MELLOMERT
Çoban düzünde beş çocuk elindeki çelikleri çizdikleri çizgiye doğru atıyorlar. Ardından hep birlikte çizgiye doğru koşarken yaygara ile galip gelmek için bir ağız kavgası başlıyor. “Bak ben daha yakınım,bak bir parmak ilerideyim oğlum ,sıra bende,valla şerefsizim buraya düştü,iki gözüm çıksın” diyerek diğer çocukların onayını aldıktan sonra usta maharetiyle oyuna başlıyordu..
Uçları ters, verev kesilmiş ağaç parçasına “mellomert” diyerek havaya zıplatıp, havada iken bir kez daha vurup oyun bölgesinden uzaklara göndermek istiyor. Ama oyun heyecanının verdiği atikliği yapamayarak çeliği yere düşüyor. Birinci atak ne yazık boşa gitmiştir. Dilini dişleri ile sıkıp üst dudağına değdirerek ikinci sefer “sellosert” deyip tekrar deniyor. Ama yine denk getirememiş olacak ki iki metre öteye düşüyor çelik. Dört vuruş hakkı var. Daha “bir iki cum” da sıra bu sefer yirmi metre öteye gidiyor oyun aleti. Ardından “Bir kara sünnet” diyerek uzaklara atmayı bir daha deneyip çelik konan taşlara doğru mesafeyi adımlanmaya başlıyor. Bir, iki, üç… Kırk beş, kırk altı, elli dendiğinde diğer rakiplere bir puan (kumbah)galip gelmiş oluyordu.
Ali Kemal’in Killik Deresinin yatağında yaptığı küçük su birikintisinde kuzuları yıkamış akasya gölgesine öğlen sıcağında yatırmıştı. Sabahtan beri kuzuları otlatırken yalnız başına canı da sıkılmıştı. Su kanalı kenarında kendi kendine evcilik oynamış karıncalar karşıya geçsin diye ağaçtan köprü yapmıştı. Bir saattir onları seyrediyordu. Yemeğinin artığından yere dökülen bir tandır ekmeği parçasını taşıyan karınca dikkatini çekmiş, epeyce seyrettikten sonra kıyaslamanın tersliği aklını karıştırmıştı. Nasıl götürüyordu bu kadar büyük şeyi? Gökyüzünde ince bir çizgi bırakarak giden uçakta öyle değil miydi? Büyüyünce mutlaka pilot olmalıydı. Gökyüzünden aşağılara bakmak çok farklı bir şeydir. Hatta “insanlar şu karıncalar kadar görünüyordur belki” diye düşündü. Yuvasına daha rahat gitmesi için yolundaki küçük ot parçalarını temizleyerek karıncalara yardımcı oldu. Ekmek bohçasındaki kırıntıları yuvanın kenarlarına döktü.
Dün mellomert oynamak için sözleşip beklediği arkadaşları Fırat‘ta ki yüzme işini bitirip hala gelmemişlerdi. Bazen onlar böyle geç kaldıklarında meraklanıyor, başlarına kötü bir şey geldi sanıyor, onları kaybetmekten korkuyordu.
Lakabını ona Çoban İbrahim takmıştı. Beraber Hayvan Otlatırken, çok güzel keçi yavrusu sesi taklit ettiği ve kayaların en çıkılmaz yerlerine çıktığı için ona “Gidik” ismini takmıştı. O da bazen muziplik olsun diye mahallede evlerin kapıları önünde bu taklidi yaparak hane halkını telaşa düşürür, sesi duyan “gız goşun, anam sahipsiz bir gidik var ortalıkta şimdi bütün bostanların anasını ağlatır” der hemen haneden koşturmalar başlardı.
Aşağı dere boyundan birileri ona lakabı ile sesleniyordu: “laaa gidiiiik nerdesin?” Kuzuların az ötesinde yan gelip yatmış kangal köpeğinin tepki vermeden gelen sesin yönüne bakıp, tekrar uyuklamasından seslenenlerin arkadaşı olduğunu anlamıştı. Hemen yolun kenarındaki yarı kesilmiş ceviz kütüğünün üzerine çıkarak gelenlere orada olduğunu: “buradayım laooo” diye seslenerek haber verirdi.
İnşallah gelirken Gartogil’in bahçesindeki sarı elmadan yolmuşlardır dedi, kendi kendine. Annesinin sabahtan arkadaşları da yer diye bohçasına çokça koyduğu tandır ekmeğinden,küçük plastik kutuda da yetecek kadar tulum peyniri kalmıştı.. İsli demliğin altına iki çırpı atıverdi.. Gelenlerin fazla yüzmekten dişleri birbirine vurduğunu biliyordu. Sıcak çay onlara çok iyi gelecekti.
Yaklaşan arkadaşlarının üzerlerinde hala ıslak fanila vardı. İçinde su kalmış kara lastikleri yürüyünce acayip sesler çıkartıyordu.” Çay var mı, lan gidik çay.” diye sordu, en önde geleni; var cevabını aldıktan sonra oda onun sırtına vurarak kadirşinaslığını göstermişti. Öbürü koynuna doldurduğu sarı elmaları vererek “Lan oğlum, sana elma getireyim diye az kalsın ağaçtan düşüyordum. Bak elma ağacının budağı, baldırımı ne yaptı?” deyip bacağındaki az kanlı çizintiyi gösteriyordu. Ali Kemal, arkadaşının ensesine elini atıp elense çeker gibi yaparak:“Sağ ol” dedi içi acıyarak. Yara derindi, ısırdığı elma boğazında düğümlendi. Babaannesinden öğrendi kadarı ile iyi geldiğini bildiği hemen yanı başında su kurunu nun kenarından bir yarpuz yaprağı koparıp yaranın üzerine koydu. Arkadaşının yüzündeki minnet gülümsemesinden utanıp gözlerini kaçırdı.”Bu yaralar sana vız gelir oğlum “dedi.
Anlattıklarına göre bugün öğlene kadar şenlik yapmışlardı Fırat’ta. Halanın taşından balıklama atlamışlar, Taşdibi çalganında grup olmuş da, Sultan Melik Köprüsünden Postu Çayına kadar, suyun içinde gitmişlerdi.
Gâvur kalesinde çivileme en yüksek noktasından atlamış, biri diğerini suya basmıştı. Az kalsın nefesi kesiliyormuş… O da bu yüzden karşıya geçmesi için lastik şambeli vermemiş, adanın karşısında yalvartırmış onu. Türbeyi gelip ziyaret edenlerden birisi serinlemek için girdiği suda boğulup aktığını, jandarmalar söylediklerinde keyifleri kaçmıştı. Sudan erken çıkmışlardı.
Sıcak çay ile su yorgunu ve üşümüş bedenler açlığını giderirken, o da arkadaşlarının gelirken derenin içinden Mellomert için getirilen, yılgın ağacının uçlarını bıçağı ile yontmaya başlamıştı.
Tepenin gölgesi Çoban düzlüğünün yarısını kaplamıştı. Kuzular, grup olduğu yerden çözülmüş otlamaya başlamışlardı. Ali Kemal, yerinden fırlayıp “Hadi oğlum akşam oldu, güneş aştı. Mellomert oynamayacak mıyız bugün?”dedi ve çelik taşına yöneldi. Oyuna öyle dalmışlardı ki biraz önce Fırat’ta boğulan kadının cenazesini götüren askeri araba bile dikkatlerini dağıtmadı.
Mellomert, sellosert, bir iki cum, bir kara sünnet… Anlamsız kelimelerde, ne dostluklar, ne sadıkanelik varmış meğer.
Faruk KÜÇÜKTAŞ
YORUMLAR
KEMAH_LI
işte gerçek arkadaşlıklar böyle olsa gerek..
şimdiki çocukla çocukluklarını yaşıyamıyorlar bence..
bizim zamanımızda her şey ne kadar duru ve aynı zamanda kıymetli olurdu...
sizi okumak çok güzel..lütfen daha sık nesir yazın..
selamlar dost kalem..