8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1215
Okunma
Nenem üzerinde çuha bir çulla diklendi karşımda. Karanlık arkasında güçlü bir sur gibi duruyordu. Yalnız onun durduğu yer apaydınlık! Elindeki iğne işini bana doğru uzatıp kaşlarını çattı.
“Vallahi sen şaşıranlardansın.”
Ellerim ayaklarıma bağlanmıştı. Kıpırdadıkça daha da sıkıştı ipler. İlk defa neneme bu kadar kızdım. O beni bilmeliydi. Kimse umursamasa da, onun umurunda olmalıydım ve o, bütün çamuruma rağmen beni koynuna gizlemeliydi.
Uzattığı el işinde, sırma nakışlı bir köprü ve üzerinde yürüyen insanlar gördüm. Kara ve ak entarili insanların tekmili, birbirlerinin yakasını bırakıp bana döndü. İçlerinden küçük bir çocuk köprünün demir korkuluklarına tırmanıp,
“İşte bizi tarumar eden budur!” diye haykırınca, nenem ağlamaya başladı. Arkasındaki derin karanlıkta parlak bir gezegen belirdi. Çok uzakta, fakat şavkı eteklerimizde bir gezegen. O zaman neneme olan öfkem bir kat daha arttı. Vakti zamanında ağzından çıkan bütün hayır sözler için, sabahlara kadar kandilin isli ışığında okuduğu Kelam için, bir kere olsun kara taşı ak taşa galip getirmediği için hepsinden mühimi bütün bunları yalnızca kendi nefsini kurtarmak adına yaptığı ve beni yalnızlığa terk ettiği için…
Karnım acıktığı zamanlar kilerdeki ekmekliğe varır, kocaman ekmekten kopardığım avuç içi kadar parçayı kemire kemire nenemin odasına girerdim. O daima dua ediyor olurdu. Artık evi ve beni iyice boşlamıştı. Yoksulluğumuza tek şifa tevekkül etmeyi görüyordu. Ona kalsa bakır tasımızı geceden pencere önüne koyacak, sabah olunca tası kırık pirinçlerle dolu olduğu halde bulacaktık. Bu öyle bir imandı ki, börtü böcek, kuş da ilişmeyecekti rızkımıza. Yeter ki Allah istesindi.
Üşüdüğümü ve nedense utandığımı hissedince olduğum yerde biraz daha büzüldüm. Başıma ne geleceğini bilmemenin korkusuyla etrafı incelerken, nenem karşımda ne kadar da gururlu bakıyordu. Benim azabımdan müteessir görünmediği gibi, halimden memnun gibi, kırışık alnını minber yapıp, bana çok tepelerden vaaz ediyordu.
“Senin çarpmanla bu köprüdekiler karıştı. Onların bir kısmı sait, bir kısmı şakiydi oysa. Birbirlerinin zıddı istikametlerde ve sessizce akıbetlerine yürüyorlardı. Sen bilemedin.”
“Ben nasıl bilebilirdim?”
“Sana göz ve yürek ihsan edilmedi mi? Sonra ikisi görünmez bir iplikle birbirine bağlanmadı mı? Nasıl bakar da görmezsin? Masum insanın alnından kara bir damar geçer. Sağa sola dağılmayan, kıvrılmayan ve kabarmayan bir damar. Oysa zalimlerin alnı tekmil karadır ve bunu görmek için sana mucize ihsan edilmesi gerekmez.”
Nenem sustu. Elindeki işi, çuha giysisinin altına sokup yüzünü karanlığa döndü. Gezegen artık burun dibimizdeydi ve dört bir yanından ışık yağıyordu.
Barakanın tahtaları arasından sızan ışık gözlerimi yaktı. Yanaklarıma aşağı yuvarlanan sıcak yaşlarla gözlerimi açtığımda, avlusunda çömlek çeviren kız başucumda bana bakıyordu. Biraz ötesindeki çuvalların üzerinde, çenesini değneğine dayamış oturan yaşlı dedesi, tavandaki delikten gökteki sonsuz maviliği seyrediyordu.
Kız çamurlu ellerini birbirine sürtüp “İşte uyandı!” diye bağırınca, ihtiyar, gözlerini birkaç kere kırptı. Hala bakışlarını tavandaki delikten çevirmiş değildi. Kız, ihtiyarın yanına çöküp bir kez daha bağırdı:
“Uyandı diyorum, duymuyor musun?”
İhtiyar burnunu değneğinin aşınıp yuvarlanmış sapına sürttü. Sonra değneği tavana doğru kaldırıp gülümsedi.
“Binlerin Anası! Sıcak ışık! Bunun kara kundağını beğenmedi. Attı tekrar buraya. Şüphesiz biz, artık pek az gülebiliriz.”
Karnımda müthiş bir sızı vardı. Olanları düşündüm. Holte, atlılar, Bay F. muhtar ve gençler…Muhtarın karnıma sapladığı tırmık başucumda duruyordu. Ona baktım. Onu bir daha kendimden ayırmamaya and içtim.
Kız ve ihtiyar yüzüme bakmadan barakadan çıktılar. Şimdi derin bir kuyudan geliyordu sesleri:
“ Allah, kimi sapıklıkta bırakırsa onu irşat edecek bir dost bulamazsın.”
“Ama belki bu adam…”
“Belki Yeşmê…Ama her belkinin birkaç belkisi daha vardır. Ve hepsi de bizim hayrımıza değildir. ”
Altı gün gözümü yummadan Binlerin Anasını, yani güneşi seyrettim. Gitti ve her seferinde geri döndü. Zaman hem ona hem bana iyi geldi böylece. Yeşmê yaralarıma çömlek suyu sürdü her sabah. Birlikte tandır ekmeği yedik, su içtik fakat hiç göz göze gelmedik. Altıncı gün yine yüzüme bakmadan artık gitmem gerektiğini söylediğinde, yanağındaki gamzeyi gördüm.
Cebinden çıkarttığı telefonumu bana uzattı. Telefon hala gübre ve Bay F. kokuyordu. Sonra çıkıp gitti. Artık yürüyebiliyordum. Kalkıp barakanın içinde dolaştım. Telefonun hala çalışıp çalışmadığını kontrol ettim. Çalışıyordu. Fakat kimi arayacağımı bilemedim. Bu hat yalnızca Bay F. ile görüşmem için tahsis edilmişti. Ondan başkasını aradığımda hain ilan edilmem işten bile değildi. Artık gerçek bir hain olduğuma göre istediğim kişiyi korkmadan arayabilirdim. Aklıma ilk gelen mahallemizin börekçisi oldu. Numarasını tuşladım. Sıradan bir adam sesi duymanın mutluluğuyla barakadan çıkıp köyün içine doğru yürüdüm. Elimdeki tırmığı gören çocuklar sağa sola kaçıştılar. Onların anneleri avlularında ağlıyordu şimdi. İçlerinden biri beni işaret edip yere tükürdü. Sonra hepsi mor yazmalarıyla ağızlarını kapatıp, ağıtlarına kaldıkları yerden devam ettiler.
Artık kimse dostum değildi ve kimsenin dost görebileceği bir adım yoktu. Nenemin elindeki işe oyalanmış köprünün sait ve şaki ahalisi gibi, içimin dostu ve düşmanı da birbirine karışmıştı.
Atlıların tepesine doğru yürüdüm. Güneş müşfik bir anne gibi ısıttı beni. Holtenin öldüğü su başına geldiğimde telefonum çaldı. Numarayı tanımıyordum. Artık korkacak hiçbir şeyim kalmadığı için tereddüt etmeden telefonu açtım. Bay F.nin gürz gibi sesi…
“Allah’ın belası! Bir çuval inciri hiç ettin. Bütün emeğimiz senin kör gözlerin yüzünden heba oldu. Beni duyuyor musun?”
Sustum.
“Bak sana son bir şans. Biz olanları en kudretli halimizle inkar edecek, olayı hepimize ve herkese çarçabuk unutturacağız. Sen de işine kaldığın yerden devam edeceksin. Köylüye kendini ve bizi nasıl sevdirirsin bilemem. Seni tekrar arayacağım. Yanlış bir iş yaparsan, nenenin kabrinden başlar, Nazilli’deki yeni doğum yapmış kuzenine kadar… ”
Bay F. telefonu kapattı. Bir zaman öylece durup köyü seyrettim. Toprak evleri, kayısı ağaçlarını, yıkık okulu. Dört yanı ıssız. Otsuz ağaçsız. Mezarlığı kendinden büyük bir köy. Burada mekan, yaşamayanlar içindi en çok. Yaşayanlar safları sıkı tutmak zorundaydı. Sıkışmak ve duvar olmak…O yüzden pencereler pencerelere açılıyor ve sokak aralarında yalnızca iki kişi yan yana yürüyebiliyordu.
İnce suda yüzümü yıkarken bir el omzuma dokundu. Döndüm baktım, Yeşmê.
“Holte senin ardından tepeye yürüdü. Tam buraya geldiğinde batı yönünden üç adam sürüne sürüne ona yaklaştı. Ben o sırada çömleğimin eğik lalesini kırmaya çalışıyordum. İhtiyarın sarı bıyıklarını yoluşunu seyrederken laleyi eğmişim. Oysa ona -ille de zulüm görecekse- eğik değil, kırık boyun yaraşırdı.”
Yeşmê suyun akıp gittiği nane öbekleriyle bezeli yolu takip etti bir süre. Tam yeniden konuşacaktı ki, aşağıdan gelen sesle irkildi. Daha önce görmediğim bir genç ona elindeki sandığı gösterdi. O zaman Yeşmê çarçabuk tepeden aşağı süzüldü.
Genç, sandığı yere bırakıp sağa sola baktı ve kendini gizleye gizleye oradan uzaklaştı. Oysa o, bu tepede gizlenmenin mümkün olmadığını biliyordu.
Yeşmê sandığın yanına vardığında elleriyle yüzünü kapatarak olduğu yere çöktü. Ardından gittim. Ayakkabıma dolan kuru toprağa ve sızlayan yarama aldırmadan tepeden aşağı koştum. Yeşmê’nin ihtiyar dedesi aksaya aksaya tepeyi tırmanmaya çalışıyordu. Onu görünce kızın yanına gitmekte tereddüt ettim. Fakat ihtiyarın bir adım dahi atacak takati kalmadığını anlayınca önce onun yanına vardım. Küçülüp çocuk kadar kalmış bedenini sırtlayıp Yeşmê’nin yanına götürdüm. Kız gâh gülüyor, gâh ağlıyordu. İhtiyar damarlı elleriyle sandığı açınca, ortalığa keskin bir küf kokusu yayıldı.
Yeşmê sandığın içinden gazete kağıdına sarılmış bir çok bez torbacık çıkarttı. Önce gazeteleri birer birer açtı. Bir tanesinde Bay F.nin gülen yüzünü gördüm. Adı büyük bir adamın arkasında dimdik duruyordu ve fotoğrafın altında “ Ordu yönetime el koydu” yazıyordu. Kağıtların içinden çıkan otuz iki yıllık torbacıklara baktım. Tam elimi bir tanesine uzatacakken ihtiyar değneğiyle sırtıma vurdu.
“Senin olmayan hiçbir şeye sahibinden evvel el uzatma!”
Yeşmê bana döndü ve gülümsedi.
“Bu nenemin sandığıdır. Abime bırakmıştı.”
İhtiyar mırıldandı:
“Abin gitti. Bir sandığı beklemekten çok daha önemli işlerim var benim, dedi.”
Sonra gökyüzüne bakıp iki elini açtı.
“O cahildir! O cahildir!”
Az önceki genç, elindeki silahı havaya kaldırarak süvarilerin tozu dumana kattığı tepeden bize seslendi.
“Ben cahillerden değilim! Ben kandırılmış da değilim. İçimde debisine sığmayan bir nehir, bulutuna ağır gelen bir yağmur, toprağa akmak için sabırsızlanan binlerce yıldırım var. Aldanan sizlersiniz. Yeşmê, sen söyle! Yusuf kırmızı domatesler yemekten başka hayal kurmuş muydu?”
Yeşmê kararsız gözlerle baktı abisine. Birkaç kere ağzını açıp kapattı fakat hiçbir şey demedi. İhtiyar gözlerini yumdu ve olanca gücüyle bağırdı:
“Civan, sen gerçekleri hala görmeyecek misin? Senin baban da, deden de kırkı görmeden öldüler. Onların cellatları o zaman başka esvaplar giyiyordu. Şimdi başka. Fakat onlar daima aynı adamlardırlar. Gel, kendine başka tanrılar edinenlerden olma!”
“Civan yok! O bir kızıl atın terkisinde gitti. Ben sizin Yemliha’nızım! And olsun ki, bin yıldır uyuyan sizlerin, yine size rağmen müjdecisi olacağım!”
İhtiyar değneğine dayanarak ayağa kalktı ve gence yüzünü döndü.
“Sen bu hal üzere gidersen, Kefeştetayyuş’un Kıtmir’i bile olamazsın!
Yeşmê torbacıklardan birini açtı. Kınalı parmaklarını içine sokup bir avuç tohum çıkarttı. İhtiyar, tohumlara bakarak,
“Bunlar Kırkağağaç kavunu! Artık kimse buralarda kavun dikmez!”dedi.
Genç, tepenin ardında gözden kaybolurken, ihtiyar değneğiyle eştiği kuru toprağa otuz iki yıllık kavun tohumlarını ekiyordu.
...ENGİNDENİZ...
*Kehf Suresi 17. ayetten esinlenerek kurulmuş bir cümledir.