- 1179 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
2011 YGS TÜRKÇE SORULARI
2011 YGS Türkçe Soruları’nı merakla ve ümitle bekledim. Bu husustaki makalelerimin sonuncusu, " 2009’un ÖSS Türkçesi"" başlığıyla Erciyes Dergisi’nin 2009 Ekim sayısının birinci ve ikinci sayfalarında yayınlanmıştı. Yukardaki cümlemdeki "merak" belki anlaşılabilir ammâ "ümit" de, "Neyin nesidir?" denebilir. Îzâh edeyim:
İlk olarak, soruların dili üzerinde duracağım. Bu hususta, bugüne kadar yazdığım birkaç makalemde " uydurmaca hâkimiyeti"nin Türkçemiz’e yaptığı tahribatı belirtmiştim ki, 2011 YGS Türkçe Soruları’nda da aynını görerek hayâl kırıklığına uğradım. Ümidim, ümitsizliğe dönüştü.
Demek ki, ÖSYM denilen kuruluşun Türkçe anlayışında hiçbir değişiklik olmamıştır. Konuşulan değil; uydurulan dil tercih edilmiştir.
Elbette ki, mânâyı ilgilendiren hususlardaki " gariplik"lere de temas edeceğim.
Bu imtihan, gençlerimizin, muhakeme güçleriyle bilgi seviyelerini ortaya koymak için yapılan bir "eleme" imtihanıdır. Yâni; birbirlerini eliyorlar. Mânâsı anlaşılamayan, hattâ ne demek istendiğini ifade edemeyen sorularla kimi ve nasıl "eliyor"sunuz?
" YGS Türkçe Soruları" kırk tanedir. Elbette ki, önce, bu sorulardaki Türkçe kelimeler üzerinde duracağım. Hemen şunu söylemeliyim ki, bu " Türkçe Soruları"nda, bir tane olsun "kelime" kelimesi geçmiyor. Gençlerini üniversiteye hazırlayan ÖSYM denilen kuruluş, bir defa olsun, Türk milletinin her ferdinin bilip kullandığı " kelime" kelimesini kullanmaz/kullandırmaz mı? Demek ki, kullanmaz ve kullandırmaz!..
Ve; " millet adına" ahkâm kesip mangalda kül bırakmayanlar, ilim adına susarlar ve susarlar...Ve yine susarlar!
Peki; bunun yerine, ne yazarlar ve ne söylerler? Cevap: " sözcük" yazar ve " sözcük" söylerler. Hem de tam yirmi iki tane!
Bu defa; üç " hayat" demişler ammâ, tam on tane de uydurma " yaşam" demekten de geri durmamışlar. Bütün Türk Dünyası "hayat" derken, üniversiteli gençlerimize "yaşam" ı telkin etmek, hem " demokratik", hem " ilmî" ve hem de " ahlâkî" değildir. Böyledir diyen, buyursun!
" Hikâye"yi bilmeyenimiz yoktur. " O eski hikâye!" diye başlayanlarımız o kadar çoktur ki! Ammâ, gelin görün ki, kırk soruda bir tane "hikâye" kelimesiyle karşılaşamazsınız da, tam onbeş " öykü/ öykücü" saltanat sürer!
" Yaratmak/ yaratı/ yaratıcı" kelimeleri ise onüç tane. Bunların yerine kullanılması gereken " meydana gelmek, meydana getirmek, hâsıl etmek, oluşmak, oluşturmak" kelimelerinin izine bile rastlamak imkânsız. Bu, nasıl dil anlayışı ve nasıl bir idrâktir?
Bunların dilinde " şans eseri" diyemezsiniz. Bunların dilinde " şaheser" de diyemezsiniz. Gerçi, gözden kaçmış olacak ki, bir tane "eser" li soru var. Fakat, bu Türkçe sorularında tam oniki tane " yapıt" bulunuyor.
Haklarını yemeyelim; on tane edebiyat kelimesi kullanmıştır. Buna karşılık, üç tane "yazınsal" la yetinmişler. Bana, " yazınsal"ın ne demek olduğunu sormayınız lütfen!
" Bireysel" in bir "ucûbe" olduğunu Erciyes Dergisi’nin geçmiş sayılarının birinde geniş olarak yazmıştım. " Kişi, fert, şahıs, zat" kelimelerimiz varken, sanki "bireysel"e ihtiyacımız varmış gibi, ortaya tamamen Türkçe dışı bir kelime atılmış ve " zorakî" olarak da genç beyinlere pompalanıyor. Yazık!
Üç tane " sözgelimi" kullanılmış ki, tebrik ederim. Herkesin kullandığı "meselâ, farazâ " kelimelerimiz de var. Ammâ üç tane de uydurma " örneğin" kelimesi ihmâl edilmemiş. " Sözgelimi, meselâ, farazâ" varken, uydurma "örneğin"e ne gerek vardır?
" Bu nedenle", ifadesinin yanlışlığını bilmeyen azdır. Zîrâ, " neden" kelimesi, dünyanın bütün dillerinde " soru" kelimesi olarak kullanılır. Doğrusu " bu sebeple, bu yüzden, bundan ötürü" dür. Ne yazık ki, bu da, iki defa kullanılmıştır. Bu, nasıl dilciliktir?
Peki; " ya" denmeden " ya da" denilemeyeceğini bilmeyen bir dilci olabilir mi? Demek ki, oluyormuş. Peki, dört tane "ya da" nasıl oluyor da hem de Türkçe sorularında yer alabiliyor?
Bu kadar mı? Elbette ki, bu kadar değil. Hâkimiyet yok, iki "egemenlik"; rağmen yok, iki "karşın"; takip etmek yok, dört "izlemek" ; mahallî, millî yok, birer " yerel ve ulusal" ; ihtiva (etmek) yok, dört "içerik/içermek"; imkân yok, dört "olanak"...Ve; imge, dize, düş kırıklığı, evrensellik, saptamak, giz, özgür, koşul, gereksinim, düşünsel, anımsamak, doğallık, duyumsatılabilmek, varoluşsal, insansal ...
Ve; Fransızca " anons, editör(üç tane), teleferik.."
İşte; Yükseköğretime girişteki Türkçe imtihanı sorularının " Türkçesi" !
Ve işte; "ümit" le bekleyişim bundandı ki, bu " YGS " ile dilimiz Türkçe, bir nebze olsun " uydurukça" işgalinden kurtulur ve gençlerimizle birlikte milletimiz de rahat bir nefes alır, diye düşünmüştüm. Maalesef, bunlar da, en az " eskiler" kadar " uydurukça" yı sâhiplenmiş gözüküyorlar.
Demek ki, böylece, " Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller" yetiştireceklerine inanıyorlar(!).
Ve; 1 milyon 692 bin 345 genç, ne yazık ki, bu anlaşılmaz dil ile ilim yaptıklarını sanıyorlar. Yazık ki, milyon defa yazık!
Türkçe’nin bu hâlini görünce, ister istemez, son sultan’üş-şuara Necip Fâzıl’ın " Hâtıra" başlıklı beytini haykırmaz mısınız?
" Renk renk hâtıralarım oda oda silindi;
Anne kokan bir Türkçem vardı, o da silindi."
Şimdi sıra, başta sözünü ettiğim " gariplik"lere geldi. Bunlardan, sâdece ikisini arzedeceğim:
Türkçe sorularının birincisi şöyle başlıyor:
" Yahya Kemal ve Nazım Hikmet’i ayrı tutarsak küçük mutluluklar Türk şiirine Garip döneminde bir uğrayıp geçmiştir, diyebiliriz. Biraz Ziya Osman, çok az Cahit Sıtkı...Onun dışında " Hüzün ki en çok yakışandır bize." anlayışı egemendir. Cemal Süreyya’nın, Garipçilerin izine basarak yürüdüğü kimi şiirlerinde de bu anlayışın yansımalarını görürüz. Ne var ki onun şiirlerinde genel olarak ince bir hüzün söz konusudur. "
Bu sorunun neresinden başlayayım! Ammâ, illâ ki, bir yerinden başlayacağım. Bir defa, " Bu dil ( Türkçe) ağzımda annemin sütüdür." diyen büyük şâir Yahya Kemal ile; " Düşmanıyım asâletin kelimelerde bile" diyen Nazım Hikmet’i -güyâ- aynı noktada birleştirerek soru soruluyor. Söyler misiniz, bunların -bilenlerin bildiği ve mevzûmuzla ilgisi olmayan, tek müşterek noktalarından başka- bir müştereklikleri var mıdır?
Türkçe sevdâlısı Nihad Sâmi Banarlı der ki: " ...dilde ses güzelliği, kelime zenginliğinden çok daha kıymetlidir.(.) Âlem, dilini güzel konuşanlara asâlet unvânı verir, bizimkiler, Nazım Hikmet’in dilinden konuşarak:
Düşmanıyım asâletin kelimelerde bile"
mısraına uyarlar." (Bknz: Türkçe’nin Sırları, Nihad Sâmi Banarlı, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayını, İstanbul 1972, s. 270)
Ve; hem de " Türk şiirinde..." ve " küçük mutluluklar" öyle mi? Demek ki, bunları yazanlar, " Garip dönemi" hâricindekileri "malzeme" olarak kullanıyorlar. Bu " Garipçilerin izine basarak yürü"yenler de varmış.
Peki bu " Garipçiler" değil midir ki, 1941 yılında yazdıkları " Garip Önsözün"de: "Tarihin beğenerek andığı insanlar, daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir ananeyi yıkıp yeni bir anane kurarlar.
(.) Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz, senelerden beri zevkimize ve irademize hükmetmiş, onları tayin etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların sıkıcı ve bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz." diyenler.
Muhteşem Türk şiiri içindeki bu " muhteşemlikleri" ( her şeyi atmak mecburiyetindeyiz) diyerek atmayı tavsiye edenler, bilmeliydiler ki, birileri de çıkıp kendilerini atarlar. Ammâ, o birilerinin bazıları, bu işleri ne kadar bilebiliyorlar, işte asıl mes’ele buradadır!
Öyleyse soralım: Dar bir "kafese " girmiş bu kafaları, Yahya Kemal gibi bir büyük şâirle nasıl aynı kefeye koyabiliyorsunuz? Vah ki, vah!!!
Şimdiye kadar, her ne zaman Necip Fâzıl adı geçse, yanına Nazım Hikmet yazanlar, şimdi yeni bir "usûl " icâd edip, Necip Fâzıl’ı bırakıp,Yahya Kemal mi yazmaya başladılar? Bilmek isteriz.
Diğer örneğimiz ise onüçüncü Türkçe sorusudur. İşte, o soru:
" Türküler, şiirler iç dünyamızın sesi olarak yazılmış olsalar da bizden çıktıkları anda topluma mal olmuştur artık. Yalnız topluma mal olmakla kalsa iyi. Yerelden ulusala, ulusaldan evrensele bir değişme ve gelişme çizgisi izleyerek bütün insanlığın ortak değeri hâline gelir. Örneğin Yunus Emre’nin şiirlerinde yansıtılan duygular salt bize mi özgüdür? Neruda, yalnızca Şili’nin acılarını yansıtmıştır, deyip dışlayabilir miyiz onu? Acısı acımız olmuştur, halkı halkımız. Kısaca..."
Bu cümlelerin Türkçe’sinden yukarıda kısaca söz etmiştim. Ne yerel, ne ulusal ne evrensel ve ne de örneğin Türkçe’dir. Burada sözünü etmek istediğim husus başka. Tıpkı Yahya Kemal- N.Hikmet tarzı bir durumla karşı karşıyayız. Güyâ "benzerlik" , güyâ "irtibat" kuruyorlar. "İrtibat", belki de onların lisânında "diyalog"dur!
Yûnus Emre; Necip Fâzıl’ın ifadesiyle "şiirde varılmaz derece"dir. Mutasavvıf bir Türk şâiridir. Sâdece umûmî Türk şiirinin değil, umûmî dünya şiirinin de " zirvesi" dir. Emsâlsizdir. O; ancak, Pîri Türkistan Ahmed Yesevî ile, Hazret-i Mevlâna ile, Fuzulî ile..mukayese edilebilir.
Ve siz; kalkıp, O’nu, Neruda gibi , artık dünyanın vazgeçmek zorunda kaldığı bir düşüncenin ve rejimin mensubu komünist/ateist biriyle yanyana getirir ve âdeta onların " aynîliğinden" söz ederseniz, ilimsizliğin, iki milyona yakın gencimize yüklenen mes’uliyetini kimseyle paylaşmanız mümkün olmaz.
Asıl adı Neftali Ricardo Reyes Basoalto olan bu komünist/ ateist Pablo Neruda’dan başka " mukayese" edilebilecek mütefekkir-şâir yok mu idi ki, bu zat hasseten tercih sebebi olmuştur? Hem de " Yükseköğretime Geçiş Sınavı" denilen bir imtihanda!..
Gençlerimize hangi düşünceler " telkin veya tavsiye" edilmek isteniliyor? Yoksa; bu da, başka bir " diyalog" hamlesi midir, onu da bilmek isteriz.
Acaba!...Acaba,Yahya Kemal ile Yûnus Emre, "oltanın ucundaki birer yem" midir, onu da bilmek hakkımızdır.
Bütün bu "kelimeler ve düşünceler", telkin veya tavsiye görünümü ile "zorakî kabûl"e yönelirken, yirmidördüncü soruda -âdetâ- bir " nasihatle" karşılaşıyoruz:
"...kendi özgün düşüncelerimizi dayanaklarıyla işlemeliyiz yazılarımızda. (.) Kendi düşüncelerimizin de...bir Valery’ninki, Deleuze’ünki kadar önemli olduğuna inanarak bir özgüven geliştirmeliyiz."
Hangi "özgüven"den söz ediyorsunuz, siz? Bu sorularınızda, gençlerimize " özgüven" kazandıracak herhangi bir emâre görebiliyor musunuz?
Senelerdir bu kelimeler ve bu tarz sorularla "sıkboğaz" edilen hazîne değerindeki gençliğimiz, maalesef, "okumak"tan usandırıldığı gibi yazı da yazmaz oldu. Onları, " kendi düşünceleriyle" bir ân olsun başbaşa bıraktınız, onlara böyle bir " fırsatı" ve " imkânı" tanıdınız mı? Milyon kere hayır, değil mi? O hâlde, bu " nasihat" niye?
Hayırlısı, deyip;
Sabırla bekleyeceğiz!
M. Hâlistin Kukul
OMÜ Em. Öğretim Görevlisi, Şâir,Yazar