- 2091 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
25 Kuruşluk Bir Bardak Çay Uğruna
1972 yılında Devlet Parasız Yatılı sınavlarını kazanarak İlimize bağlı Ereğli İlçesinde bulunan İvriz İlköğretmen Okulunda ortaöğrenimime başladım. Mezun olduğum 1978 yılına kadar, yani 6 yıl süresince 8 ayım Ereğli’de, 4 ayım Seydişehir’de geçiyordu. Seydişehir dedimse, İlçemize bağlı küçük köylerden olan Oğlakçı’da, babamın işlerine yardımcı olarak geçiyordum yaz tatillerimi.
1974 yılıydı sanırım. Aylardan Ocak ya da Şubat’tı. “15 tatile”, bir başka deyişle de “Şubat tatiline” gelmek üzere Ereğli’den ayrıldım. O gün Ereğli’de hava günlük güneşlikti. Üzerime ince bir şeyler giyinmiştim. Başka da bir giyeceğim de yoktu zaten. Mevcut olanlardan, yani okulumuzun yatılı okul olması sebebiyle devletimizin bize vermiş olduğu takım elbise, ayakkabı çorap ne varsa giyinip öyle çıkmıştım yola. Ereğli’den çıkıp, önce Konya’ya, Konya’dan da bir başka otobüsle Beyşehir üzerinden Seydişehir’e gelinirdi o tarihlerde. Seydişehir’de akşama kadar bekler, akşam olunca o zamanki sıfatıyla, Çavuş Köyü otobüsüyle Çavuş’a, oradan da 7 kilometrelik mesafeyi gece ya da gündüz demden Köyümüz Oğlakçı’ya yaya olarak ulaşırdık.
Seydişehir’e geldim gelmesine ama otobüsten iner inmez yüksekliği diz boyuna kadar ulaşmış olan bir kar tabakasıyla ve çatılardan aşağıya sarkan buzlarla, dolayısıyla şiddetli bir ayazla karşılaştım. Küçücük valizimi alarak şimdiki Maviköşe Bakkaliyesi’nin hizasında bulunan kahvehaneye girdim. O zaman, o kahvehaneyi kimin çalıştırdığını da çok iyi hatırlıyorum ama burada isim vermeyeyim çünkü o tarihte orada çalışan garson Beyefendiyi hala şiddetli bir öfke ile yâd ediyorum. Kahvehaneye girdim ve sobanın yanına iliştim. Dışarıda çok üşümüştüm. Sıcak soba çok iyi gelmişti. Dışarısının çok soğuk olması hasebiyle kahvehane tıklım tıklım doluydu. Sigara dumanından göz gözü görmüyor, içerdeki uğultu kulak zarını patlatacakmışçasına şiddetli bir şekilde devam ediyordu.
Beş dakika ya oturdum ya oturmadım elindeki tepisiyle Garson Bey omzumdan dürtüklemeye başladı. “Hışşt ne içecen lan?” diyerek kibar(!) bir şekilde sordu bana. Cebimde sadece Çavuş’a giden otobüse vereceğim bilet parası kadar bir param vardı. 25 kuruş çay parası versem yol param eksilecekti. Utana sıkıla, ürkek bakışlarla garsona dönüp; “abi ben bir şey içmeyeceğim” diyebildim. Dememle birlikte; “kak ülen burası söğüt gölgesi değil, kalk çık dışarıya, bir şey içmeyeceksin de ne deyi durun burada?” diyerek beni “palaz pandıras” attı dışarıya.
Elimde valizimle en az üç saat boyunca Çavuş’a gidecek olan otobüsü bekledim kahvehanenin önünde. Ayağımda kösele ayakkabı, içinde naylon çorap, üstümde incecik bir boğazlı kazak, üstünde kumaş ceket pantolon öylece ve geleceğe yönelik türlü hayallerimle birlikte üç saate yakın bir zaman ayaklarımı bir birinin üzerine koyarak kar ve buzun içinde öylece bekledim.
Benim o halim kimsenin dikkatini çekmedi. Nasıl bir ruh halinde bulunduğum da kimsenin umurunda bile olmadı. Ama o durumum benim çok umurumdaydı. Yaşadığım o olay ve ona benzer binlerce olay hayatımın yönünü gösteren yön levhaları gibiydiler.
O gün Çavuş’un otobüsüne binip Önce Çavuş’a gittim. Çavuş’ta birkaç köylüm ile karşılaştım. Onlarla birlikte bir traktöre binip yarım metreyi aşkın karın içinde, traktörün soğuk demirlerine tutunarak Gavruk Yaylası’nın karşısına kadar gittiğimizi hatırlıyorum. Sonrası ise benim için dünya ile alakamın kesildiği anlardı. Traktörümüz orada kara saplanıp kalmıştı. “Ölürüm de gitmem” diyordu sanki. İyi ki de gidememişti. Çünkü traktörün rüzgârı ve soğuk demirleri, zaten vücudumun donmasına zemin hazırlıyordu. Benim için tehlike çanlarının çaldığı anlardı o anlar. Sadece traktörden indiğimi hatırlıyorum, bayılmışım. Sonrasında, uyandığımda sağımda solumda birer kişinin beni adeta sürükleye sürükleye yürütmeye çalıştıklarına şahit oldum. Biraz yürüyünce vücudum ısınmış ve kendime gelmiştim.
O anki kar kalınlığını tarif etmemin imkânı yok. Hani şimdilerde “nerde o eski kışlar?” diye sorulan soruların cevabı gibiydi ortalık.
O şekilde ve uzaktan gelen kurt sesleri eşliğinde köye ulaştık ve meşe odunuyla “kütür kütür” yanan sobanın başına kıvrılıp kaldığımı hatırlıyorum. Sonrasında benim hatlar yeniden kopuvermişti. Meğer soğuk bir ortamdan sobanın yanına alıştıra alıştıra girmek gerekirmiş. Her tarafımın tatlı bir kaşıntı içinde olduğu bir ortama yeniden uyandım ve 15 yaşımın hem de 4 aylık bir özlemin rehavetiyle anama, babama ve kardeşlerime nasıl bir özlemle sarıldığımı ve bu yaşadıklarımın tamamının her yıl tekrarlanan ve artık sıradan bir olay olduğunu çok iyi hatırlıyorum.
Şu an yani 33 yıl sonra bugün, sanki o olayları yeniden yaşıyormuşçasına aynı duygularla dopdoluyum. Bu duygularla dolu olarak da hikayeye noktayı koyuyorum.
YORUMLAR
İnsan bu su misali diyor ya üstat akıp gidiyoruz işte ama geride bir şeyler kalıyor akıp gitsekte...
Yokluk var ya yokluk, yokluk kapıya bacaya konacak şey değil dermiş büyük ninem.Her talebe yaşamıştır muhakkak bu tarz şeyler.Dar gelirliysen, okuyorsan illa ki oluyor böyle şeyler. Anlatım mükemmeldi. Unutmak diyorum ama unutulmuyor işte iyi ki sonu hayırlı bitmiş selamlar saygılar...