- 932 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Ağa çukuru. Memleket Üçlemesi III
“Olan bize oldu” dedi teyzem. “Enişten bir köye gitmiş o zaman dayısıyla beraber ’Devlet memuru siyasi faaliyete nasıl karışır, nasıl seçim propagandasına gider!’ diyerek soruşturma başlattılar, maaşı kesildi, üç sene maaşsız kaldık biz.”
“Fehmi ağabeyin doğduğu sene değil mi? Bir de bebek büyüttünüz o sıkıntıda. Zor günlermiş.”
“Büyüttük ya! Neler geldi, neler geçti.”
“Borçları nasıl ödenmiş peki?”
“Çiftliği sattılar, çocuklar da para koydu, peyderpey ödendi. Ama bir daha da belimizi doğrultamadık desem yeridir. Bizim hisseler de gitti ucuza çünkü. Hepimize zararı dokundu yani.”
“Kendisi senatör olamamış ama yeğeni milletvekili olmuştu değil mi? Ben çocuktum, Kamil amca milletvekili seçildi diye çok sevinmiştim. Kamil amcayı hiç görmemiştim bile hâlbuki.”
“Bin dokuz yüz seksen üçte seçildi. Seçildi de Kamil’in memlekete ne hayrı oldu! Kendi kesesini doldurdu, bir iki akrabayı da devlet dairesinde işe koymuşluğu vardır o kadar. Neyse, ölmüş adamın arkasından konuşmayayım.”
Duvardaki saate baktı. Yanında duran şişeden ilacını aldı, içti.
“İstasyonun karşısındaki evde oturuyordunuz değil mi o zaman? Misafiriniz de eksik olmamıştır sizin, tahmin ederim.”
“Eksik olur mu? Yazları ayrı bir curcunaydı. Ankara’da İstanbul’da yaşayanlar yazın gezmeye gelir, bize misafir olurlar. İki üç günlük misafirlik de değil, iki üç ay. Eniştenin akrabası çok, benim akrabam çok. Hatta treni tehir olan yolcular bile bizde kalırdı. Dıdının dıdısı hısımlar akşam taktağı vurur, çıkar gelir. Sofra kuracaksın, yatak sereceksin. Kayınvalide başında. O gece misafir yatar, sabah kahvaltıdan sonra istasyona gider.”
“Yapmıyorum deseydin, çekilir dert mi bu?” dedi ablam.
“Efendine bir kelime de hele bakalım. Denebilir mi? Öyle idare ettik biz beylerimizi kızım.”
Kuzen yanımda duran sehpadan dantel örtüyü kaldırdı, börek tabağını koydu yerine. Mutfaktan çay bardaklarının şıngırtıları geliyordu. Sevdiğim sesler. Az sonra çaylar da geldi.
“Şimdi sizin amcanız, eniştemiz merhumun da dayısı oluyor. Yani hala dayı çocuklarısınız değil mi?”
“Herkes herkesle akraba. İçine girsen yün çilesi gibi, çıkamazsın.”
Çayı koyu olmuştu, geri gönderdi. Limon da istedi yanına.
“Muteber sülale yabancıya kız vermez, yabancıdan da kız almazdı. Ağa sülalesi kızım, onların kızı olmak, gelini olmak kolay mı? Neler gördük bilsen!”
Bu “yabancı” sözü beni gülümsetti. Önceleri Avrupalı, Çinli ya da zenci gibi bir şey zannederdim. Sonra birine yabancı demek için sadece bizim oralı olmamasının yettiğini öğrenmiştim.
Kuzen saçsız başını eliyle sıvazlayıp, oturduğu koltukta biraz daha geriye kaykıldı. Çayından bir yudum aldı. “Amma da zalimlermiş ha!” dedi. “Musaların bağının arkasında çukur bir arazi vardı, sapanla kuş vurmaya giderdik. ‘ağa çukuru’ derlerdi oraya. Niye biliyor musun? Kendilerine karşı gelen adamın kafasına sıkarlarmış, atıverirlermiş o çukura da ondan.”
“Yok artık!” dedi ablam. Teyzem gözüyle ufaklığı işaret etti. Konu kapandı.
Sülalenin en küçük üyesi oydu. Halının üstüne oturmuş elindeki araba ile oynuyordu. Kuzenin ilk eşinden çocuğu yoktu. Geç yaşta ikinci kez evlenmişti. Böylece yıllar sonra dünya güzeli pamuk gibi bir torunu olmuştu teyzemin.
“Börek yiyecek misin oğlum?” dedi kuzen. “Cık” dedi ufaklık. Arabaları alıp pencere önüne gitti. Halıda süremiyordu, pencere önündeki mermerde daha güzel gidiyorlardı arabalar.
“Ortaokula bir sene gidebildim.” dedi teyzem. “O kış bir hasta oldum, ölümden dönmüşüm meğer. Ne ilaçlar içtim fayda etmedi. İstanbul’da meşhur bir Rum doktor varmış dediler. Babam aldı götürdü beni İstanbul’a. Bir ay bir akrabanın yanında kaldık. Kocası deniz subayıydı. Küçücük evde beş kişilerdi biz de geldik, yedi olduk. Allah razı olsun o kadından da subaydan da. Neyse o Rum doktor iyileştirdi beni. Tebdil-i hava verdi. Baharda Bigadiç’e gittik. Halamlarda kaldım sonbahara kadar. Ertesi sene de göndermeyiverdiler beni okula. Böylece bitti işte. Okusam neler olurdum kim bilir? Sınıf birincisiydim. Dersler de şimdiki gibi eften püften değil. Mesela biz ordudaki bütün askeri rütbeleri ezbere sayardık. Şimdi soralım bakalım Uğurcan’a sayabilecek mi?”
Uğurcan ağzında börekle kaldı. Şaşkın gülümsedi. Soru bana gelmemişti iyi ki. O daha lisedeydi ben üniversite mezunuydum. Rütbeler konusunda hiç fikrim yoktu. Rütbelerin ilkokul müfredatında yer almasının artık gerekli olmadığı konusunda güzel bir fikrim vardı. Onu da kendime sakladım.
“Uğurcan niye ayağında terlik yok senin? Taşa basma terlik giy de gel, hadi annem.” dedi ablam. Sallana sallana kalktı gitti bizim tombik oğlan.
“Ne eğitiminde iş var, ne siyasetinde iş var. Memleket kötüye gidiyor.”
Teyzemin limonlu çayı geldi. Tepsiyi dizlerinin üstüne koyarken ayaklarını ovuşturdu. “Niye şiş benim bu ayaklarım? Davul gibi gerildi mübarek” dedi. “Niye” diye başlayan soruları sevmiyordum. Çünkü böbreği protein kaçırıyordu, zaten birçok hastalığı vardı. Yapılacak bir şey yoktu. “Mümkün olduğunca uzatın, hatta yatınca da altına yastık koyun teyzeciğim” dedim. “Ne olacak böyle peki?” dedi. Diyalizlik olup olmayacağını soruyordu, biliyordum. “Bunun ilacı yok, böyle idare edeceğiz teyzeciğim” dedim gülümsemeye çalışarak. Bakışların benim üstümde toplanmaya hazırlandıklarını hissettim. Özellikle de vesvese kraliçesi olan ablam böbrek fizyolojisi hakkında soru bombardımanına başlamadan bir şey yapmam lazımdı. Uğurcan ayağında kendisine üç numara küçük çiçekli terliklerle odaya girerken beni de kurtarmış olduğunun farkında değildi. “Oğlum?” dedi ablam ayaklarına bakarken. “Bunu bulabildim anne ya, boş ver” dedi. Gülüştük. Gelirken kendisine ikinci bir çay doldurup bir börek daha almayı ihmal etmemişti.
Elindeki çayı masaya koyup, sandalyesine yerleşti. “Teyze bir vasiyetname varmış o nerede?” dedi.
“Aslı yok ama yeni yazıyla yazılmış kopyası var. Şaban ağanın veraset ilamı gibi bir şey. O ölünce mal taksim etmişler, bu taksimi de şahitler huzurunda kayıt altına almışlar. Çekmecede, Julia’ya söyleyelim de getirsin” dedi teyzem. Julia’yı çağırdı, tane tane tarif etti zarfın yerini. Julia az sonra elinde zarfla geldi. Okumam için bana verdi.
Zarfı açtım. Konu ufaklığın da ilgisini çekmişti. Oyunu bırakıp kalktı, yanıma oturdu.
Daktiloyla yazılmış iki sayfa saman kâğıdıydı. Hicri bin üç yüz bilmem kaç tarihli bir vesikaydı. Yüksek sesle okumaya başladım.
“…eşrafından Ahmed oğlu, Recep oğlu, Şaban ağanın…” “… variyeti zevci…ve evladı….ve…ve…arasında taksim olunup…” “…köyünde on dönüm tarla, … mevkiinde iki evlek arsa,.., bir bodaklı deve, bir kara kısrak, bir doru tay…”
“Doru tayı isterim ben “ dedi ufaklık. Masal dinler gibiydi. Başını omzuma yaslamıştı.
“Tamam oğlum” dedi kuzen. Hayvanat bahçesine götürürüm ben seni, orada seversin.
“…bir yün heybe, , bir Arap köle…”
“Kölesi de mi varmış büyük büyük dedenin? ” dedi ufaklık hayretle. Farklı bir çocuktu sahiden. Biz onun oyuna daldığını sanıyorduk ama belki de konuşulanların hepsini duymuştu. Duyduklarına “ağa çukuru” da dâhil miydi acaba?
“Çok eski zamanlarda kölelik varmış, şimdi kalktı artık öyle şeyler Mustafa” dedi teyzem.
“… bir gümüş kamçı, bir karabina…”
“Karabina ne demek?” dedi Uğurcan. Osmanlı’dan kalma çakmaklı bir silah olduğunu söyledim.
“Vaay, nerede acaba o karabina? Şimdi olsaydı takardım belime, okuldaki o gıcıkların var ya..”
“Ben istemem karabinayı” dedi Mustafa. Dudakları büzüldü. Galiba başından beri konuşulanların farkındaydı. Aklı karışık gibiydi, biraz da korkmuştu. Ne hassas bir çocuktu! Beş yaşındaydı daha. Bembeyaz bir kuzuydu. Pamuk yanaklarını sıkmak geldi içimden. Hatta gıdısından öpmek. Teyzemin yanında, münasip düşmeyecekti. Bir şey yapamadım. Bana biraz daha sokuldu kendiliğinden, ben de başını okşadım.
***
Geç olmuştu. Uğurcan ayaklandı önce. Arkadaşlarıyla sinemaya gidecekmiş. Teyzemin elini öpüp ablamdan da bilet parasını tırtıkladıktan sonra çıktı. Sonra biz de kalktık.
Ev yakma hadisesini başka kaynaklardan da duymuştum ve doğru olduğuna inanıyordum. Peki, “ağa çukuru” gerçekten var mıydı? Bana biraz efsane gibi gelmişti. Yine de emin olamazdım, ne de olsa yüzyıllık hikâyeydi.
Memleket iyiye mi gidiyordu kötüye mi bilemiyordum. Ama değişiyordu. Osmanlı’da doğmuş, cumhuriyette yaşamakta olan bir sülale. İki cihan harbi, bir istiklal harbi görmüş. Bu son yüz küsur senede; has, zeamet, tımardan, toprak reformuna, tek partiden, çok partiye, sabanla çift sürmekten GDO’ya kadar neler neler değişmişti! Bizim bu dedeler de kendi zaman ve şartlarında doğru olduğunu sandıkları işleri yapmışlardı. Otorite sağlamanın yolunun sertlikten geçtiğine inanmışlardı. Her aile gibi bir zaman zengin bir zaman fakir olmuşlar, yükselmişler ve düşmüşlerdi, belki farklı olan düştüklerini anlamakta geç kalmalarıydı. Yine de aile bitmiyordu, genler bir Mustafa’da ölüyor, bir Mustafa’da yeniden doğuyordu. Eve giderken bunları düşündüm.
YORUMLAR
güzel bir yazı okudum beğendim yazınızı sanırım yine ziyaret edeceğim
saygılar
cizgilikagit
Teşekkür ederim.
Selamlar.
Açıkcası ilk kez sayfanızı ziyaret ediyorum.
Öykü dilinizi çok beğendim.
Oldukça sürükleyici..
Mesela çocuğun dinlemiyor gibi görünüp aslında anlatılan her şeyden haberdar olması olayını biz kardeşimde çok yaşarız:))
Dinlemediğini düşündüğümüz konunun tam orta yerinde aynen böyle konuyla ilgili pat diye bir soru sormaz mı? :)
Tebrik ediyorum, saygılarımla
cizgilikagit
Selamlar.
üç ayrı öykü okudum..
çok beğendim..
itiraf ediyorum çok iyisiniz..
kurgu kurulan zengin cümleler..
karakter hissiyaatı...
gönülden tebrik ediyorum..
sizi okumaya devam edeceğim..
unutmayın..
sevgilerimle..
cizgilikagit
Yorumlarınız için çok teşekkürler.
Selamlar.
Çok güzel bir öykü olmuş. Nerelerden nerelere götürüp getirdiniz. Kurgu gereği üç yana dağıttınız ama final paragrafında dağıttığınız ne varsa maharetle toparladınız.
Hep söylediğim gibi, adınızdan profilinize üslubunuzdan seçtiğiniz kelimelere edebiyatsınız. Sizi edebiyat dışı herhangi bir platformda düşünemeyecek kadar zihnime yerleştirmişim:)
Devamı gelsin inşallah. Öyküleriniz bizimle olsun.
Kalpten kutluyorum. Sevgiler.
cizgilikagit
Desteğiniz için çok teşekkür ederim.
Selamlar.
Hiç abartmıyorum, yazılarınızın adını ne koyduğunuzun önemi yok. Fakat çok iyi bir kalemsiniz.
Emin olun sayfanızda o kadar açık cümleler birbirini kovalıyor ki, bu okuyucuyu size bağlar. Bırakın çizgilikalem olmayı ki; treni kaçıran yolcular da size gelsin.
SEVGİLERİMLE.
cizgilikagit
Mantıksal bir hata olmasın, imlada, gramerde bir hata olmasın diye çok titizleniyorum. Sizin olumlu fikirlerinizi duymak emeğimin karşılığını aldığım anlamına gelir.
Tekrar teşekkürler.
Davidoff
Yazınız o kadar güzeldi ki, treni tehir olan yazacağıma, kaçıran yazdım. Ben farkettim, önemsemedim. Tren gitti, sanırım şimdi epey uzaklaşmıştır. Yazılarınızda başarılar dilerim.