20
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1986
Okunma

KAFES
Ömrüm…
Yoktun…
Kalbim rahattı göğüs kafesimde.
Geldin…
Hep çıkacakmış gibi yerinden
Şimdi nereye koşsam sığmıyor yüreğim.
SKNY
Onu ilk gördüğümde, elindeki minik likör bardağıyla etrafında toplanmış insanlara gülücükler saçıyordu. Gülücükler saçıyordu diyorum, çünkü konuşurken aynı zamanda tebessüm edebilen birini daha önce hiç görmemiştim.
_ Siz hep gülümser misiniz?
_ Ağlamamı mı tercih edersiniz?
_ ...
_ İnsanlar neden gülmekten bu kadar korkuyorlar olabilir?
_ Sizce öylemi?
_ Ya sizce?
Son günlerde fazlasıyla kendimi kaybeder oldum. Sıkıştırılmış bir bedende, bir numara küçük elbise giydirilmiş gibiyim. Her ne hikmetse iki haftadır beklediğim ve benim için son derece mucizeler yaratabileceğimi sandığım ilham perim, hala uyku durumunda. Her ne hikmetse bir türlü kış uykusundan uyanıp, sol omzumun üzerine konmuyor. Kış uykusu demişken... Çatı katındaki kiralık dairemde, iki odadan en büyük olanına bu gün fazlasıyla güneş vuruyor. Oysaki açık ve güneşli havaları hiç sevmem. Kapalı ve bulutlu, aynı zamanda yağmurlu havalar tercihim. Böyle havalarda ruhum dinleniyor. Bu nedenledir, kış mevsimini canı gönülden bekleyişim.
Akşamdan kalma haliyle buruşturulup etrafa saçılmış kâğıt parçaları, yüzüme dalga geçer gibi bakıyorlar. Öfkeme yenik düştüğüm bir anda, masanın üzerindeki köhne kılıklı daktilomu altıncı kattan aşağıya atmam içten bile değil. Ne var ki yenisini yerine koyamamak korkusu ağır basıyor olacak ki bunu yapmaya asla yeltenmiyorum. Şimdilik ona mecburum.
Masamın üzerinde müsvedde halinde duran kâğıt parçalarını şöyle bir karıştırınca, gece neler karaladığımın daha net olarak farkına varıyorum. Olması gereken bu değil dercesine başımı sağa sola sallamaktan başka, ne ve nasıl bir başlangıç olabilir ki diye düşününce hayıflanıyorum. Kim emi? Tabi ki kendime değil. Bir türlü odama ve beynimin içine teşrif etmeyen İlham a... Yani ilham perime…
Saat öğleden sonra dört… Midemin sızlaması da olmasa, yemek yeme gibi bir alışkanlıktan haberim dahi olmayacak. Ceketimin cebinden siyah deri cüzdanımı çıkarıp bir yoklama çekiyorum. Herhalde içerisinde; yarım ekmek arası karışık tost ve bir bardak çay içebileceğim kadar para çıkar umudumu yitirmiyorum. Şükür!
Para benim için sadece ihtiyaçlarımı karşıladığım bir aracı olarak her zaman hayatımın içinde olsa da, bazı anlar varlıksızlığının ne derece sorun teşkil ettiğini farkına varıyorum. Maalesef esefle.
Kitap çevirilerinden aldığım üç beş kuruş meblağ, bir müddet beni hayata bağlarken son demleri yaklaştıkça fazlasıyla gergin oluyorum. Herhalde bu durum çok fazla anormal olmasa gerek. Yoksa nasıl tahammül ederdim, yayın evindeki o şişko göbekli ve kel kafalı yazı işleri müdürüne.
İnsanlar bazen ne kadar safsatalarla dolu şeyler yazıyorlar diye düşünüyorum. Zamanın bu saçmalıklar için harcanması, olabildiğince aptal bir durum Son çevirdiğim kitaptaki yazar bozuntusunu, mümkün mertebe aklıma getirmemeye çalışarak kitap çevirisini yaptım. Zira aklımdan geçen bin türlü küfürlü kelimeleri ne vakit lügatime dâhil etmişim, farkında değilim.
_ Ne tür şeyler yazıyorsunuz?
_ Bu ilk roman çalışmam.
_ Öylemi! Ne güzel…
_ Öykü çalışmalarımı kitap haline getirdim.
_ Çok güzel. Okumak isterim.
_ Daha çok aşk üzerine yazılmış şeyler.
Yüzüme heyecanlı bir çocuk gibi bakıyor.Sesi cıvıl cıvıl.
_ Çok âşık oldunuz mu?
_ …
Yüz beş sayfalık; içerisinde yirmi iki tane kısa öyküyü barındıran kitabımı bastırabilmek adına yaptıklarımı bilse, acaba ne yapardı diye düşünmeden edemiyorum. Kapısını aşındırdığım sayısını şimdi hatırlayamadığım yayın evlerindeki, o çokbilmiş kasıntı heriflerin her birinin kafasına fırlatmak istemiştim öykü müsveddelerimi. Kısa süre sonra bunun bir faydası olmayacağını düşünüp, büyükbabamdan yadigâr kalan birkaç antika eşyamı Kadıköy’deki antikacılar sokağında mendebur bir herife satmak zorunda kalışım ise cuk diye oturmuştu içime. Bununla beraber, en azından bu durum daha hırslı biri yazar olmama neden olmuştu. Lakin halden anlamıyordu ki İlham.
_ Bir dahaki sefer mutlaka okumanız için getiririm.
_ Çok sevinirim.
O ağustos gecesine, ömrüm boyunca minnettar kalacaktım.
Gündüz vakitlerinde güneşin kavurduğu dairem, gece durulmayacak kadar bunaltıcı olunca kendimi sokağa atmıştım. Kalabalık yolların aydınlık ışığında, insan siluetleri gözlerimin kaydedemeyeceği kadar hızlı akıp gidiyorlardı. Sokak kaldırımlarının kuytu yerlerinde bekleşen, tinerci çocukların isterik bakışlarını görmemezlikten gelerek boğazın ılık havasını içime çekmek için adımlarım eski Kadıköy iskelesine yönlendi.
Bu gece içim bir başka türlü karamsarken; uzayan sakallarımla beraber tükenik duruşum, ışıl ışıl parlayan vitrinlerin camlarında renkli neonlara tezat korkunç duruyordu. Cama akseden görüntümdeki kifayetsiz insan silueti, acınacak durumdaydı. Buruk bir tat geldi yüreğimin ortasına çöreklendi. O an kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa gibiydim. Kalabalıklar içinde, olabildiğince yalnız kalmak bu olsa gerekti.
_Merhaba.
Sıcacık bir gülümseyiş… Ömrümde şahit olmadım böylesine!
_ Merhaba.
Ardından, ağzımdan çıkan cümleye kendim dahi gülmeye başlıyorum. Bazen ne kadar aptal oluyorum.
_ Fotoğraf mı çekiyorsunuz?
Ay yüzlü genç kadın, elindeki fotoğraf makinesini bana doğru çevirip kocaman gülümsüyor.
_Evet.
Utanıyorum.
_Pardon. Farkındayım aptalcaydı.
Elimi uzatıyorum.
_ Ben İlkay.
Avucunun içi yüzü gibi sıcacık…
_Memnun oldum. Ben de Seçil.
Bir kadının bu derece doğal oluşuna, daha evvel tanık olmamıştım.
Çevremdeki birçok insanın; her durumda takındıkları değişik yüz maskelerinin tanıklığından sonra, karşımda duran genç kadın olabildiğince sade ve masumdu. Yüzünü daha yakından görebilmek uğruna sağ tarafına geçiyorum. Zira iskele ışıkları sağ yönden daha aydınlatıcı gibi. Saçların bir kısmını örten kırmızı bir bere takmış. Hani şu Fransız sitili olanlardan… Upuzun karamel renkli saçlarından bir tutamı, omzundan aşağıya yaramaz bir çocuk gibi sarkmış. Güneşin parmaklarının dokunduğu saç uçları belli belirsiz sararmış. Ay ışığının aydınlığında önce kocaman gözleriyle buluşuyorum. Davetkâr olduğu kadar cömertçe bir dostluğu sunan bakışları, çöl bedevilerinin cariyeleri kadar güzel… Siyah sürmeli göz uçlarındaki dolgun ve upuzun kirpikleri her açılıp kapanmada, minik titreyişleriyle yüreğinin tüm güzelliklerini cömertçe sunuyor. Kafamın içinde şimşek gibi çakan düşünce dudaklarımda can buluyor.
_ Siz!
_ ...
_ Siz geçen ay, Fransız Kültür Merkezindeki fotoğraf sergisinde değil miydiniz?
Elindeki Leica marka makineyle farklı açılardan, üzerine yakamozlar düşmüş denizin fotoğraflarını çekiyor.
İşine ara vermeden, şen şakrak bir sesle sorumu cevaplıyor.
_ Evet. Sizde mi oradaydınız?
Bir kadın dergisinde editörlük yapan bir arkadaşımın ısrarı üzerine, sergiyi gezmek için ona eşlik etmiştim. Cemiyetteki tüm sanatçıların toplandığı bir sergiydi. Ressamlar, yazarlar, şairler, tiyatrocular… Zaten son zamanlara kendime dahi tahammülüm yokken, bu kendilerini Kaf dağına oturtturmuş adamların yanında bulunmak neredeyse ölümüme neden olacaktı. Her birinin yüzlerindeki, o yaşamaktan son derce memnun olan ifadeleri görmek çıldırtıyordu beni. Başarının arkasından gelen özgüven ve şımarıklık had safhadaydı. Benim ne işim vardı burada?
Ama o vakte kadardı… Tükenişim.
Bir kadının gözlerinin, yok hayır bakışlarının derinliklerinde bu derece gizem olabileceğini hayal dahi edemezdim. Tamamen bir sır gibiydi. Bense o sırrın deriliklerinde çoktan kaybolmaya başlamıştım.
Böylece; günlerce kafa patlattığım roman kahramanımın karakteri, kafamın içerisinde şekillenmeye başlamıştı bile. Bu bir aşk romanı olmalıydı. Ve ben mutsuzlukla biten aşk hikâyelerinden nefret ediyordum.
_ Nerede tanışıyorlar?
_ Ne fark eder. Önemli olan nasıl tanıştıkları değil midir?
Yüzüme bakıyor. Ah Yarabbi! Ne kadar çocuk...
_ Lütfen, kahramanı kitabın sonunda öldürme!
_ Üzülür müsün?
_ Her filmin veya her kitabın sonu hüzünle mi bitmeli?
_ ...
_ Lütfen benim için.
_ Tamam söz. Senin için.
*
Saat gecenin ikisi... Duvara çapraz, yarım ay şeklindeki penceremden boğazı seyrediyorum.
_ Biliyor musun? Benim ilk aşkım İstanbul.
_ Şimdi kıskanırım ben onu.
_ Ya senin?
_ Kış mevsimi.
_ İlk mi son mu?
_ İlk o, son sen.
Pencereden içeriye sızan ay ışığı, odanın küçük bir bölümünü aydınlatıyor. Pencere pervazının önündeki iki kadeh şampanya bardağı, gecenin sırrını ele verircesine gülümsüyor. Sol taraftakini elime alıp dudak izlerini kokluyorum. Ardından Öpüyorum. Ilık ve ıslak dudakları tekrardan hissetmek, tuhaf bir şekilde beni mutlu ediyor.
Kanepenin üzerinde çocuk gibi kıvrılmış yatan kadına bakıyorum. Uzun uzun. Duru ve çocuksu… Saatler öncesindeki aşk kadının yerine, minik bir kız çocuğu korunmasızca uyuyor. Göz kapaklarının altında oynaşan gözbebeklerini, öpmek geliyor içimden. Kıyamıyorum.
İçim titriyor.
Aşk ağır geliyor kalbime.
Uyanmasından korkuyorum.
Kalemi elime alıyorum. Ve kalem yazıyor. Bildiğinden şaşmadan.
Ömrüm
Yoktun…
Kalbim rahattı göğüs kafesimde.
Geldin…
Hep çıkacakmış gibi yerinden
Şimdi nereye koşsam sığmıyor yüreğim.
DİPNOT:
Öykü sevgili adaşım Seçil Nimet hanımefendiye armağanımdır.
Öyküde anlatılan olaylar tamamen kurgudur.
Seçil Nimet, bana ilham kaynağı olduğun için binlerce kez teşekkürler.
SEVİLAY DİLBER