İstasyon
1993’ün aralık ayında buz gibi bir günde bozuk toprak yolda ilerleyen beyaz minibüs içindeydi. Asfalt yol yaklaşık bir saat önce yerin boktan bir yola bırakmıştı. Beyaz minibüs içinde en önde oturuyordu Yalçın ve aracı kullanan sürücüden başka arka koltukta birkaç köylü vardı.
Kaz Dağları üzerindeki köye doğru yokuş yukarı çıkıyorlardı. Her yer beyaz kar örtüsü ile kaplıydı. Ancak şu an kar yağmıyordu. Yalçın da umursamıyordu zaten. Her şeyi göze alarak gelmişti buraya.
Tam 48 saat önce bir gazete ilanında gördüğü telefon numarasını aramış ve kısa bir görüşme yapmıştı. Tam bir gün sonra otobüs bileti ve resmi belgenin içinde olduğu sarı zarf eline ulaşmıştı.
“Üç Ay Süreyle Geçici İş” yazıyordu gazetedeki ilan başlığında. “Üç ay süreyle Kaz Dağları’nda bulunan meteoroloji istasyonunda kalacak vasıfsız eleman aranıyor…” diyerek devam ediyordu.
“Tam zamanı, İstanbul’dan uzaklaşmak için iyi fırsat.” demiş, hemen ilanda verilen telefon numarasını aramıştı.
Buradaydı işte. Yerini sadece elin parmak sayısını geçmeyen kişilerin bildiği bir meteoroloji istasyonuna gitmek üzere bozuk toprak yolda saatlerdir sallanıyordu. Yalçın, giderek bozulan yola bakıyordu.
“İstasyona’mı?” diye sordu aracın sürücüsü. Yalçın’ın hiç beklemediği bir anda sormuştu.
“Evet.” dedi, Yalçın.
“Mühendis misin?”
“Hayır.”
Bunu söyleyince minibüs şoförü şaşırmış gibi baktı Yalçın’a. Bu sırada arkadaki köylülerden bir kadın olduğu izlenimi uyandıran bir ses duyuldu.
“Geçen sene mühendis öldü orada.” dedi, kadın. Minibüs içindeki havayı geren ses tonu vardı kadının. Öyle de oldu. Bir anda soğudu minibüsün içi. Yalçın, arkasına dönerek baktı, konuşanın kadın olduğuna emin olduktan sonra önüne döndü.
“İntihar etmiş, silahla.” dedi aynı kadın. Sonra derin bir sessizlik yerleşti aracın içine ve kimse tek kelime söylemedi.
Kırk dakika sonra köye varmışlardı. Köylüler araçtan indiler. Son yolcu olarak Yalçın, kaldı.
“Daha var mı?” diye sordu şoföre.
“3 km.” dedi, adam ve yola devam ettiler. Yine hiçbir şey konuşmadan.
Yalçın, araçtan indi ve küçük çantasını eline alarak toprak yolu çıkmaya başladı. Küçük kulübe yüz metre ileride tepedeydi. Oraya minibüs çıkmıyordu.
“Acele etsin diğer arkadaş. Akşam olmadan buradan gitmek istiyorum. Birazdan güneş batar.” diye endişeyle Yalçın’ın arkasından seslendi şoför.
Yalçın, şoföre baktıktan sonra önüne döndü ve bir şey söylemeden tepeye uzanan küçük patikayı çıkmaya başladı. Bodur kuru çalılar ve kayaların yanından geçerek dar yolun sonuna geldiğinde uzun saçlı, sakallı bir adam çıktı kulübeden. Kendi kendine konuşarak kulübenin avlusundan aşağı inerek Yalçın’ın yanına geldi ve elini uzatarak:
“Kenan ben, hoş geldin.” dedi.
“Merhaba.” dedi Yalçın, tanımadığı adama elini uzatarak.
“Güzel yere geldin. Manzara harikadır burada. Yalnız kalmak ve kafanı dinlemek istiyorsan daha iyi bir yer bulamazsın. Bazen kuş bile geçmez buradan. Sadece ağaçlar ve rüzgar…” dedi Kenan ve rüzgarı dinlediler bir süre.
“Güzel, tam yerine geldim o zaman.” dedi Yalçın, rüzgarı bölerek.
“Gel hadi, sana işi gösterip çevreyi gezdireyim. Minibüs bekliyor mu?” diye sordu, Kenan.
“Evet, aşağıda. Bir an önce gitmek istiyormuş.”
“Beklesin şerefsiz.” dedi Kenan ve kulübeye doğru yürüdüler.
Kulübede ayrı bir oda yoktu. Girişte oturma köşesi, hemen karşısında küçük mutfak vardı. Mutfaktan daha küçük bir tuvalet kabini vardı. Sadece ayakta durabileceğiniz kadar duş teknesi yerleştirilmişti içine. Elektriğin varlığını gösteren tek şey kulübeyi aydınlatan ampuldu. Mutfakta ocak için tüp kullanılıyor, aydınlatma için el fenerleri, gaz lambaları vardı. Ve ayrıca eski telsiz vardı kulübede. Yalçın’a telsizi nasıl kullanacağını, bataryalarını nasıl değiştireceğini ve nasıl şarj edeceğini gösterdi Kenan. Sonra kulübenin ortasında durup etrafa baktıktan sonra iki elini beline koydu ve: “Burada bir sürü gazete, kitap var. Okumayı seviyorsan kütüphane gibidir burası.” dedi.
“Burada bir mühendis kendini öldürmüş dediler, doğru mu?” diye sordu, Yalçın.
Kenan, Yalçın’ın merakla şekillenmiş yüzüne baktı ve kısa bir an Yalçın’ın ne duymak istediği düşündü. Sonra: “Hayır. Ben öyle bir şey duymadım.” dedi ve kulübeden çıktı.
Kulübeden elli metre yukarıda, tepede sivri bir kaya üzerinde üç metrelik anten vardı. Her gün düzenli olarak kontrol et ve antenin bataryası bitince yenile, gerekirse seni telsizle arar bazı rakamları sorarlar sen de söylersin demişti Kenan. İş buydu. Sonra bütün gün boştu.
Bu sırada birkaç kez daha korna çaldı aşağıda yol kenarında bekleyen beyaz araç.
Kenan: “Gitme vakti.” dedikten sonra yol kenarına bıraktığı sırt çantasını omuzuna aldı ve veranda üzerindeki Yalçın’a baktı.
Kenan, Yalçın’a değil başka bir şeye bakıyor gibiydi. Yalçın’ın hemen arkasındaki bir şeye, bir yere bakıyordu. Yalçın, Kenan’ın nereye baktığını görmek için, hızla arkasına döndü. Sadece boşluk vardı. Kenan, hala aynı noktaya bakıyordu.
“Dostum, iyi misin? Nereye bakıyorsun öyle?” diye sordu Yalçın.
Kenan, Yalçın’ın sesiyle kendine geldi. Hızlı adımlarla Yalçın’ın yanına geldi. Kulağına eğilerek “Bak, burada doğa insana oyunlar oynayabilir. Dikkatli ol. Bir sınav bu…” dedi.
“Ne diyorsun yahu? Ne oyunu?” dedi Yalçın. Şaşkın ve anlamadığı bir şeyin varlığından rahatsız olarak sormuştu soruyu.
“Bak, eğer işler ters giderse, telsizin üzerinde duvarda anahtar var. Çekmeceyi aç. Eğer ihtiyacın olursa…” dedi, Kenan ve koşar gibi uzaklaştı oradan. Hızla yürürken yanında birileri varmış gibi konuşmaya devam ediyordu.
Yalçın, bu garip adamın söylediklerini düşündü. Veranda üzerinde öylece duruyordu. Serin bir rüzgar esmeye başladı. Kenan, beyaz dolmuşa bindi ve araç hızla uzaklaştı. Bir sigara yaktı Yalçın. Kenan’ın söylediklerine takılmıştı. Ayaküstü ne saçmalamıştı ama. Yalnızlıktan delirmiş olmalı diye düşündü ve gülerek kulübeden içeri girdi.
Aradan birkaç saat geçti. Mutfaktaki dolapta sayısız konserve vardı. Çay ve kahve boldu. Erzak biterse köyden alacaktı. Köyün bakkalı karşılıyordu istasyonun ihtiyaçlarını. Yemekten sonra bir bardak kahve yaptı kendine. Bir sigara yaktı. Şimdilik iyiydi her şey. Beklediğinden daha iyi.
Sigarası bitince, sobaya büyük bir odun attı. Sonra telsizin başına oturdu. Eski telsiz arada “bip” gibi bir ses çıkarıyor ve aksakta olsa çalıştığını belli ediyordu. Kulübe sıcaktı. Soba da iyi ısıtıyordu hani. Sonra aklına Kenan’ın söylediği bir şey geldi. Anahtarı hatırladı. Telsizin hemen üstünde duvardaki çiviye takılı anahtara baktı.
Anahtarı aldı ve telsizin durduğu masanın çekmecesine soktu. Yavaşça çevirdi anahtarı ve “tık” sesiyle çekmece kendine doğru hareket etti. Yavaşça çekmeceyi öne doğru çekti.
Çekmecenin içinde ahşap bir kutu, çeşitli meteorolojik terimlerden oluşan evraklar, bir defter ve birkaç kartpostal vardı. Önce kutuyu aldı, ağırdı kutu ve masanın üzerine bıraktı. Yavaşça kutunun kapağını kaldırmak üzereydi ki çatıda bir gürültü koptu. Çatıda hareket eden bir şey vardı.
“Tak tak tak tak tak…” gibi bir ses çıkararak birşey ya da biri çatıda yürüyordu. Sonra veranda üzerinde son bir “Tak” sesiyle kesildi gürültü.
Yalçın, gerilmişti. Aceleyle kalktı oturduğu yerden ve feneri alıp kapıya doğru yürüdü. Hızla açtı kapıyı. Soğuk havayı taşıyan güçlü rüzgar doldu kulübeden içeri. El fenerini dışarıdaki kalın karanlığa tuttu. Dışarıda sadece gece vardı. Soğuk ve rüzgarlı buz gibi bir gece. Sonra veranda üzerindeki birkaç iri kozalağa takıldı gözü. Ağaçlardan düşen kozalakların oyunuydu her şey. Sonra uzakta mum alevi gibi titreyen ışıklara baktı. Köy seçiliyordu. Titredi birden, üşütmek istemezdi ve hemen içeri girdi.
Tekrar masanın başına oturdu. Kahverengi ahşap kutuya bakıyordu. Sonra çevik bir hareketle açtı kutuyu. Bir altıpatlar duruyordu karşısında. Hayatında ilk defa bu kadar yakından bakıyordu bir silaha. Merakla kutudan çıkardı. Deyyus ağırdı. Gümüş rengindeki metali göz alıyordu. Bu sırada birkaç kozalak daha çatıdan yuvarlanıp verandaya düştüler.
Bir kutu mermi vardı ahşap kutu içinde. Silahı kapıya doğrulttu ve nişan aldı. Yavaşça çekti tetiği. Çat diye bir ses yankılandı ahşap duvarlarda. Ürkütücü ses daha korkunç kılıyordu silahı. Eğer boşken böyle ses çıkarıyorsa dolu olduğunda kimbilir neler yapardı? Ne olur ne olmaz diyerek aldığı yere bıraktı silahı. Çekmeceyi kilitledi ve anahtarı duvara astı.
Soba karşısında kitap okuyordu. Zaman diye bir kavram yoktu burada. Sadece güneş doğar ve batardı. Yetişmesi gereken iş, randevu, banka ya da bir cenaze yoktu. Fatura derdi yoktu. En güzeli de insan yoktu insan.
Sonra babasını düşündü. Üç ay önce gömmüştü. En son kavga ederek ayrılmıştı yanından. Bir yıl sonra bir gün telefon gelmiş, acı haberi amcası vermişti. Böyleydi hayat, sadece Yalçın için değil herkes için. Bir gün istemediğiniz o telefon size de gelecekti…
Bu düşüncelerle kendini oyalarken birden elektrik kesildi. Çok sık kesildiğini söylemişti Kenan. Bu yüzden antenin bataryalarını sürekli şarj et diye eklemişti. Yapıcak bir şey yoktu, uyumaktan başka ve olması gerektiği gibi sobanın kızıllığında uykuya daldı Yalçın.
Sabah erken kalktı. Hava açıktı. Ancak soğuk hava göt kesiyordu. Soğuk suyla yüzünü yıkadıktan sonra bir şeyler yedi. Sonra Kenan’ın bıraktığı notlara göre yapılacak işleri yaptı. Önce telsizi kontrol etti, çalışıyordu. Ardından dışarıya çıktı. Hava giderek soğuyordu. Düne göre daha soğuktu. Karlar buza dönmüştü. Çatır çutur seslerle buzlu toprağı ezerek tepeye doğru yürümeye başladı.
Üç metrelik kırmızı antenin yanına geldi. Küçük bir kutu vardı. Anahtarla açtı. Yeşil ışık yanıyordu. Işık sarıya döndüğünde bataryayı değiştirmesi gerekiyordu. Şuan iyiydi. Sonra manzaraya baktı bir süre. Köyün olduğu vadiye doğru azalan çam ağaçları beyaza bürünmüştü. Güneş parlıyordu hemen üzerinde. Temiz, mis gibi bir hava neşeyle doldurdu ciğerlerini. Sonra bir sigara yaktı.
Kulübeye döndükten sonra biraz kitap okudu. Çay içerek eski gazetelere baktı. 1983 yılına ait gazete ve dergiler vardı. Eski haberler bu günkü gibi tazeydi. Tuhaf bir benzerlik gösteriyorlardı. Değişen bir şey yok muydu?
Sıkılmıştı, biraz yürüyüş yapmaya karar verdi. Çevreyi tanıyıp görmek istiyordu. Yalçın, kulübeye paralel bir istikamette yürümeye başladı. Dayanak olarak kalın bir dal bulmuş çam ağaçları arasında keşfe çıkmıştı. Ancak fazla uzaklaşmak istemiyordu. Dağ başında karşısına ne çıkacağı belli olmazdı. Bir yarım saat yürüdükten sonra ağaçlar sıklaşmaya başladı ve yürümek zorlaştı. Kar kalınlaşmıştı. Rüzgarında etkisiyle üşümeye de başlamıştı. Yalçın’ı yoruyordu soğuk hava. Derken bir çıtırdı duydu arkasında ve ürktü. Arkasına döndüğünde hayatında gördüğü en güzel canlı ona bakıyordu. Bir karacaydı bu. Ve bir göz kırpma süresinde yok olmuştu. Tanrım, neydi o? dedi. Sonra aklına sadece zararsız hayvanlar olmadığı geldi. Karşısına kurt ya da bir ayı çıkabilirdi her an. Geri dönmeye karar verdi. Geldiği yöne doğru yürümeye başlamıştı ki ağaçların arasından bir şey geçti.
“Ey büyük Allahım.” dedi Yalçın. “Hayal mi görüyorum yoksa?”
Ağaçlara doğru koştu hemen. Yanılmamıştı, ağaçlardan elli metre aşağıda yürüyen bir kız vardı. Yalçın, bulunduğu yerden aşağıdaki kıza seslendi. Kız oralı olmadı. Yürümeye devam etti. Yalçın, koşarak tepeden inmeye başladı.
Kız da iyi yürüyordu hani. Mesafe bir türlü kapanmıyordu. Yalçın, alışık değildi böyle araziye. Karlara bata çıka yürüyordu. Sonra tekrar gördü kızı, yirmi metre önündeki ağaçların arasındaydı. Kız birden durdu ve arkasına dönerek Yalçın’a baktı. Sarışın, uzun saçlı güzel bir kızdı. Yalçın, etkilenmişti. Tam o anda çatırdayan bir sesle Yalçın yere kapaklandı. Lanet olsun, diyerek kalktığında kız Yoktu.
Bileğini kötü burkmuştu. Elindeki dal parçası kırılmış büyük bir taşın arasına sıkışmıştı. Küfrederek acı içinde köye doğru yürümeye başladı. Yirmi dakikalık uzun ve sancılıydı yürüyüş. Sonunda kırmızı kiremitleri gördüğünde bütün enrjisi tükenmek üzereydi. En yakın evin kapısını çaldı ve oraya bıraktı kendini.
“Önemli bir şeyin yok.” dedi çıkıkçı.
“Biraz dinlen yarına iyileşirsin.” diye tembihledi.
“Teşekkürler.” dedi, Yalçın.
“Sorması ayıp nasıl oldu?”
“Bir kızın peşinden koşarken. Şehir neyse köy de aynı. Her şey kızların yüzünden.” dedi Yalçın gülerek.
“Kız mı?” diye sordu çıkıkçı. Bu sırada ev sahipleri de konuya ilgi gösterdi.
“Evet, yürüyüşe çıkmıştım. İstasyona dönüyordum o zaman gördüm. Uzun sarı saçlı çok güzel bir kızdı.”
Yalçın, bunu söylediği an odada buzul çağı başladı. Herkes dondu. Gözbebekleri küçüldü evdekilerin. Yalçın, pot kırdığını düşünerek:
“Yanlış anlamayın, biliyorum burası küçük yer, amacım saygısızlık etmek değildi.” dedi.
“Sarı saçlı mı dedin?” diye sordu çıkıkçı.
“Evet, altın renginde beline kadar uzun saçlar. Tanıdık birinin kızı mı? Neler oluyor?”
İşte o anda ev sahibi kadın ellerini havaya kaldırdı, avuçlarını açtı ve ağlar gibi dua okumaya başladı. Sonra koşarak dışarı çıktı evden.
“Neler oluyor yahu?” diye merakla sordu, Yalçın.
“Bayım, bu köyde böyle sarı saçlı tek kız yoktur. Onbeş hane var burada.”
“Canım belki civardandır. Dolaşıyordur.” dedi Yalçın.
“Bayım, en yakın köy 100 km ileride. Yürüyerek kimse gelmez. Hele kızlar tek başına çıkmazlar. Siz sarı kız hikayesini hiç duydunuz mu?”
“Hayır.” dedi, Yalçın. Ve çıkıkçı sarı kız ile ilgili hikayeleri anlatmaya başladı.
Yalçın, bir gün boyunca yataktan hiç çıkmadı. İkinci gün artık yürüyebiliyordu. Hergele işi biliyormuş dedi çıkıkçı için. Sonra gündelik işlerine döndü. Her sabah erken kalkıyor, anteni kontrol ediyor, bataryaları şarj ediyordu. Ancak telsizden çıt çıkmıyordu. Ne arıyan vardı ne soran. Üç günde bir köye iniyor, ekmek, su, sigara ihtiyacını karşılıyordu. Köylüler hala soğuk davranıyordu Yalçın’a. Günler iyi geçiyordu. Gördüğü kızı unutmuştu, onun hakkında anlatılan hikayelere inanmamıştı zaten. Hurafe demişti.
Hava aralık ayı için iyiydi. Güneşli soğuk günler devam ediyordu. İşte yine öyle bir pazar günü verandada sigarasını içerken bir el silah sesi duydu.
Sesin geldiği yöne kulak kabarttı. Ardından bir el daha patladı. Ne oluyor lan? diyerek merakla sesin geldiği yöne baktı. Anten civarından geliyordu. Tam verandadan inecekti ki uzakta bir adam belirdi. Sırtında tüfeği ve avcı kıyafetleri içinde Yalçın’a doğru geliyordu. Yalçın, sigarasını içerek adamın kendine gelmesini beklemeye başladı.
Avcı yaklaştıkça tanıdığı birine benziyordu. Biraz daha yaklaştı avcı. İşte o an Yalçın’ın ağzındaki sigara düştü. Ayakları titredi. Benzi attı. “Ey büyük allahım sen aklımı koru!” dedi Yalçın. Kendine yaklaşan bu avcı adam üç ay önce elleriyle mezarına toprak attığı babasıydı. Yalçın, yeni dökülmüş alçı heykel gibi öylece duruyordu veranda üzerinde. Avcı, kulübe önüne geldi, başındaki şapkayı çıkardı.
“Evlat, bakma öyle bir hoş geldin demek yok mu babana?”
“Sen gerçek değilsin! Bir hayal bu! Bir rüya!” dedi Yalçın.
“Evlat, sen çocukken de böyle hayalperesttin. Gerçekle her zaman bir sorunun oldu senin.”
“Tanrım, bu gerçekten sensin. Ama nasıl olur?”
“Nasıl olmaz? Bence soru bu olmalı?”
Yalçın, koşarak indi verandadan ve babasına sarıldı. Herzaman kullandığı tıraş losyonu kokuyordu babası. Birlikte verandaya oturdular ve sohbete başladılar.
“Eskiden çocukluğumda beni ava götürmen için ağlardım saatlerce ama sen hep habersiz giderdin.”
“Evlat, erken giderdim. Sen çok güzel uyurdun, uyandırmaya kıyamazdık annenle. İstersen şimdi gidebiliriz.”
“Artık çok geç.” dedi Yalçın, üzüntüyle.
Sonra baba oğul kulübeye girdiler. Birlikte akşam yemeği yemediler. Uzun uzun eski günleri andılar. Daha önce hiç konuşmadıkları şeyleri konuştular. Bir arkadaş gibi. Karşılıklı sigara içtiler sonra. Soba sönmek üzereyken Yalçın, uykuya daldı. Güven içinde, eski günlerdeki gibi, çocuk gibi, kendini koruyan ve seven bir ailenin varlığını hissederek…
Sabah erken uyandı Yalçın. Gece kanepede sohbet ederken sızmıştı. Babasına seslendi ama ses gelmedi. Kalktı ve kulübenin içinde dolandı. Verandaya baktı. Kimse yoktu Babası gitmişti. Tanrım, neler oluyor? diye düşünmeye başladı. Kulübe çevresini dolaştı. Kimse yoktu. Hayal miydi hepsi? Deliriyor muydu yoksa? Yolunda olmayan bir şeyler vardı.
Aradan üç gün geçti. Her sabah daha erken uyanıyor, uzun yürüyüşlere çıkıyordu. Bir ihtimal, silah sesi duyarım, belki babamı görürüm diyerek kulak kabartıyordu doğaya. Ancak rüzgar ve ağaçlar vardı sadece.
Günler geçtikçe Yalçın’ın ruh hali değişmeye başladı. Sabit bir noktaya bakıyor saatlerce o noktayı izliyordu. Antenin bataryalarını kontrol etmeyi bırakmıştı. Ne köye iniyor ne yürüyüşlerine çıkıyordu.
Bir gece yağmur yağıyordu. Fırtına vardı. Gök gürlüyor şimşek çakıyordu. Bir tufan başlıyacaktı sanki. Elektirik yine kesikti. Yalçın, soba başında oturmuş kapıya bakıyordu. Sonra bir silah sesi duydu. Hemen ayağa fırladı. Kapıyı açtığında güçlü rüzgar ve yağmur damlaları çarptı yüzüne. Verandaya çıktı. Şimşek çakıyor gökyüzünde karanlık bir bölgeyi kısa süre aydınlatıyor, sonra daha uzak bir noktayı aydınlatıyordu. Fakat kimse yoktu. Sonra bir el silah sesi daha geldi. Bir kadın çığlık attı. Zifiri karanlıkta hiçbir şey göremiyordu Yalçın. Fenerin gücü geceye azdı. Bir şimşek daha çaktığında kulübenin elli metre önündeki ağaçlar arasında gölgeler belirdi. İnsanlar vardı orada ama sürekli hareket ederek yer değiştiriyorlardı. Bir süre sonra Yalçın, bu insanların kulübenin etrafını sardığını fark etti. Hemen içeri girdi ve kapıyı kilitledi. Bu sırada silah sesleri hiç susmadan devam ediyordu. Sanki bütün gürültü beynindeydi. Katlanılmaz bir ses duyuyordu. Yüzlerce insan aynı anda konuşuyor, kahkaha atıyordu.
Hızla duvardaki anahtarı aldı, çekmeceyi açtı. Kutu içindeki silahı çıkardı. Altı mermi doldurdu altıpatların içine. Sonra tekrar çıktı verandaya. Sesler ve gölgeler oradaydı. Giderek yaklaşıyorlardı. Yalçın, silahı doğrulttu karanlığın içine ve bağırmaya başladı.
“Korkmuyorum sizden! Gelin ve hak ettiğinizi alın!” dedikten sonra tetiği çekti. Arka arkaya altı el silah sesi geldi. Mermiler bitince, Yalçın tekrar içeri kulübeye girdi. Tekrar doldurdu silahı ve karanlık kulübede oturup gelmelerini bekledi bilmediği ve göremediği seslerin.
Ahşap kulübenin kapısı titremeye başladı. Kapının arkasında on kişi varmış, kapıya yükleniyorlarmış gibi ahşap kapı içeriye doğru esnedi ve sallanmaya başladı. Yalçın, beş el ateş etti. Kurşunlar kapıyı delerek geçti. Son kurşunu kalmıştı. Sonra fişten çekilmiş bir radyo gibi sustu her şey. Yağmur, gökgürültüsü, rüzgar, sesler her şey…
Yalçın, uyandığında gün ağarmak üzereydi. Güzel bir parfüm kokusu aldı. Aşık olduğu ilk kadın Aslı’nın parfümüydü bu. Oturduğu sandalyeden kalktı, silahı masaya bıraktı ve yüzünü yıkamak için tuvalete girdi. İçeriden çıktığında misafirleri vardı. Öylece durdu kulübenin ortasında ve baktı, kanepedeki babasına, annesine, dedesine, ninesine… Ölümüne tanık olduğu bütün akrabaları odadaydı.
Söyleyecek fazla bir şey yoktu. Son sözü babası söyledi. “Evlat, hadi gidiyoruz. Seni almaya geldik.” dedikten sonra günün ilk ışıkları pencereyi geçip kulübeyi doldurdu…
Jandarma üç gün sonra buldu Yalçın’ın cansız bedenini. Sandalyede oturuyordu Yalçın. Elinde boş silah vardı. Son kurşunu kendine saklamıştı. Tutanak tutuldu. Daha önce yapıldığı gibi. İntihar toplumda kolay kabul edilir, unutulurdu. Aranacak bir fail yoktu. Uzun süre boş kalacaktı kulübe. Ve istasyon geçici olarak kapatıldı.
Üç yıl sonra beyaz minibüs içinde genç bir delikanlı oturuyordu. Aracın şoförü gence baktı ve sordu:
“İstasyona mı?”
“Evet.” dedi, genç adam.
“Mühendis misin?”
“Evet, yeni mezun oldum.” dedi çocuk. Bunu söylerken sesi gururluydu.
O sırada arkada oturan köylü kadının sesi duyuldu.
“Daha önce biri intihar etti orada.” dedi kadın.
Çocuk kadına baktı. Anlamamıştı ne dediğini. Pek de oralı olmadı. Ve bozuk toprak yola baktı. Hava açıktı. Mayıs ayı için iyi sayılırdı.