaşan tavukların ansızın ortadan kaybolmalarının sebebi anlaşıldığında o sapanın asıl işlevinin ne olduğu da anlaşılmıştı. Onları o sapanla vuruyor ve alıp eve götürüyordu. Geriye kalan zamanlarını neredeyse İstanbul’a kadar uzanan kıyı sahillerinde denize girerek geçiyordu. Dünün ‘eli sapanlı’ bu günün gencecik ‘iş adamı!’ olan bu ‘elleri kirli’ çocuk.
“Ee paylaşım işi ne oldu? Sen nelerini paylaştın olmayanlarla? O beldedeki günleri hatırlıyor musun? Ve bana söylediklerini?” dedi kardeşine hayranlıkla bakan ağabeye.
“Bırak be abla o işleri. Sen hala oralarda mısın? O zaman öyle icap ediyormuş öyle konuşmuşuz biz de. Hem “dün dündü bu gün de bu gün” demiyor mu siyasetçi ünlü babamız! Ne paylaşması! Ben bunları onlarla beraber mi kazandım ki onlarla paylaşayım? Ama helalinden ama haramından.
Kendi aklımızla yaptık bütün bunları. Şu İstanbul’un taşı toprağı altın değil, pırlanta abla pırlanta! Sizin gibiler bunu göremiyorsa suç bende mi?”
“Haklısın çocuk...
Nasıl ki yıllar önce ben senin karakterin hakkında yanılmamışsam, sen de bu ülkede dönen dolaplar konusunda yanılmamışsın. Binmişsin bunlardan birine sen de inmektesin aşağıya doğru alçala alçala! Bunu dolapların dışında olanlar çok iyi görüyor.” diyemedi ona o gün. Hoş deseydi de bunlar onun ne kadar umurunda olacaktı ki.
“Bak abla. Sen hepimize her zaman hakiki bir abla bir anne gibi oldun o genç yaşında. Kardeşlerinden ayrı tutmadın hiç birimizi. Sana saygımız sonsuz. Ama vazgeç artık bu insanlık erdemlerini savunmaktan, onların peşinde koşmaktan. Onlar çok geride kaldı. Hem hiçbir işe yaramadı. Demode oldu. Ölen öldüğünle kaldı. Kendini düşünmüyorsan şu kızını düşün. Size sahip çıkacak kimsenizde yok. Sonra çok pişman olursun. Hani senin çok sevdiğin bir kız arkadaşın vardı. Yıldızları seyrederdiniz geceleri beraber. Onun erkek kardeşinin başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Ne oldu? Hem kendini hem ailesini perişan etti” dedi ve ince bileğindeki kocaman saate baktı telaşla.
“Abla kusura bakmazsan benim bir yere kadar gitmem lazım. Başka bir gün teyzemi de al gel. Bize götüreyim sizi. Annem de çok sevinir. Bir çayımızı içersiniz. Bizim bütün günümüz sizde geçerdi unuttun mu? Ne günlerdi be!” dedi. Gözleri araba farları gibi parlak ve kocaman göründü kızın gözüne. Kalktı, vedalaşıp gitti. Ayağı eskisinden daha çok aksıyordu.
Ağabeyinin kalktığı koltuğa kardeşi oturdu. Belli ki ağabeyi de kokuları dükkana kadar ulaşan bol soğanlı lahmacunların kebapların yapıldığı ve onun çıktığı kebapçıya girecekti.
Kızının elini tuttu. Çıktılar dükkandan. Bir bardak su istemeye bile çekinmişti. Oysa bu öğlen sıcağında dilleri damaklarına yapışmıştı ikisinin de. Oldukça tenha olan vapura girip oturdular anne kız. Salona şöyle bir baktı. Çünkü öyle büyük bir şaşkınlıkla oradan çıkmıştı ki vapurun yolunu bulabileceğinden bile emin değildi.
Karşıdaki kanepeye üç-dört yaşlarında bir erkek çocukla, siyah çarşafını çenesinin altında çengelli iğneyle tutturmuş, duru beyaz tenli, gülümsüyormuş gibi duran pembe dudaklarının bir tarafında siyah beni olan genç ve güzel kadından başka kimse oturmadı. Bir süre sonra klipsli siyah çantasından çıkardığı kırmızı kağıtlı çikolatayı çocuğa uzatırken manalı bakan ela gözleri sevgi doluydu.
Çocuk önce çikolataya sonra genç kadına baktı. Ne konuştu ne uzatılan çikolatayı aldı. Genç kadının çikolatayı açmaya başlayan sol elinin orta parmağında parlayan ince alyanslı ve yarıya kadar kınalı narin ellerine takılı kaldı gözleri...
Vapurun sarsıntısıyla kendine geldi. Karşı kanepe bomboştu. Camdan baktı. Çımacı atılan halatı eldivenli elleriyle tutmaya hazırlanıyordu. O da kızının elini tuttu. Son birkaç yolcuyla birlikte tahta iskeleden geçip karşı tarafa attılar adımlarını.
Çevresine baktı. Aklına takılan ihtimalde yanılmadığını gördü. Çıktığı dükkandan vapurun yolunu değil ama gideceği semti şaşırmıştı. Kadıköy yerine Üsküdar iskelesindeydiler çünkü.
YORUMLAR
Ekmek balığı derdik biz ona. Ani gelen misafire ikram edilirdi. El emeği olmayan birşeyi, mesela bisküvi gibi, ikram etmek ayıptı çünkü.
"Önce siz beni ezdiniz şimdi de ben sizi eziyorum" diyen adamlar. Hamdırlar, boğazına dururlar herkesin, sınırları, çizgileri yoktur. Allah öylelerinin şerrinden korusun.
Bu güzel paylaşım için teşekkürler.
TÜLİN ÖZTUNÇ
Selamlar...
Duyguların dilinden yazılmış aşkın göz yazları hoş ve içli güzel bir yazıydı yürekten kutlarım slm Bogazın kıyıısndan
TÜLİN ÖZTUNÇ
Hayatımdan akıp geçen gerçek bir kesitti.
Konunun kahramanı iki kardeşle telefonla da olsa ara sıra görüşüyorum hala.
Moda burnundan selamlar benden de..
TÜLİN ÖZTUNÇ
Bu yazıya ANI dedim. Çünkü baştan sona her karesi her sözcüğü bahçemizin ve benim görüntümle birlikte yaşanmış ve söylenmiş gerçek bir yaşanmışlıktan alınmıştır. Şimdi belleğimde anı olarak kaldı tabii.
"Öykü" deyince benim aklıma kurgu-hayal geliyor daha çok.
Çokca selamlar.
TÜLİN ÖZTUNÇ
Bu yazıya ANI dedim. Çünkü baştan sona her karesi her sözcüğü bahçemizin ve benim görüntümle birlikte yaşanmış ve söylenmiş gerçek bir yaşanmışlıktan alınmıştır. Şimdi belleğimde anı olarak kaldı tabii.
"Öykü" deyince benim aklıma kurgu-hayal geliyor daha çok.
Çokca selamlar.
Kemnur
çok güzzzzeldi anlatım
evet ne dolaplar dönüyor adam zengin olmuşama insan olmamış bende
size bir şey ikram etmek bile aklına gelmemiş susuz göndermiş sizi
saygılarımlasın
canım
not...hasan aramış sabah sanırım tanıştınız
inşallah yardımcı olur yazmıştım ben yine ona
size selam mı var
sayı sevgimlesin
TÜLİN ÖZTUNÇ
Aslında dünya bir misafirhane ve bir lokma bir hırka değil midir...
Kucak dolusu sevgi ve selamlar.