- 820 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Hastanede Bir Gün
.
Kim görse “seni bu halde düşünemezdim” diyor,
sanki benim hasta olma hakkım yokmuş gibi.
Yoğun bakımda geçen üç günüm önemliydi tabi ki;
ancak tedavim sırasında çıkan omzumu fark ettiren
o deli ağrı ve sonrası, beni daha çok yordu.
Acil serviste üç saat uğraşılmasına rağmen;
yerine bir türlü gitmeyen omzum, narkoz altında istemeye istemeye
elli senelik kuytusuna oturtuldu.
Yine yerinden çıkar korkusuyla, tutturuldu gövdeme bandajla.
Kalmıştım tek ele ve kola.
Denilense, bu eziyet sürecekti, en az üç hafta.
Operasyonun ertesi günü, hastaneden çıkış işlemlerim yapılırken
tembihlendi kontrole gelmem, bir hafta sonra.
Huyumdu yaşamı ciddiye almamak ve ne olursa olsun
her şeyde gülünecek bir şey yakalamak.
Ancak bu kez durumum yabana atılacak gibi değildi.
Kabullenmek zor da olsa, bana yakıştırılmasa da
ölümün eteğine dek gitmiş, son anda vazgeçmiş,
geri dönmüş bir hastaydım.
.
Kontrole gideceğim gün “madem hastasın, herhangi bir hasta olup,
normal vatandaş gibi yaptır kontrolü” dedi aklım.
Bu; hastanede yardımcı olabilecek arkadaşlarıma rahatsızlık vermeden,
kendi haline bırakarak; bir sağlık çalışanı olduğumu saklayarak,
olması demekti her şeyin. Arkadaşımın yanına gitsem, anında biterdi işim.
Acelem yok nasıl olsa. Kolum bandajda olduğundan,
işime gidemiyor, bir iş de yapamıyorum.
’Emekli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısın sen,
ille birilerini rahatsız etmen, birilerinden ayrıcalık beklemen gereksiz’ dedi
aklım. Bu kez haklı bulduğumdan kızmadım aklıma.
Çoğunlukta kavgalı olurum onunla çünkü.
Ancak tek kolum ve elimle, yalnız başıma işlemleri yapamayacağımdan,
yanıma annemi de almak zorundayım.
.
Sıramızı alıp polikliniğin kapısı önünde beklemeye başladık.
Sadece yoğun bakımda olduğum sürede işlem yapmadan duran aklım
başladı işte yine çalışmaya:
“Neden kemik ölçümü de yaptırmayı düşünmüyorsun? ”
Bugün ikinci kez haklıydı aklım. Hayret edilecek bir şeydi bu kadar uyumlu olmamız.
“Neden olmasın? ” dedim.
Yaşamım boyunca bir kez yaptırmıştım. Onu da yaklaşık beş sene öncesi.
Ben aklımla konuşurken sıram gelmiş,
annem “hadi girsene içeriye” diye uyarıyor beni.
.
İçerde bir hafta öncesi acilde, üç saat boyunca
kolumu yerine takmak için uğraş veren hekim var.
Ancak beni anımsayamadı sanırım.
Yüzüme bakmaya gerek duymadan “evet? ” dedi
başı öne eğik. Bilirdim bunun anlamını
“derdin ne? ” ya da
“şikayetin mi var? ”.
Bir hafta önce omzumun çıktığını, operasyonla yerine takıldığını,
şimdi kontrol için geldiğimi söyledim. Ayrıca üç saat benimle
uğraştığından dolayı kendisine teşekkür etmeyi de ihmal etmedim.
Kendimi tanıtınca, şöyle bir baktı yüzüme,
ancak pek tanımış gibi değildi yüz şekli.
Eli uzandı röntgen istek kağıdına
“hangi koldu? ” sorusuyla birlikte.
“Allah, Allah gözü görmüyor mu? ” diye söylendi aklım.
“Sus” dedim,
“adamın öyle çok hastası var ki, bir de senin terbiyesizliğinle uğraşamaz.”
Susmaz ki!
Bu kez “söyle kemik ölçümünü” diye uyardı beni.
Çekinceyle;
“Doktor bey, kemik ölçümü de yaptırmamız mümkün mü acaba?” dedim.
Allah razı olsun, yanıt vermese de, kemik ölçümü için gerekli formu
doldurup uzattı elime. Soramadım nereye gideceğimi, daha fazla zamanını çalmamak için. Nasıl olsa dışarıda birilerinden öğrenirdim.
.
Haklıydım. Röntgen için kaydımı yaptırırken öğrendim,
kemik ölçümü yapılacak yerin nerede olduğunu.
Röntgen kaydımı yaptırır yaptırmaz, ardından ölçüm için de kayıt yaptırdım. Şimdi bir yerde röntgen sıramı, diğer yerde ölçüm sıramı beklemem gerek. Ancak iki yer birbirine yakın değil ve ben iki yerde olamam. Bir yerde beklerken, diğerinde sıram gelirse, adımın çağrıldığını duymam zor. Yine pratik zekam buldu çareyi. Annem röntgen sırasını beklerken, ben kemik ölçümü sırasında bekleyecektim. Karşıdan birbirimizi görüyorduk nasıl olsa,
adım çağrılınca annem bana işaret ederdi.
.
Beklerken, hastalarla, hasta sahipleriyle dostluklar başladı.
Halimi görenlerin bana çok acıdıklarını, yüzlerinden anlayabiliyorum.
Omuzdan bedenime sıkıca sarılmış; pamuk, gazlı bez, flasterler içinde
kocaman bir kol önümde. Gömleğimin bir kolu boş, düğmelerinin sadece ikisi kapatılabilmiş.
Soruyor meraklı biri:
“Geçmiş olsun, sizin neyiniz var, ne oldu? “
“ Doktorlar omzumu çıkardı (!) “
İnanmıyor, gülümser gibi oluyor
“Doğru, vallahi doğru” diyorum.
Bu kez merak daha da artıyor, bakışların hepsi bana çevriliyor.
“Allah, Allah nasıl oldu?” diyor daha meraklı biri.
“Doktorların belli olmaz ne yapacakları,
bir yeri düzeltirken diğerini bozar” diyor haksızca bir diğeri.
Hasta mı, hasta sahibi mi ayıramadığım,
biraz daha genç olanlardan geliyor “ha haa haa” gülme sesleri.
Biraz fazla gürültü mü ettik ne? Bir odadan, bir doktor çıkıyor,
ters ters bakıyor yüzüme. Utançtan kızarıyorum.
Bu arada iki tane mahkum hasta katılmış aramıza,
yanlarında dört askerle birlikte.
Meraklı bakışlar benden vazgeçmiş, onlara yönelmişler bile.
“Geçmiş olsun”
“Allah kurtarsın”
Yanımızdan şık giyimli, genç, güzel sayılabilecek iki bayan geçip
ölçümün yapıldığı bölümdeki kapıyı açıp, içeri dalıyor.
Bir süre sonra onlardan önce içeri çağrılan hasta, işi bitmiş olarak çıkıyor. Ancak uzun bir zaman geçtiği halde sırası gelen, yeni bir ad ünlenmiyor. Tabi içeriye yeni bir hasta da alınmıyor.
O da ne!
Az önceki şık ve güzel bayanlar, ellerinde ölçüm raporlarıyla çıkıyorlar. Arkalarından, yeni bir ismi çağırmak üzere görevli çıkıyor kapı önüne. Durabilir miyim şimdi ben, mümkün mü?
Ellerinde rapor sonuçları, gitmekte olan, şık ve güzel bayanları gösterip, soruyorum:
“Bağışlayın, bir şey sorabilir miyim? “
İsteksizce bakıyor yüzüme
“Buyrun?”
“Sıraları kaçtı bunların?”
“Burada sıra yok.”
“Biz neden bekliyoruz?”
“Adınız çağrılınca gireceksiniz”
“Neye göre ünlenecek adım, tombala mı çekiyorsunuz, kur’a mı?
Bekleyenler gülüşüyor.
Görevli kendince doğru ve mantıklı olan açıklamasını yapıyor:
“Onlar sabahtan gelip evraklarını bırakmıştı. Yukarda başka bir serviste de işleri varmış. İşlerini bitirip, geldiler. içeri alınmalarının nedeni bu.”
“Alınmadılar, girdiler. Üstelik içerde bir başka hasta varken”
diyerek düzeltiyorum görevliyi.
“Bundan sonra ben de kağıt bırakıp gideyim, çarşı, pazar gezeyim, canım isteyince gelir, ölçümü yaptırırım, olur mu?
“Neden olmasın?” diyor gülümseyerek.
Bir isim söylüyor, içeriye alıyor, daha fazla tartışmamak için.
.
Ardından benim adım ünleniyor.
Şaşırıyorum. Gerçekten sıra bana mı geldi, çekilişte mi çıktım?
Bilinmez. Belki korku.
Daha fazla kalırsam orada, iyice karışacak ortalık.
.
“Başın kapıya doğru, uzan”
diyor görevli yatağı göstererek
Uzanıyor, beklemeye başlıyorum.
İrkiliyorum çığlık gibi bir sesle:
“Aaaaaaa! Sizin kolunuz bağlı? “
“Evet? “
“Alçı mı? “
“Hayır, bandaj”
“Ama bununla omurları görüntüleyemem ki! “
“Daha önce kaydımı yaparken görmüştünüz beni,
niye o zaman söylemediniz? Neden bekledim?”
“Dikkat etmedim”
“Olsun” diyorum “Olsun, olsun üzülmeyin!
Olur böyle şeyler, insanlık hali. Tetkiki isteyen doktor da dikkat etmemiş, onun da gözünden kaçmış. Siz görünen kemiği tarayın yeter bana, fazlasına ne gerek yok.”
Başlıyor cihazı çalışmaya.
Görevli beni onaylarca:
“Kalça eklemleri en eriyen bölgelerdir, oralarda bir şey yok.
- Ya öyle mi? Ne kadar güzel bir haber bu böyle”
diyorum içim rahat etmiş bir durumda.
Ve devam ediyorum bilmişlikle:
“Kalçalarda bir erimenin olmaması demek, omurlarda da olmaması demektir. Aslında bu işi doktorlar yanlış yapıyor. Önce sadece kalça eklemleri bakılmalı, normalse diğer yerler taranmamalı (!)
Hem zaman kaybı önlenir, hem devlete daha az yük oluruz…
Tabi bir de sağlımız yönünden bir iyiliği olur, daha az yabancı ışın alırız. Ben çok şanslı bir hastayım, şükürler olsun.”
.
Gülümsüyor aklım:
’Bir daha gelecek olursan, doktor ne yazarsa yazsın,
önce kalça kemiklerini tarat. Eğer normalse diğerlerine gerek yokmuş bak.
“O zaman; o zamanki görevli, doktor bakalım ne diyecek bu buluşumuza! “ diye susturuyorum aklımı fazla gevezelik etmemesi için.
.
Annem hala röntgen sıramı bekliyor.
Eğer bana bir işaret yaptıysa, görememiş olabilirim içerdeyken.
Raporum elimde yanına gidiyor, oturuyorum bitişiğine.
Yok, daha film sıramız gelmemiş.
O anda gözlerim buradakileri dolaşıyor.
Bir beyefendiyle göz göze geliyorum. Beyefendi annemin koluna bakıyor:
“ Saat çok gösterişli, altın mı? “
Annem şaşırıyor. Biraz korkulu, biraz sert bir sesle yanıtlıyor:
“Hayır. “
“Aman, altınsa takmayın sakın, altın çok yükseldi. “
Bir başka hasta:
“Ya sormayın; tam altın alacaktım, bu hastalık çıktı. “
Bir diğeri:
“Belliydi böyle olacağı, Irak’ın petrolünden oluyor bunlar.”
“Hayır hayır Amerika’dan. Amerika bomba attı ya, ondan.”
……
Adım çağrılıyor, konuşmaları istemeye istemeye bırakıp, koşuyorum hemen. Aman sıram yitmesin, buraya kolay gelmedim ben.
.
Çekiliyor filmim.
“Geçmiş olsun, dışarıda bekleyin, adınız çağrılacak. “
“Neden? “
“Filmi almanız için. Ama eğer bugün yetişmezse, yarın sabah gelir alırsınız.”
“Ne kadar beklerim?”
“Bilemem.”
“Bugün olmayacaksa gideyim.”
“Belli olmaz dedim hanımefendi, akşam 05.00 e kadar olursa olur,
olmazsa yarına kalmış demektir.”
Anneme diyorum aynısını.
Annem “biz bekleyelim” diyor.
Haklı da. Belli mi olur, şans bu.
Aklım gülüyor “sağlığın üzerinde şans oyunu mu oynuyorsun? ”
“Sus sen, karışma! ” Ukala ya, duramaz karışmadan.
Bir açık buldu mu dalar hemen.
.
Saat 16.45.
Nihayet adımız ünleniyor. Alıyoruz filmi.
Koşar adımlarla çıkıyoruz bir üst kata, doktorum gitmeden yakalamak için. Polikliniğin kapısını çalıyor, çeviriyorum kolunu.
O da ne? Kilitli.
Yandaki kapıyı tıklayıp, içerden ses gelmeyeceğini umduğumdan,
beklemeden açıyorum. Yanılmışım, beyaz önlüklü biri karşımda.
Utanıyorum aceleyle daldığım için.
“Uzman olmasına az bir süre kalmış biri bu” diyor aklım.
Aklıma yanıt vermiyorum, şimdi onunla uğraşmanın sırası değil.
Doktor diye düşündüğüm kişi
“Yanlış geldiniz, yan tarafa.” diyor.
- Yan taraf kilitli, siz bakabilir miydiniz filmime?
Ne yazık ki bakayım diyemiyor, ancak yine de yanıt veriyor:
“Buyurun, buradan geçin.”
Allah razı olsun, tuttuğu altın olsun, filme bakmasa da
geçmeme izin verdi ya, yarın gelmekten kurtuldum.
Çok şükür doktorum yan taraftaki bölmede
bir ilacın tanıtımını yapan firma görevlisiyle birlikte.
Aslında biliyorum doktorum onu dinlemiyor,
ancak rahatsız edilmiş gibi bakıyor gözleri.
“Olsun” diyor aklım, ’utanmanın sırası değil şimdi, hadi göster”
Özür diliyor, filmi uzatıyorum.
“İyisin.”
“Doktor bey özür dilerim, bu sargı çok kirlendi, kokuyor da;
neredeyse on gün olacak, değiştiremez miyiz? “
“Olmaz.”
“Neden?”
“Omuz yerinden oynayabilir. “
“Peki efendim. Yine bağışlayın lütfen, ben bugün, buraya neden geldim?”
“Kontrol ettik. “
“Neyi? “
“Omuz yerinde mi”
“Allah Allah! Omuz kaçacak mıydı” diyor aklım,
ama boş bulunuyor dilim:
“Ters bir görüş bu doktor bey, yerinde tabi ki.
“Omzum çıksaydı, o ameliyata alındığım gün gibi, şu an ağrıyla kıvranmaz mıydım? “
“O kadar basit değil bu işler. “
“Böyle daha ne kadar kalacağım? “
“Haftaya cuma yine gel. “
“Ben şehir dışından geldim, o gün de film çekilecekse buraya gelmeden çektirsem, oradaki doktor arkadaşlara göstersem olur mu? “
“Olmaz. Buraya gelmeniz gerekiyor. “
“O gün ne yapacaksınız, kolum, omzum, sargım açılacak mı?”
“Açıp değiştirebiliriz, onu o an düşüneceğiz, ama bil ki kolun serbest kalamayacak. Yeni, başka bir bandaj ya da başka bir şey olabilir. “
“Ne yapılacak? Buraya gelmeden başka bir hekim onu yapamaz mı?
“Çok meraklısın! “
“Öyleyimdir. Can benim canım, acıyı çeken de bendim.
Yaşama beni geri döndüren arkadaşlarınız sayesinde
sakat bir omuzla kaldım. “
Kızgın ve delici bir bakış içime doluyor.
Biraz haksızlık, biraz saygısızlık yaptım galiba.
Normalde böyle değilimdir, sanırım hastalığımın verdiği sıkıntıdan böyle davrandım.
Utançla özür diliyorum.
Buna karşılık veriyor doktorum:
“Ben senin iyiliğini düşünüyorum, sen beni anlamak istemiyorsun.”
“Özür diliyorum, bağışlayın. Hasta ruh hali işte. “
Her şey için teşekkür edip dışarıya çıkıyorum.
.
Geveze aklım yine başlıyor konuşmaya:
“Doktor beyin aklına gelmedi kemik ölçümüne bakmak,
sen niye göstermedin? ’
Kızıyorum “sen susmayı ne zaman öğreneceksin? ”
O kadar uğraş, emek verilerek çekilen kemik ölçümünün sonucunu
gösteremeden geliyoruz eve.
Olsun, kalça eklemlerim normal, göstermeme bile gerek yok.”
diyerek rahatlatıyorum kendimi.
Unutmazsam cumaya gösteririm belki.
“Cuma günü ayın kaçı? ” diyor aklım.
Takvime bakıyorum “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı! “
’Hastanede poliklinikler açık mı acaba? ’ diye
aklımdan önce ben soruyorum ona.
“yok, değildir”
“yok, açıktır”
“yok, değildir”
“yok, sen bir gün önce perşembe git”
“yok, olmaz, bu kez erken derler, bakmazlar”
“pazartesi mi gitsem? ”
“yok, olmaz geç olur”
“öf ya, daha beş gün var önümde
şimdi bunu düşünmenin sırası değil”
“Sus, sus, sus ve uyu en iyisi ”
Nasıl?
Bozuk bir kafa, yamalı bir kalp, sakat bir omuzla kolay mı? ’
.
Harelenir acılar, dayanamam
Islaklık dolar göz vadilerime
Taşmak ister, akmak ister
Yutkunurum,
.
Akılsız aklım durmaz
Hisleri dokur tezgahında
Yorulmaz
Sevgiyi bereket tarlasına eker
“Ben” diye
Başakları derler, harmanlar
Gönül ambarlarıma taşır
Bilirsin işte
.
Avuç avuç esin olurken
Us diyarlarım, der ki;
İyi ki varım sende,
Yoksa nasıl uslanırdı,
Sen gibi bir deli?
Uçlarda gezerken düşerdin
Gerçek yarlarından,
Haksızlık uçurumlarına
.
İşsiz kalmış felek gülerek baktı
Yorgun yüreğime kancayı taktı
Ardından omzumu çıkık bıraktı
Açılmıştı o an acı kafesi
.
Yoğunda doktorlar çaresiz şaştı
Suskun gülüşümden kalan tek yaştı
Çağrılan umudum dualar aştı
Bestelensin derken dönüş güftesi
.
Anılar canlandı bir bir döküldü
Karşımda Azrail hırsla dikildi
Yaşam defterime tekrar bakıldı
Dendi ki ’al hadi, son nefesini’
.
Başıma toplandı bütün sülalem
Hazırdı çelenkte güller ve lalem
Ömrümden silerken üç, beş yıl kalem
Yaşıyordum ölüm arifesini
.
Öğrendim yaşama tekrar doğulmaz
Yazgıysa inatçı, başı eğilmez
Dünya benim olsa hiç değişilmez
Yok olduysa uğrun, umudun sesi
.
16 Şubat 2007
Nesrin Göçmen