- 1507 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HIZIR GİBİ BİR ADAMDI SELÇUK BEY
HIZIR GİBİ BİR ADAMDI SELÇUK BEY
Sait Küçük
Gerçekten de Hızır gibi bir adamdı Selçuk Bey. Hızır’da olduğu gibi onda da imdada yetişmek, yardım etmek, bilmeyene öğreterek bildirmek, iyilik yapmak gibi özellikler mevcuttu. Ruhu insani meziyetlerle donanmış bir insandı o.
İster mescidin içi olsun isterse dışı, çevresi için çok yararlıydı. Koşan, el atan, bulan, ulaştıran, çözüm üreten, yaptığı işi en güzel şekilde yapan bir kişiliği vardı.
Selçuk Bey çocuk yaşlarında babadan yetim kalmıştı. Yedi öz kardeşin en büyüğüydü. Bir de babasının ilk eşinden üvey bir ablası vardı. Babası ölünce dokuz nüfuslu bir ailenin bütün sorumluluğu boynuna binmişti. Evleri bir dere yatağının ağzında, kır eteğindeydi. Yaz aylarında yağan her yağmur sonrası dere suları kalkar onlarında canları ağızlarına gelirdi. Sel baskınları kaç kere evlerini dövmüş, kapı önündeki ağaçları kökünden sökerek götürmüştü. Selçuk Bey’in anası Şöhret:
- Bunca yıldır bu derenin ağzında otururuz. Malımız zarar gördü ama canımız hiç zarar görmedi şimdiye kadar. Yaradan Allah’a şükürler olsun, derdi.
Selçuk Bey’in ev külfetine hem ağabeylik hem babalık yaptığını onun en küçük bacısı, benim de eşim olan Emine Hanım söyledi:
- Ağabeyimin bizim üzerimizde baba emeği vardır. O bir kardeş değildi bize, bir babaydı. Hepimize kol kanat gerdi, büyüttü, okuttu, everdi, yuva sahibi etti bizi, dedi.
Selçuk Bey, okul yıllarında hafta içi okula, hafta sonları ara işlerine koşar. Yaz tatillerinde at, katır, eşek sırtıyla çevre köylere meyve götürüp satar, evin ihtiyaçlarını böylece karşılar. Kışlık yakacağını dağlardan, meşelerden kestiği yabani kuru ağaçlardan temin eder.
Yıllar geçer, insan büyür derler ya. Yetimler büyür. Selçuk Bey’in kardeşleri de sağda solda çalışmaya başlarlar. Gurbete çıkarlar. Para kazandıkça hem kendi ihtiyaçlarını görürler hem de evlerine gönderirler.
Selçuk Bey ağabeylerimin arkadaşıydı. Bu vesile ile kendisini tanırdım. Güler yüzlü, şakacı, titiz, bilgili, tecrübeli, kuvvetli idi. Orta boylu, normal kilolu, yüzü nurluydu.
Askerliğini yapıp döndükten sonra Erzurum’da Devlet Demir Yollarında memurluğa başladı. Geliri iyi oldu. Kardeşlerinin de eli ayağı iş tutuyordu artık. Ailesinin yanı sıra dara düşen akrabalarına ve komşularına da yardımını esirgemiyordu. Kimin ona işi düşse canla başla yapmaktaydı. Bir süre sonra evlendi, çocukları oldu. Erkek kardeşlerini everdi, kız kardeşlerini kocaya verdi.
Ben Selçuk Bey’in kız kardeşi ile evlenerek ona enişte oldum. Evliliğimizde hiçbir zorluk çıkarmadı. Takıyı, elbiseyi, eşyayı hemen her şeyi oğlan tarafının tercihine bıraktı.
- Kızımızla birlikte ister külün ister çulun üzerinde oturun. Kuru ekmek yiyin ama huzurlu olun başka bir şey istemiyorum, dedi.
Doğup büyüdüğü Kağızman ilçesinin ili olan Kars’a tayin oldu. Burada görev yaparken eşine dostuna akrabasına, konu komşusuna gücü yettiğince iyilik yapmadan geri durmadı.
Köylerde ve ilçelerde oturan her insanın vilayetlerde bir adamı olmalı. Olmalı ki köyden ilçeye, ilçeden ile gidildiği zaman işi görülsün. Yoksa çok zorluk çeker. Bizim de Kars’ta ki, Erzurum’da ki, Ankara’da ki akrabalarımız yükümüzü omuzlayan insanlardır. Onlara minnettarız. Minnettar olduğumuz insanlar arasında Selçuk Bey’de vardır. Kars’a ne zaman işimiz düşse, ne zaman herhangi bir sorunumuz olsa canla başla sarılır ve müşkülümüzü halletmeye çalışırdı. Kendisi çözemese bile bir adamını bulur mutlaka çözüme kavuştururdu.
Bir ihtiyacımız olduğu zaman telefon açar:
- Selçuk Bey şu işimiz yapılacak, veya şuna ihtiyacımız var, temin edip gönderir misin, derdik.
Selçuk Bey, ihtiyacımızı teminle , ilçeye gelen arabalara teslim eder, arayarak bilgi verirdi.
Bir kaç yıl Kars’ta çalıştıktan sonra tekrar Erzurum’a tayini çıktı Selçuk Bey’in. Erzurum Devlet Demir Yolları’nda şeflik yapmaya başladı. Kurumun lojmanına yerleşti.
Lojmanların bahçelik bir alanı vardı. Dairelerde oturan personeller lojman hayatını müşterek olarak kullanıyorlardı. Hayatın çevresi geçmeli ve aralıklı tahtalarla yapılmış çeperlerle örülüydü. Lojmanlar istasyona bakıyordu. Selçuk Bey oturduğu dairenin yanındaki boş bir alanı tel örgü ile çevreleyerek sebzelik bir bostana, meyvelik bir bahçeye çevirmişti. Kağızman’dan götürdüğü kayısı, elma, vişne, kiraz fidanlarını Erzurum’un soğuk iklimine inatla yetiştirmiş, ağaç etmişti. Ağaçlar çiçek açıp meyve veriyorlardı. Kendi çabasıyla belleyip teptiği toprağı bostan haline getirerek domates, salatalık, biber, reyhan, kişniş, maydanoz, fasulye, kabak, bal kabağı ve çilek yetiştiriyordu.
Yetiştirdiği sebze ve meyvelerden hem kendi yararlanıyor hem de eşine dostuna ikramlarda bulunuyordu. On beş kiloya varan bal kabaklarını hasat zamanı toplayıp akrabalarına gönderiyordu. Bize her yıl on kiloluk, on beş kiloluk bal kabakları hediye ediyordu. Tatlısını yapıp yememizi istiyordu. Ya çilek. Reçellik çileğimizi kaç kez göndermiştir sayamam. İri iri, ala ala, büyükçe çilekleri olurdu. Bu çileklerden annesine, kardeşlerine reçel yapmaları için paketleyip iletirdi. Bütün bu mahsulleri Kağızman’da kime gönderirse belediye otobüsüne verir ve telefonla arardı. Otobüs ilçeye varınca gidip almasını tembih ederdi.
Selçuk Bey küçücük bir toprak parçasında yetiştirdiği çilekleri hem kendi yer, hem arkadaşlarına yedirir, hem kışlık çilek reçelini yapar, hem de fazla kalanını satar, bir ihtiyacını karşılamak için kazanç sağlardı:
- Boş duran insanı Allah sevmez,. Boş duran toprağında lüzumu yoktur, illa ki ekeceksin, biçeceksin, gelir sağlayacaksın, yararlanacaksın, çevreni yararlandıracaksın, yararlı olacaksın ki adam gibi adam desinler, derdi.
Selçuk Bey, bütün bu işleri mesai saatlerinin dışında yapardı. Öğlen yemek molasında, Cumartesi ve Pazar günleri. Bir de akşam iş dönüşlerinde. Onun çalışmasını sokağın diğer tarafındaki apartman balkonundan bir yaşlı kadın epey bir zaman izlemiş. Devlet Demir Yolları lojmanlarında oturan bu adamın hayattaki çalışmasını ve gayretini merak etmiş. Bir hafta sonu yine balkona çıkıp bakmış ki Selçuk Bey elinde kürek ile hayatta çalışıyor. İnip aşağı Selçuk Bey’in yanına varmış. Başlamış onu çalışırken seyretmeye. Bostanla uğraşan Selçuk Bey kadını fark etmiş:
- Hoş geldin anne, demiş.
Kadın:
- Hoş bulduk evladım. Kusura bakmayın. Sizi rahatsız etmiyorum ya?
- Estağfurullah, rahatsızlık ne demek, buyurun.
- Uzun zamandan beridir karşı ki apartmanın balkonundan sizi takip ediyorum. Hiç boş durmuyorsunuz. Çalışkan insanları severim ben, toprağı tepiyorsun, ekiyorsun, fidan yetiştiriyorsun. Bostana su veriyorsun, sanırım demir yollarında da çalışıyorsun. Ben yanına gelip seni yakından görmek, teşekkür etmek istedim.
Selçuk Bey, bu yaşlı kadının iltifatlarından, övgülerinden duygulanır. Teşekkür eder, hayatta yol duvarının yakınına kurduğu çardakta ki masaya davet eder, çay içirip güzel bir muhabbet ettikten sonra uğurlar.
Selçuk Bey’in ektiği sebze ve meyvelerin başucunda yol çeperine bitişik bir çardağı vardı. Ahşaptan bir çardaktı bu. Üzeri ve yanları sarmaşıkla kaplı, güneş almayan serin bir yerdi. Çardak altında büyükçe bir masa, masanın dört etrafı tahtadan yapılı uzun oturaklarla çevriliydi. Yaz aylarında kahvaltısını ailesiyle birlikte burada yaparlardı. Selçuk Bey şafak atar atmaz ayaktaydı. Oturduğu ikinci kattan aşağı iner, lojman yanında yaptığı malzeme damına girer oradan semaverini çıkarır çalı çırpı ve kuru odunlarla tutuşturur, üzerine odun kömürü atıp suyunu kaynatırdı. Çayını demlerdi. Eşi ve çocukları kahvaltılıkları çardağa taşır, birlikte oturur kahvaltı keyfi yaparlardı. Hayat içerisinden geçen komşularını davet eder ikramda bulunurlardı.
Selçuk Bey’in ikramları ve yardımları saymakla bitmez. Yardımseverlik sanki ona doğuştan verilmiş bir şeydi. Çevresindeki ona yakın insanlar yardımsever olduğunu çok iyi bilir, müşkülünü ona iletirdi. Herkesin Selçuk Bey’e işi düştüğü gibi Selçuk Bey’in de aynı daireden bir arkadaşına işi düşer. Arkadaşının yanına varıp:
- Halledilmesi gereken bir işim var, halledemiyorum, bana yardımcı olasın, der.
Arkadaşı Selçuk Bey’i dinler, elini telefonuna atar.
- Kimi arıyorsun, deyince:
- Hüseyin Bey’i, der.
Selçuk Bey:
- Ben onu aradım, o halledemedi. Başka adamın varsa ara.
Arkadaşı bu sefer bir başka numarayı çevirir:
- Aradığın kim, der Selçuk Bey.
- Bu da Mahmut Bey.
- Ben onu da aradım. Ondanda bir sonuç alamadım, başka tanıdığın iş yapabilen biri var mı, deyince:
- Dur hele Vedat Bey’i arayayım o mutlaka halleder senin bu işini.
- Yahu ben Vedat Bey’i de aradım, o da halledemedi.
Selçuk Bey’in iş arkadaşı şaşkınlık ile gülümseyerek:
- Vallahi Selçuk Bey helal olsun sana. Benim yardım alacağım insanlarla benden önce görüşmüşsün. Benim artık iş yaptıracak bir adamım kalmadı, diyerek mahcup olur.
Selçuk Bey, başkalarının işini çözdüğü gibi kendi işini çözmek içinde büyük çabalar harcardı. Çözülmeyen işi çözebilmek için her yere girer çıkardı. Başarırdı da bunu. Kendi gücünün yetmediği iş olursa yardımcı olacak insanların kapısını o vakit çalardı. Bir başkasına anca böyle iş yaptırırdı.
Okumayı, öğrenmeyi, yükselmeyi, başarılı olmayı hedef seçmişti. Başkalarına da öğütlerdi bunu. Açık Öğretim Fakültesi’nde dört yıl okuyarak diploma aldı. Çocuklarının okuması için elinden gelen maddi ve manevi gücünü harcadı. Eğitime harcanan paranın boşa gitmeyeceğini hep söylerdi. Ama savurganlığa karşıydı. Tutumluydu. Hiçbir kıymetin harcanmasına göz yummazdı.
Çevresinde çöpe atılan ekmekleri denk geldikçe yığar yığıştırır çuvallara doldurur kız ve erkek kardeşlerine gönderirdi. Tavuklarına yedirsinler diye. Eşim Emine Hanım’a bir iki hafta çekmez bir çuval, iki çuval kırıntı ekmek gönderirdi. Ekmekleri Erzurum Tren İstasyonu yakınından her gün kalkan Kağızman Belediye Otobüsü’ne verir vermez telefonla beni veya Emine Hanım’ı arardı:
- Belediye Otobüsü’ne iki çuval ekmek verdim. Akşamleyin bekleyip alın, derdi.
Yaz aylarında saat: 16.00, kış aylarında saat: 15.00’de Erzurum’dan kalkıp yazın saat: 19.00 ile kışın saat: 18.00 civarlarında Kağızman’a gelen Belediye Otobüsü’nü bekler aldık. Tavuklara yedirirdik. Bazı zaman onun otobüse verdiği ekmek çuvallarını almayı unuturduk. Ertesi güne kalırdı. Bir iki kere böyle oldu. Gidip almadığımız ekmek çuvalları başka yerlere ulaştı.
Selçuk Bey, yine bir gün otobüse ekmek dolu çuvalları götürür. Otobüsün muavini:
- Selçuk Bey, sen bu çuvalları verip bize taşıtıyorsun ama senin enişten ve kardeşin gelip teslim almıyorlar, diyor.
Bu durumu öğrenen Selçuk Bey, beni aradı:
- Sait, dedi. Kağızman Belediye Otobüsü’ne iki çuval ekmek verdim, akşamleyin bekleyip al. Eğer almazsan muavin kendi evine götürecek haberin olsun.
O gün akşam oldu. Belediye Otobüsü’nün Kağızman’a girmesine beş on dakika vardı. Beni aradı:
- Sait, otobüs Kağızman’a girmek üzere. Ekmek çuvallarını almak için bekliyor musun, bak çuvalları almayı unutma, dedi.
Ben onun otobüse verdiği ekmekleri çoktan unutmuş, eve gitmiştim bile. Kendisine beklediğimi söyledim, telefonu kapattım. Hemen yol ayrımına çıkıp otobüsü beklemeye başladım. Bu günden sonra otobüse ne zaman ekmek çuvallarını verse o an arar söylerdi. Otobüsün gelmesine beş on dakika kala yine arar hatırlatırdı. Emine Hanım Selçuk Bey’in bu zahmetlerine ve iyiliğine karşı tavuklar yumurtladıkça arada bir yığar ona yumurtalar gönderirdi. Selçuk Bey ise arar derdi ki:
- Kızım niye yumurta gönderiyorsun, ben burada köy yumurtası alıyorum zaten. Sen çocuklarına yedir, derdi.
2006 ile 2007 yıllarında sağlığım bozuldu. Kolesterol sebebinden bir doktor bana ilaç yazdı. Yan etkisi organlarımı hasara uğrattı. Karaciğer enzimlerim yükseldi. Tiroid bezi hastalığına yakalandım. Sık sık Erzurum’a gitmek zorunda kaldım.
2008 yılının Haziran ayında bir kalp krizi geçirdim. Beni ilçeden Kars’a, Kars’tan da Erzurum’a gönderdiler. Ambulansın kapısı Acil’in önünde açılınca kardeşimin yanında Selçuk Bey’de bekliyordu. Hemen el attılar, beni acile aldılar. Hastaneden çıkıncaya kadar kardeşim Habip kadar Selçuk Bey’de çaba harcadı. Beni evine götürdü. Bir gece kaldım. Sağlığıma dikkat etmemi öğütledi. Sağlığın kolay kolay ele geçmeyeceğini söyledi. Zaten herkesin iyiliği için konuşurdu hep.
Ne zaman Erzurum’a kontrole gitsem beni karşılar, hastaneye götürüp muayeneden geçirir, lokantaya davet eder, hesabı öderdi. Ertesi güne kalacak olsam asla bir başkasının evinde kalmama izin vermez, kendi evinde misafir ederdi. Onun bu misafirperverliği bir tek kendi yakınlarına karşı değildi, Erzurum’da karşılaştığı bir tanıdık sima için de aynı duyguları besler, aynı insaniyetliği yapmaya çalışırdı.
Tiroid bezlerimin yavaş çalışmasından dolayı bana Tefor adında bir ilaç vermişti doktor. Bu ilaç bir ara eczanelerde bulunmaz oldu. Kars’ta, Kağızman’da eczane kalmadı baktım, bulamadım. Dediler ki depolarda da yoktur. Selçuk Bey’i aradım:
- Selçuk abi, benim bir ilacım var, Kars’ta ve Kağızman’da bütün eczaneleri kolaçan ettim, ne yazık ki bulamadım. Erzurum’daki eczanelerde bulamaz mısın, dedim.
- Ne demek bulamaz mısın, mutlaka bulup gönderirim, dedi.
Ertesi gün öğleden sonra aradı beni:
- Sait, Erzurum’da eczane bırakmadım gezdim. Dediğin ilaçtan beş kutu buldum. Her ilacın içinde zaten yüz tane var. Bu sana beş gün gider. Bir de bu ilacın muadilini aldım. Eğer kullandığın ilaç artık çıkmazsa doktoruna danışır bu ilaca devam edersin, dedi.
Erzurum merkezinde sanırım 30 veya 40 civarında bir eczacı var. Bunların hepsini tek tek gezerek beş kutu ilaç bulmuştu bana. Bu davranışta bulunacak insan sayısı o kadar az ki!
Kızım Bahar 2007 – 2008 Eğitim Öğretim Yılı’nda Kars Serhat Sağlık Meslek Lisesi Hemşirelik bölümünü kazanarak okumaya başladı. Kitaplarını temin ettik. Ancak bir kitabını Kars’taki kırtasiye ve kitapçılarda bulamadık. Selçuk Bey’i arayarak durumu arz ettim. Kitabın adını, yazarını, basımevini, yayınlandığı yılı istedi benden. Kızımı arayarak bu detaylı bilgileri edinip kendisine ilettim.
Ertesi gün saat 11.00 civarlarında aradı beni:
- Sait, yeğenimin istediği kitabı buldum. Dört kitapçı dolaştım. Gittiğim ilk kitapçı kırk lira istedi. Oradan çıkıp bir başka kitapçıya gittim. İkinci kitapçı otuz lira istedi. Bir başka kitapçıya daha gittim. Üçüncü kitapçı yirmi beş lira istedi. Bir başka kitapçıya gittim bu sefer. Dördüncü kitapçı yirmi iki lira istedi. Son kitapçının istediği paranın iki lirasını da kestim, yirmi liraya aldım, dedi.
- Çok teşekkür ederim Selçuk abi, niye o kadar zahmet etmişsin. Bir yerden sorup alaydın.
- Olmaz, aynı kitabı yirmi liradan satan da kazanç sağlıyor, kırk liradan satanda. Sen dar geçimli bir insansın. Niye fazla para ödeyesin ki. Kazıkçı esnaflardan alış veriş yapmak doğru değil, kâr haddinin de bir hesabı var, Kitabı alırken biraz gezdim ama gezdiğime de değdi, dedi.
Selçuk Bey’in bir kitap için bu denli yorulması beni son derece duygulandırdı. Bir başkasına sipariş verseydim acaba böyle bir davranış içine girer miydi, diye düşünmekten kendimi alamadım.
Selçuk Bey’in babasının birinci eşinden olan ablası Makbule Hanım’ın eşi onunda eniştesi olan Fikret Bey amansız bir hastalığa yakalandı. Erzurum yolunu su yolu etti. Hastaneye defalarca gidip geldi. Her gittiğinde Selçuk Bey onu hastaneye, tanıdığı doktorlara götürüp muayene yaptırdı. Göğüs hastalığıydı hastalığı. Göğüs etini, bir memesini ameliyatla aldılar. Kitle vardı. İyileşmesi için elinden gelen çabayı sarf etti.
Benim de bacanağım olan Fikret Bey çok sigara içerdi. Göğsünde kitlede vardı. Sigarayı bırakması gerekiyordu. Lakin bırakmıyordu. Günde iki paket sigaraya sigara demeyen bir adamdı.
Selçuk Bey onu sigarayı bırakması için çok çabaladı. Çareyi doktoruna söylemekte buldu. O hastaların beklediği koridorlarda beklerken görevli doktorun yanına varıp muayeneden önce ona:
- Gözünü seveyim doktor bey, bacanağıma ne kadar söyledimse de sigarayı bırakmadı. Sen ona sigarayı bırakmasan ölürsün, deyiver. Belki bu şekilde sigarayı bıraktıralım, diye tembihlerde bulundu. Yani insanların iyiliği için her yolu deneyen bir insandı o.
Selçuk Bey’in yakınlarına, bana, ve başkalarına yaptığı iyilikler saymakla bitmez. Bir dar gün dostu olan Selçuk Bey kırk dokuz, elli yaşlarındaydı.
Takvimin yaprağı 6 Kasım 2010 Cumartesi’ni gösteriyordu. Erzurum’da çalışan ve Kağızman derelerinin su ölçümü için ilçemizde bulunan kardeşim Habip ile birlikte akşam yemeği sofrasındaydık. Saat 18.00 civarlarıydı. Habip’e bir telefon geldi. Telefona cevap verip arkadaşı ile konuşmaya başladı.
Telefonda: Akrabamız, Sait abimin kaynı olur, dedi ve aralıktan balkona çıktı. Rengi kaçmıştı Habip’in. Eşim Emine:
- Abi arayan kim, abimimi soruyor, yoksa başında bir hal mı var. Rengin niye kaçtı öyle, diye sonunca Habip:
- Yok yok, Selçuk abi biraz rahatsızlanmış, hastaneye kaldırmışlar. Arkadaşım Selçuk abinin benim neyim olduğunu sordu, bende abimin kaynıdır dedim. Önemli bir durum yok, dedi.
Yemek yiyemez olmuştuk. Kötü bir şeyler olduğunu hissettik. Lokmalar ağzımızda düğümlendi. Eşim Emine’nin gözleri doldu. Benimde. Habip bize kötü bir durum olmadığını diyerek teskin etmeye çalıştı. Habip eşim Emine’den su istedi. Emine mutfaktan su getirmeye gidince bana Selçuk abinin kalp krizi geçirip vefat ettiğini söyledi. Şok oldum. Hiçbir hastalığı olmayan çelik gibi adam da mı kalp krizi geçiriyormuş diyerek donup kaldım.
Kayınlarımı aradım ama ulaşamadım. Habip yemek sonrası arkadaşları ile kahvede buluşacağını söyledi. Çarşıya çıkmam gerekli dedi. Ben de geleyim seninle, kayınlarımı görür durumu bir öğreniriz dedim, dışarı çıktık birlikte. Habip’in arabasının yanına gittik. Selçuk abinin eşini aradım. Kızı çıktı. Babasını saat 17.00’de kaybettiğini söyledi. Nutkum tutuldu konuşamadım. Ağlamaya başladım.
Tekrar geri eve gittik. Emine ağlıyordu. Sezmişti bir şeyler olduğunu. Ağlama dedim. Kalp krizi geçirdiğini söyledim. Telefonlar yoğunlaşınca öldüğünü öğrenmiş oldu. Ağlaması durmayınca taksiye bindirip annesinin evine gittik. Annesinin haberi yoktu. Pazar günü kardeşim Habip Erzurum’a gidecekti. Onunla gitmeye karar verdik. Kaynanama gel sende gidelim bir Selçuk abiyi görmüş olursun dedik. Kaynanam:
- Selçuk’un başında bir hal var, söz söylemiyorsunuz, dedi. Bizimle gelmeye karar verdi.
Ertesi gün birlikte yola çıktık. Erzurum’a yaklaşınca Selçuk abinin kalp krizi geçirerek vefat ettiğini söyledik. Ana yüreği yanmaya, gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
Erzurum’da Selçuk abinin evine vardığımızda evin önü mahşer günü gibiydi. Tren istasyonu önünden hacılar hacca gitmek için yolcu ediliyordu. Çok kalabalıktı. Bu kalabalık cenaze kalabalığına karışınca yer mahşer yerine dönmüştü adeta.
Hayatın içine girince bir şivan koptu. Kaynanam, kızları, Selçuk abinin eşi, çocukları, yakınları, iş arkadaşları hepsi ağlıyordu.
Öğle namazı sonrası cenazeyi kaldırma hazırlığı başladı. Ezan okunmadan önce cenaze hastane morkundan alınarak evin önüne getirildi. Eşi, çocukları, bacıları, kardeşleri, annesi, enişteleri son bir kez yüzünü tabutta gördü. Yüzü bembeyazdı, sanki daha bir nurlanmıştı.
Kaynanam iki kızının desteği ile ağlaya ağlaya yürüyüp tabutun başına vardı. Cemalini görünce:
- Allah Selçuk’umu nurlandırmış, dedi, Onu bize değil kendine layık gördü, yanına aldı, dedi.
Vakit yaklaştığından cenazeyi evin yakınındaki camiye götürdük. Öğle namazı kılındıktan sonra büyük bir kalabalıkla cenaze namazını kıldık. İmam helalık diledi. Herkes bir ağızdan hakkımız helal olsun, Allah rahmet etsin, mekanı cennet olsun, diye dualar etti.
Erzurum Büyükşehir Abdurrahman Gazi Mezarlığı’na büyük bir acı, büyük bir hüzün yaşayarak, gözyaşları içinde defnettik onu.
Evin hayatına masalar sandalyeler konuldu. Hava açık, günlük ve güneşlikti. Taziyeler başladı. Selçuk Bey’in ölüm haberini duyan Erzurumlu arkadaşları, alışveriş ettiği esnaflar, Kars’tan, Kağızman’dan arkadaşları döküldü. Kimi hüzünlendi kimi ağladı. Herkes başsağlığı diledi. Anısı olan anısını, iyiliğini görmüş olan gördüğü iyiliği anlatarak yad etti.
Bu taziyeler gün boyu ve ertesi gün devam etti. Üçüncü gün öğle namazından önce camide Mevlit okundu. Hızır gibi bir adam olan Selçuk Bey’in hayat yolculuğu sona ererken bu gök kubbe altında insanlara yaptığı iyilikler kaldı.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yayınlandığı Gazete : Gözlem Gazetesi, Sayfa 5, Sayı 194, Tarih 05 Mart 2012 Kağızman