- 8710 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
TANPINAR'IN ŞİİR ANLAYIŞI
“Tabiatı itibariyle şiir, fikir için her şeyden evvel dar bir çerçevedir. Büsbütün başka bir nizamın birleştiği bu kesik cümleler, söze kâh yontulmuş bir mermerin düzgün selabetini, kâh bir manzaranın renk ve gölgelerini veren ve her an tarifsiz bir musikiyi peşinden sürükleyip götüren değişiklikleri ile hiçbir nazariyeyi izaha ve hiçbir davayı ispata müsait değildir. O, bir yılan gibi kendi üstüne çöreklenen ruhun bir an için kendi kendini seyretmesinden doğan bir mükemmeliyettir ki, ağlatmak ve düşünmek ona terettüp etmez. Böyle bir teşebbüste derhal kendi tabiatının haricine çıkmak felaketine sürüklenir. Hakiki şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir hedefi yoktur. Kendisinden başlar, kendisinde biter. Bütün asaleti de buradan gelir. Ondan beklenilecek yegane şey, bizde bedii alâka dediğimiz ve hayatımızın maddî taraflarıyla, gündelik endişeleriyle ilgisi olmayan saf bir ilgi uyandırmasıdır. Bu, belki ani bir gayretle kendini bulan ruhun, insandaki ezelî hakikate temasından doğan bir konuşmadır. Belki güzellik dediğimiz idealle bir an baş başa kalmanın verdiği doyumdur. Bu anlamda denebilir ki, şiir ve genel olarak sanat, ferdin en mutlak ve hür surette kendini idrak ettiği zirvedir.”
NE İÇİNDEYİM ZAMÂNIN
Ne içindeyim zamânın,
Ne büsbütün dışında.
Yek-pâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüyâ rengiyle
Uyumuş gibi her şekil.
Rüzgârdaki yaprak bile
Benim kadar hafif değil.
Başım, sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen.
İçim, murâdına ermiş
Abasız bir derviş.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim.
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirimizin önemli kilometre taşlarından birisidir. O, nesriyle ön plana çıkarıldığı için şiiri geride kalmış, hatta romanları bile şiirini gölgelemiştir. Halbuki, şiiri pekli kendi poeatik tavrını net olarak ortaya koymasa da çok iyi anlayan ve yorumlayanlardan birisidir. Şiir üzerine yazdığı yazıları da dikkatle okunması ve değerlendirilmesi gereken çalışmalarıdır. Şiirde saf bir ilginin peşinde olan Şair, kelimelerin tatbikinden doğan ritm, ahenk ve derûni hasletlerimizi, heyecan ve beklentilerimizi, neşe ve hüznümüzü aramanın peşindedir. Ona göre şiirin ana maddesi lisandır. “Lisan, serbest her türlü düzenlemeye müsait bir maddedir. Bu seyyal maddenin içinde eczası dağınık ideali ayırmak, onu ayıklayıp yoğurmak, kelimeyi, üzerine asırların yığmış olduğu soyut ve somut bin türlü mâna yığınından yıkamak ve bir sanat malzemesi haline gelecek kadar temizlemek başlangıç fikri sağlamak ve derinleştirmek” le şiire dönüşür.Günlük hayatımızda alelade anlamlarıyla kullandığımız kelimenin şiire gelince, sözlüklerdeki anlamının üzerinde çok daha derin bir yüklenici olduğunu savunur. Artık “bu kelimeler falan veya filan manaların sahibi değil, bir hâlet-i ruhiyenin malzemesidir.” İçinde yer aldığı terkibin hem kemiyetini, hem de keyfiyetini temsil eder. Ahengi, telkin kudreti, ses şekli başkalaşır ve bizim ruhumuzu kanatlandırarak estetik hazzın ufuklarına taşır. Ona göre, birazcık ışık eşyanın mahiyetini nasıl değiştirirse, kelimelerde imajları öylesine etkiler. Zenginleştirip insanın muhayyilesinde yeni dünyaların kapılarını aralar. His ve hayalin bütün dağınık unsurlarını bir araya toplayıp şiirde derin bir anlam kazanan kelimeleri şairin ustalıkla kullanabilmesi için onun bir Mimar gibi olması gerektiğini söyleyen Tanpınar, b.u anlamda şiirin mimariye de etkisinden söz eder. Bu anlamda şairle mimarın benzerlikleri vardır. Mimar taşı basit şeklinden çıkararak işleyip nasıl bir sanat eserinde ana malzeme haline getiriyorsa, şair de kelimeleri o şekilde işleyip kendi edebi eserinde bir anıtın ana malzemesi olarak kullanmalıdır. Şiirimiz ancak bu dikkati yakalayan şairlerin elinde geleceğe taşınabilecektir.
Bizde Batı tarzı şiire kapı açan ama Batılılaşmadan kendi öz şiir geleneğimizin savunucusu olarak kalan Tanpınar, özellikle kendi dönemindeki “Garip Şiir Hareketi”nin ölçüsüzlüğü ve savrukluğuna tepki duyar. Şiirde yenileşme adına yapılan anlamsız cümlelere karşı çıkar. O yollarda başlatılan bu yenileşme hareketinin, yozlaşmayı getireceğinin altını çizer ve onların karşı çıktığı mısra, kafiye ve vezin olayını şöyle savunur: “Güç ve az bulunan kafiye, beklentilerimizin seyrine mutlu ve yakışır bir yol açar; vezin çıkardığı zorluklarla bizi tesadüflerin gecesini zorlamaya mecbur eder. Şekil, lisan denen kaosun içinde varmamız gereken mükemmeliyetin hudutlarını çizer, dolduracağımız boşlukları gösterir.” Şairin bunları gerçekleştirmesi halinde eserinde aranan insan olacağını söyler. Bunları derken, istediği, geleneğin kalıpları içerisinde dondurulmuş bir şiir değildir elbette. O da her organik madde gibi şiirin de insanla birlikte gelişip değişebileceğini kabul eder ve başarısını da buna borçlu olduğunu söyler. Ancak bunun şiirin kendi kaynağından kopmadan olmasını, değişimin geçmişi reddetme anlamında anlaşılmaması gerektiğini savunur. Bunun millîlik vasfına ulaşması için onun bir “İç Kale sanatı” olduğunu söyler: “Çünkü dil, vasıta olarak değil, malzeme ve somut olarak kullanıldığı zaman milletin iç kalesidir. Böyle alınınca, bir milletin insanının, tarihinin,kültürünün ta kendisidir. Köpüğüdür, çiçeğidir, tacıdır. Onunla yapılan sanat bir iç kale sanatı olur.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, şiir konusundaki hassasiyetini bu konuda yazdığı uzunca makalalelerinde sürekli korumaktadır. Onun şiiri millî ve evrensel boyutlarıyla ele alışındaki ölçü, dil etrafında şekillenmektedir. Şairin iyi bir lisan ustası olması, meselesi çözüme götürecek tek ana hareket noktasıdır. Bunun için de şu önemli tespitleri yapar:
“Bu şiir gerçekten şiir mi? Gündelik hayatta kullandığımız sözü, o piyasa ve karışık pazarlar akçesini saf bir sanat malzemesi haline getirmiş mi? Ondan ayrı bir teşekkül yaratmış mı? Bu şekil, tekâmülün zincirinde yeni bir halka mıdır? Bize bir ufuk açıyor mu? O şair gelmeseydi, cemiyetimizde bir şeyler eksik olur muydu? Peyzajımızı, insanımızı, tarihimizi, kendi kalbimizi ondan sonra tanıdığımız gibi tanır mıydık? Aşk, ölüm, vatan gibi büyük mefhumlar, hayatın etrafında döndüğü mihverler onun gelişiyle mânâlarını değiştirdi mi? Sonra, söyleyişin kendisi mısrada uçuyor mu? Söz, musikiye ve kaidelerine muhtaç olmadan bizde teganni ediyor mu? Bir şiir bunları yapıyorsa, o şiir millî dehânın ölçüsündedir ve bundan iyi de dünya ölçüsü bulunmaz. Bir milletin dili olmaktan daha büyük bir dünya ölçüsü yoktur.”
Şiir’in millî olmadan evrensel olamayacağını söyleyen Tanpınar, ona da şair ancak milletinin dilini kendi ruhunda olgunlaştırıp duygularında pişirerek ulaşabileceğini söylemektedir. Şiirin bir başka dile çevrilemeyişi,kendi lisanındaki özelliğini koruması ve güçlendirmesi bakımından çok önemli bir ayrıntıdır. Şair bunu çok iyi kullanırsa, kendisini sınırlarının dışına da taşıyabilecektir. Buna en güzel örneği, dilinin bütünüyle Türkçe olmamasına rağmen, Arapça ve Farsça kelimeleri kendi gönül teknemizde yoğurarak oluşturduğumuz Divan Edebiyatı, Batı’da hep bizim edebiyatımız olarak Türkleri temsil etmiştir. Şairin bundan kendi hesabına sonuç çıkarmasını beklersek, yapacağı şey, kullandığı kelimenin kökünden ziyade dilde aldığı yeni sorumluluğudur. Gerektiğinde batı dilinden girmiş bir kelimeyi, meselâ, Buzdolabı’nı, Otomobil’i, Televizyon’u millileştirerek anlatabilmişsek, o kelime artık bizim şiirimizin ana malzemesi olmuş demektir. Tanpınar, başarıyı kelimeyi kovmada değil ona kazandırdığımız şahsiyet ve yüklediğimiz yeni ahenk ve mânâ’da aramaktadır…Dikkat ederseniz, onun şiirine de bu hassas ölçüler adeta birebir sinmiş durumdadır. Yukarıya aldığımız şiiri, bu çerçevede incelediğiniz zaman, reddedeceğiniz, yerini değiştireceğiniz, yerine başkasını koyacağınız bir kelime bulamazsınız. Şairi güçlü kılan da işte bu başarısıdır!...