- 3202 Okunma
- 14 Yorum
- 0 Beğeni
Kara Kalem Günlükleri
Can Atilla ve Rumeli Hisarı’nın Yapılışı... İlhamsa; bu’dur ilham veren her duruma...
Bu yazının bir adı, bir türü ve bir cinsiyeti henüz yok. Annem hep derdi ki; ’samimi olmak en doğrusu... İçten ol, dürüst ol. O zaman hayatın sana açamayacağı kapı yoktur.’ Aslında yalan söylüyorum. Annem öyle bir şey söylemedi. Belki de söylemiştir, hatırlamıyorum ama söylemediyse bile bu felsefeyi annemin düşünmüş olmasını dilerdim. Şimdi yine her zamanki şaşkınlığımla dürüst ve samimi olmayı deneyeceğim. Çünkü elimde daha iyi bir kozum yok ve daha şahane bir yanılgı edinemedim henüz.
Yazmaya yazmaya delirdiğimi düşünebilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız. Bence yazmamak da, en az yazmak kadar delice bir şey. Bunu bire bir yaşadım desem yeridir. Ailesel olduğunu düşündüğüm dertlerim, baharatların olduğu rafta depresanlarım ve tezgahta dünden kalmış bulaşıklarım var. Tipik bir kadınım ben. Dağınık ve sıradanım. Kahveyi çaydan daha çok sevdiysem burada bir mantık hatası var haklısınız. İroni yapacak halde de değilim üstelik. Bir sigara daha yaktım şimdi. Şairin dediği gibi; ’yaşanmışlıklara, yaşanmamışlıklara ve hiç yaşanamayacaklara’ keder niyetine olsun bu sigara da...
Evet ne diyordum... Nedense içimden bu yazıyı San Fransiskolulara (nasıl yazıldığını bilmiyorum, okuduğum şekliyle yazmak istiyorum. Biliyorsunuz yabancı dile vakıf değilim ve yazım kuralına bakamayacak kadar üşengecim bu aralar, ’hatta vakıf kelimesinin içerisindeki ’a’nın üzerinde de şapka olması gerekiyordu lakin buna takılmıyorum. Lakin de de şapka olmalıydı.. Neyse..), Bedevilere ve Afrika’daki çıplak ayaklı çocuklara ithaf etmek istiyorum. Biliyorum umurlarında bile değilim. Ama kim bilir, birgün belki olurum...
Haa bir de; Frida ve Diego var elbette. Bu yazının, tam da bu yazdığım satırlarında ikisi mutlaka olmalı. Onlar idolüm. Frida’nın Diego’ya yazdığı ’Senden Neden Vazgeçtim’ine bir gönderme de ben yapmak istiyorum. Frida’nın vazgeçiş nedenlerini okuduğumda, hayır! dedim. Çünkü içimde bir şeyler sızladı. Çünkü yazının sonunda Frida şöyle diyordu;
’Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.’
Frida Diego’yu sevmekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Diego’da Frida’dan caymadı hiç... Aslında Frida vazgeçişini değil, vazgeçemeyişini anlatıyordu. Öyle çaresiz bir haldeydi ki, içindeki ayaklanmayı bir türlü izah edemiyordu. ’Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.’ derken, aslında birçok şey söylemeye çalışıyordu. İnsan kötü günler geçirir ve sevdiklerini o an yanında ister. Yanında olsalar dahi, hiçbir zaman tam anlamıyla yeterli gelmez varlıkları. Bir bebek gibi ilgi isterler kötü anlara gark olduklarında... Tıpkı bunun gibi, Frida da yanımda değildin derken, aslında hem sitem, hem özlem, hem ona ne derece değer verdiğini anlatmak için, kırgınlığını başka türlü izah edemediği için, kafi derecede doğru cümle bulamadığı için öyle söylüyordu aslında.
Bu kadar yetenekli insanlar bile tek bir his uğruna darma dağın olabiliyor. Evet Frida, neden bir türlü bu cerahatli aşktan kurtulamadığını yazıyordu. Yazıyordu, çünkü başka düşündüğü bir şey yoktu. Yazıyordu, çünkü Turgut Uyar’ın dediği gibi; ’başka türlüsü güçtü’. Canını Diego’dan daha ustaca acıtan bir adam daha tanımamıştı. Acısını seviyordu. Onu acıtmayı seviyordu. Daha mühim bir saçmalığı yoktu hayatta. ’Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.’ diye feryat ediyordu adeta. Çünkü ondan başka kimse ağrısını dindiremiyordu... Onların aşkının en acıklı tarafı, bana kalırsa birbirlerine bunca tutku, bunca kibir, bunca sevgi ve inanılmaz bir yetenekle ilham veriyor olmalarıydı...
Yazımın bu kısmında sezdiğim kısa bir hikayeyi anlatmak istiyorum. Sezdiğim dediysem, öyle işte... Bu kısmını anlamasanız da olur... Fazla detaya lüzum yok, yalnızca anlatmak istiyorum... Hikaye bir oğlanla bir kızın arasında geçiyor. İlk buluşmalarında yaşadıkları absürük bir durum söz konusu. Oğlan ve kızın yaşadıkları birkaç saatin kısa özeti...
Oğlan buluşma yerinden alıyor kızı. Planladığı süprizin gerektirdiği üzere, allayıp pullayıp gözlerini bağlıyor kızın, elinden tutuyor. Bir çocuk oyunu kuruyor aklında. Mavi bir göl var geçmişte bir yerde bıraktığı. Oraya götürüyor sevdiğini. Vardıklarında hesaba katmadığı bir şey karşılıyor onları. Göl buz tutmuş. Bembeyaz... Üzerinde incecik bir sis... Oğlan kızın gözlerini açıyor usulca. Kız büyüleniyor... Oğlan maviliği göremediğinden hayal kırıklığına uğruyor. Yine de buruk buruk gülümsüyor. Kız, gördüklerinden mutlu ve biraz hüzünlü gibi... Kalpleri buz tutmuş insanlar geçiyor akıllarından. Hüzünle dalıyorlar beyazlığa...
(biliyorum siz böyle okurken manasız geldiğini, ama tam da böyle oluyor)
Buzdan gölün orta yerinde birkaç genç ve ellerinde bir bidon. Az sonra gölün üzerine dairesel aralıklarla döktükleri benzini ateşe verip kıyıya koşuyorlar. Kız oğlanın omuzuna dokunuyor. ’Bak!’ diyor... Göl yavaş yavaş çözülüyor.. Beklenilen koyu mavilik parıl parıl parıldıyor. Tıpkı sevgi içmiş kalplerin çözülüşüne benziyor. Oğlanın gözlerinden yaşlar süzülüyor. Kız eğilip oğlanı öpüyor... Herkes rüyadan uyanıyor. Hayat olmadık bir melodide raks ediyor, çember daralıyor... Güneş deliriyor... Yağmur susuyor... Toprak, toprak kokuyor...
(hiç beklemeyin, sonu mutsuz bitmiyor)
Yazımın bu kısmında düzenli aralıklarla ve sürekli gel git kıvamında aklımı zorlayan buhranlarımdan söz etmeliyim. Bazen acayip şeyler hissediyorum. Düşüncelerim çıldırmış gibi... Kader... diyorum... Nasıl oluyor sahi? Kader; ’İyiliği seçtiğinizde iyi olan yolun, kötülüğü seçtiğinizde kötü olan yolun kolaylaştırılacağı’ diye açıklıyor. Sorgulamalarım orada tıkanıyor. Her şey öylesine açık ki... Seçimlerimiz ve kararlılıklarımız belirliyor kaderi. Bankada ölen o adam, su faturasını yatırmak için orada olsaydı keşke...
Fakir bebeğin içemediği sütü, zenginin köpeği içiyorsa; bana adaletten bahsetmeyin...
( p.samuelson )
(bu sözün konuyla alakası yok, ama o an vardı)
Tekvir Sûresi... Şimdiye kadar işlediklerimiz içerisinde en zorlandığım... Çünkü kıyametten söz ediyor. Kıyamet! Yani; ’geri dönüşü olmayandan...’
’Bizim zamanımızda gelinler kayınbabalarının yanında zeytin yiyemezlerdi’ diyor.
’Neden!’ diyorum. ’Öyle şey mi olur!’
’Zeytin çatalı batırdığında kayınbabaya sıçrarsa büyük saygısızlık olur’ diyor. Böyle bir şeyi ilk kez duyuyorum. Zeytinle saygı mı olur efendim...
(bunun da konumuzla alakası yok, zaten ortada konu da yok... aklıma geldi anlatıyım dedim, maksat samimiyet :) )
Durup yatışmayı, biraz sakinleşmeyi umuyorum. Ne karga olabiliyorum, ne de tarladaki korkuluk. Öyle ıssızım ki, soluğumu duyuyorum. Uyan! diyorum; gafletten. Uyan ey ölüm. Kederden tanınmayacak haldeyim. Her yeni gün biraz daha tükeniyorum. Yanımda yoklar. Yoklukla imtihan oluyorum. Sesleri duyamıyorum. Tesellileri işitemiyorum, düşsel yardımları geri çeviriyorum. Adımlarım boşlukta sallanıyor, koşmalarım boşluktan yuvarlanıyor, durmalarım boşluğa devriliyor... Ben kibirli miyim? Allah’ım sen beni bu habis histen koru! Neyse..
Yazdıklarımı siliyorum. Silinmeyenler sizde kalsın istiyorum. Acıyı büyütmeliyim galiba. Yazmak böyle gerektiriyor kanımca.
Koluma yazdığım cümleye takılıyor gözüm. O da yavaş yavaş silinmeye başlamış. Unutmamak için yineliyorum;
’Allah’ım benim kalbimi de yıka!’
’Allah’ım benim kalbimi de yıka!’
’Allah’ım benim kalbimi de yıka!’
Bu bir dua... Şimdiye dek en içten dilediğim, okuduğum dua... Çok ağlıyorum o sıra...
Leyl.. diyor... Ondan önce; ’nereye gidiyorsunuz?’ ’Öyleyse nereye gidiyorsunuz?’
Öyleyse nereye gidiyorum sahi?
Aidiyet bir imtihan mı? Bir intihar mı? Benim sınavım bu mu? Ben kimseye ait olamam, kimse de bana olmasın. Sizi kırdımsa, mutlaka kırmak istememişimdir. Biliyorum. Biliyorum ben berbat bir insanım. Biliyorum ben berbat bir insan değilim. Bedbaht insan soyundan geliyorum..
Beni merak mı ediyorsunuz? Beni tanımak istediğinizi sanmıyorum! Ben vahşi bir kurt oluyorum geceleri. Geceleri kalbimi yiyorum! Yiyorum da bitmiyor.. Elim yüzüm kan içinde... Bir kuyuya atsınlar beni, ipsiz, merdivensiz... Bir ömür sızlansam oracıkta... Bu sıkıntı çöplüğünün yığınları arasından sıyrılamıyorum. Sanki son günlerin demindeyim, sanki kötü haberim yakın...mış gibi hissediyorum...
İçindeki yılanı öldür, içimdeki yılanı ez! Nefsimi boğazla. Nefsimle boğuşmaktan yoruldum. Yorulmak ve her şeyden sıkım sıkım sıkılmak aynı cümle içinde geçiyorsa korkuyorum. Korkuyorum onu yenemeyeceğim. Korkuyorum delirecek gibiyim. O kertenkeleyi gördüm, tanıdım. Sonra bir kirpi oldu. Sonra bir kaplumbağa. Kafasını içeri çekti. Anı kolladı. Saldırmadı. Yokladı. Sanki beni bekledi... Yapacağım hamleyi merak etti...
Vazgeçtim... Evet vazgeçtim Allah’ım kirli kalbim onmaz artık. Yunmaz yıkanmaz. Allah’ım; beni ölümle ihya et... Of, çok ileri gittim. Susuyorum biraz. Müzik dinlemeliyim. Boyalar kurumadan, fırçaları tinerden çıkarıp resmimi tamamlamalıyım. Bir bardak daha kahve içmeliyim. Okumamı bekleyen yığınla kitap var. Beyaz Geceler, her ne kadar rengime ters düşse de merakla sayfalarını çeviriyorum.
Arkadaşlar benim için endişe etmişler. Aslında merak edilecek bir şeyim de yok hani. Omuzlarımda bir yılgınlık, ellerimde üşengeçlik... Onur duyuyorum. Ne ihtişamlı bir duygu bu. Siz bile merak etmezken akıbetinizi, birilerinin sizin için endişelenmesi ne hoş. Kendimi mi kandırıyorum? Aslında kimsenin kimseyi düşündüğü falan yok. Geçenlerde ölseydim örneğin, kim hayatını durdurabilecekti benim için? Üzüntü dediğin şey, bir gün, iki gün, bilemedin üç gün sürer. Sonrası alışkanlık... Allah kullarına sabır denilen bir tohum aşılamış, ki en darlandığın anında büyüt ve yeşert o tohumu, fidan olsun diye... Benimkiler de dahil, biliyorum herkesinki asırlık ağaçlar, yıllanmış çınarlar gibi boy veriyor tüm haybetiyle içimizde..
Diyor ki bana, malumunuz;
’Benim burada ne işim var dercesine yerini yadırgayan, yarım saat boyunca yerinde duramayan, yavaş yavaş hareketlerle birçok şey yapan, çevresindeki eşyalara ilk defa görüyormuşçasına bakan, zihni sandığından ve odasından daha derli toplu (değil)’
Yaz(a)mıyorum artık, hem yazacak ne var ki bu dünyada? Bir yazıyı kaç defa okuyabilir ki insan hayatta! Kahır mektubuymuş, kan revanmış, yalanmış dolanmış, neresinden tutarsan elinde kalırmış... Hey gözünü sevdiğimin -ateş- çemberi... Döndükçe içine çekilen benim eşsiz mabedim... Bana koymazmış, hem o zavallı kapıyı da çarpıp çıkıncaya kadarmış, mış, mış... hadi ordan! Kendisini Sakarya Nehrine bırakan o kadın... Mahvetti beni... Perişan oldum, beter oldum... Umarım huzur bulmuştur...
Ablam iyi değil bu sıralar, çok üzülüyorum. Onu üzenleri öldürmek istiyorum. Ama ben cani değilim. O yüzden en tehditkar halimi takınıp, cana kastetme eylemini elbette es geçiyorum. Henüz o kadar delirmedim. Bazen gözüm dönüyor. Bu bir suç sayılabilir ve yazdıklarımın kanıt unsuru taşıyan halleri de var, biliyorum. Ateş olan cürümü kadar yer yakarmış. Ben ateş değilim, cürümüm de o kadar göz korkutucu sayılmaz.
Şimdi yazacağım satırları okumak ona keyif verecek, o yüzden bu satırları ona hediye ediyorum...
’Nice yıllar sevgilim’ (-yetimim benim / Nazım Hikmet)
’Benim ne suçum var ki? Sen benim kaderimsen...’
’Boyun büktü hep çiçekler, koklanacak gül kalmadı’
’Çok sevdiğimi anlayacaksın’ (-...sevmediğim zaman/Pablo Neruda)
’İçimde bir ümit var, geleceksin diyorum’
’Ben hala bekliyorum’
’Yalnızlık içiyorum’
Acıyı seven insanlar tanıdım ben! Her gece göğe merdiven dayayıp kendini ihbar eden, kendi kendisinin yargıcı ve kendi kendisinin suçlusu adamlar ve kadınlar... Bildim, tanıdım onları! Ama az evvel mutluluktan ağlayan bir adam da gördüm. Kalbim sızladı. Tam orası işte, cız etti, hissettim... Ne vakit böyle hissetsem hüzün kokuyorum... Ey gece, ey aş(ı)k.. Ey kadrini kıymetini anlayamamış mutluluk... Sana tutunmak, harcım değil...
Biliyorum artık çok geç... Kaktüsleri dikecek saksı da kalmadı elimde. Yarın çıkıp toprak almam gerek. Çay buz olmuş. Sigaram bitmelik... Biraz sigara sarmalıyım...
Şimdi satırlarıma en damardan girip, dozu kıvamında enjekte edip azad etmeliyim kelimelerimi. Bunu yaparken en sevecen halimi takınmalıyım yüzüme. ’Bakın ben neler düşünüyorum ama sonsuz bir tebessümüm da var hala yüzümde’ dercesine... Bir söyleşi yapmam gerek ama kabuğuma öylesine çekilmişim ki, sus yutmuş gibi tökezliyorum. Kimsenin etlisinde, sütlüsünde değilim. Böylesi ne kadar doğru emin değilim. Ayıp oldu adama, ayıp ettim diyorum. Kabahatim büyük ve henüz özür dileyecek bir gerekçe bulamadım. Bulduğumda bütün mahçubiyetimle varacağım kapısına...
Bu kısım da adı olmayan yazımın can damarını kesip veda etmem gerekiyor. Çocuklar uyanmadan öldürmeliyim düşündüklerimi. Kafamda öyle planlamış olmalıyım. İnsan yazarken özgür olmalı haklısınız, ama benim özgürlüğüm sınırlı... Sevgili ’cici’ kuşu anmalıyım bir de. Solucanlardan nefret ediyorum. Rahat uyu, seni çok sevdim, hala seviyorum...
Ha! bir de, tahminen ne zaman seversin beni diyor ya şair, tahminen ne zaman ararsın beni yazıyorum. Bu söz içimde ukde... Muzipce yazıp, gülümsüyorum...
Ve bir söz içime çok oturdu. Noktayı onunla koymak istiyorum...
"Yoksa seni içim sıra çok mu hızlı yaşadım"
Attila İlhan’a rahmetle... Eyvallah olsun....
fulya/mart2012
YORUMLAR
itiraf etmeliyim bir yazıyı hiç bu kadar süzüp içmemiştim
çok doyurucuydu fulya
ve doğallığın oradan buradan karıştırman benim bir arkadaşıma anlattığım günlük olaylarım gibiydi...
benim yanlış kullandığım kelimelerimi bol kahkahasıyla düzeltmesi gibiydi
çok içtendi
çok bendi...
çünkü şuan benimde toplanması gereken bir mutfağım var :)
eyvallah diyorum yüreğine...
Fulya CODAL
Harikasın yaaa, çok teşekkür ederim Melodim..
Hadi mutfaklarımızı toplayalım, sevgimle :)
Kutlarım, karşılaştığım ve okumayı özlediğim türden bir "samimiyet"ti yazınız. Ardında yoğun duygular, edebî birikim, ifade kuvveti barındıran. Ben biraz yeniyim buralarda. Yorumlardan anladığım kadarıyla özleniyorsunuz. Bir sonraki yazınızı gözleyenler arasına +1 olarak kayıt yaptırdım. Sevgiler Fulya.
Fulya CODAL
Merhaba sevgili Sude...
Teşekkür ediyorum, ilginizi çekmesi ne güzel... Evet eskiden daha sık yazıyordum, arkadaşlar özlüyor olmalılar.. Nicelerine inşallah..
Sevgiyle...
Galiba gerçekleri saklamak için, altın günü muhabbetlerine çevirmek lazım bazı şeyleri ama konu ciddi bir şekilde irdelemek ise maksat, durmamak gerekir ve hareket etmek gerekir.
Dün de bu yazacaklarımın aynısını yazacaktım. Fakat uzun bir süre sessizlik içerisinde uyuttum kendimi. Kalkıp kendime gelmek de pek uzun bir süreyi işgal etti. Gelip yorum yapayım mı, yapmayayım diye de düşündüm. Sonra ne dersem diyeyim, beni anlayabileceğin ümidiyle aklımdakileri yazmak istedim.
Velhasıl yoruma dönelim.
Sayfa düzeninin bir kere güzel gözükmesi, resme olan merakın, ilgin ve kabiliyetinden ötürü avantaj her zaman senin için. Bir yazıyı değerlendirirken, yazının mevcut temasına dönük analiz etmektir doğru olan ama mevzu senin gibi koyu dehlizlerde sınırlara tutanan bir insanın yazısını incelemek ise, resime de bakmak lazım. Resimdeki kızın havai tavrı, biraz oyuncul tarafı aslında yazıyı okumadan da pek çok şeyi özetliyor. Hani bizim o dediğimiz büfedeki çekirdek çıtlayan kızın hali gibi, etekten ziyade pantolon giymiş de, çevresini inceliyor, gözlem yapıyor. Sessiz kalması ve kimseye söz etmemesi onu gizemli kılıyor. Aslında o da herkes gibi çocuk. Fakat çocukluğunun önüne geçen bir durgunluk üzerinde. İyi anlıyorum bu durumu. Yaşamak ve hatırlamak gibi.
İlk paragraf içerisinde geçen cümle var:
- Aslında yalan söylüyorum. Annem öyle bir şey söylemedi. Belki de söylemiştir, hatırlamıyorum ama söylemediyse bile bu felsefeyi annemin düşünmüş olmasını dilerdim.
Biliyoruz ki annenin saflığı kadar başka bir temizlik aramıyorsun dünyada. 'Samimi olmak en doğrusu... İçten ol, dürüst ol. O zaman hayatın sana açamayacağı kapı yoktur' demesine gerek de yok zaten annenin. O tonton haliyle, gerçekleri anlatması için 'kızım' dese yeridir. Ki onun gözlerinde nasıl bir canlı olduğunu son zamanlarda daha iyi anladığını bildiğin için, anneye sığınman ilk paragraf da normal bir ruh hali olarak yansımış.
İkinci paragraf da a'dan z'ye sensin. Basitçe, en doğal şekliyle kendini tarif ediyorsun. Buna tembellik mi denir yoksa alışkanlıklardan sıkılmak mı denir bilmiyorum ama erkek ve ya kadın olsun, bu dünyada eninde sonunda sıkıldığın mevzularda o işleri tekrarlamak zorunda kalacaklardır. Mesela senin sıkıldığın ve de içini burkan o duygunun yanı sıra sana bir örnek vereyim. Bizim enişte hanımını kaybedince, büyük bir boşluk içine girdi. Tam emeklilik sonrası rahatlamak derken, yan bir işte çalışıp da ek para kazanayım derken, evde hanımını kaybetti. İyi hatırlarım ki, halamın yaptığı fazla yemek de yoktu. Sadece bulaşıkları yıkar, arada temizlik yapar ve oturur sigarasını içerdi. Sonra ne oldu, sözün hülasasına geleyim de; eniştem hem çalışıyor hem eve gelip yemek yapıyor hem de bulaşıkları yıkıyor. Demek bazılarının sıkılmak zorunda kaldığı şeyleri, birileri yapmak da mecbur kalıyor. Burada elbette sana tavsiye verecek bir düzeyde değilim ama hani 'kabullenmek ve itiraz etmeyi ayarlayabilme' cinsinden, insanın görevlerini yerine getirmesinin sosyal bir dünya düzenine uymak olmak olduğunu söyleyebilirim. Düşünsene, yere düşüp de kırılan tabağın kırıklarını toplarken elin kanar da, anlarsın o zaman sızlamayı, kesik acısını. Ama o kadar sanal acı topluyoruz ki gönlümüze, bunların bir manası yok diyeceğimiz düzeye gelebilecek kadar da kendimize vefasız olabiliyoruz.
3. paragraf 'Kaybedenler Klubünden' bir alıntı ithaf gibi:)
4,5,6 Frida ve Diego! Hani şey dersin; 'Bunlar basit oldukları için, bu kadar güzel geliyorlar' diye. Bilmiyorum, zannımca sokaklarda duvarlara yazılan aşk mesajları kadar basitler ve çoğu zaman sokaktaki o aşk yazılarını okurum da, Frida ve Diego gibi bir hikayenin etkisi altında kalmam. Elbette Frida gibi bir kadının resimle olan merakı, hayata bakış açısı ve de emeği seni etkilemiş olabilir. Yine de bizim kültümüz dışında olan bir hoyratlık olduğu için, pek de N.Ş.A (Normal şartlar altında) inandırıcı ve de hayretlere düşürücü bir yaşam ekolü gibi gelmiyor.
Ah Kahlo, ne yamansız ve de sürükleyici aşk bırakmışsın ellerde! Meksikalının bize yaptığına bak hele! Bebe, biz Bizanslı mıyız? Ankaralıyız, Ankaralı! :))
Yani demek istediğim yine ve yine, bu aşkların cazibedarlığını arttırmak benim yontulmuşluğum dışında fikir dışkısına iten bir hareket olur. Bu öyküleri sevmediğimi defaatle belirttiğim için, geçiyorum.
O kadar çok konudan konuya atlıyorsun ki, yani esasında Tekvir Süresi için geçerli anlamın ahir zaman olduğu bahsinde bir tür kapital itirazı yapabileceğini umut ederdim ki, alakasızca bir hikayeden geçiş olmuş. Kaç günlük notların toplamı Allah bilir! Keşke bölümlere ayırsaydın ya da araya başlık koysaydın. Bu yazının teması ne Allah aşkına?
Neyse geçtim.
' Biliyorum. Biliyorum ben berbat bir insanım. Biliyorum ben berbat bir insan değilim. Bedbaht insan soyundan geliyorum..' derken neyi amaçladın? Elbette kendine itirazlarını kendince kötü gösterebilecek bir psikoloji ile kendine olan isyanındna bahsettin. Burada bed söz etmen hoş olmamış. İnsanın soyu bedbaht olamaz! Bir oğul, babası asi diye kendisi de şaki olamaz! Bir yavrucak büyüklerinin günahını sahiplenemez! Bu Allah'ın Merhametine bir kere ters olur ki, sen burada daha farkılı bir şey söylüyorsun.
Beni tanımak isteyin der gibi, 'Beni merak mı ediyorsunuz? ' diye soruyorsun. Aslında insanın tanınmaya ve tanımaya ihtiyacı var. Fakat pek çok zaman bunu farklı yerlerde denediğimiz için pişman oluyoruz. İNSAN EN ÇOK GÖNLÜNE FERAHFEZA ÜMİTLER BAĞIŞLANDIĞI YERLERDE SÜRURLA DOLAŞMALI! Bunu yapabilirsin ama inanman lazım ilk önce.
'Bu kısım da adı olmayan yazımın can damarını kesip veda etmem gerekiyor. Çocuklar uyanmadan öldürmeliyim düşündüklerimi. Kafamda öyle planlamış olmalıyım. İnsan yazarken özgür olmalı haklısınız, ama benim özgürlüğüm sınırlı... Sevgili ’cici’ kuşu anmalıyım bir de. Solucanlardan nefret ediyorum. Rahat uyu, seni çok sevdim, hala seviyorum...'
Ne bileyim, keşke şu yukarıda geçen satırlar gibi başlasa ve devam etseydi yazı. Ölen kuşun acısını anlatsaydın belki daha mantıklı olurdu. Olabilirde esasında, deneyebilirsin de bunu. Ama onun dışında yazının ne kadar dağınık olduğunu tarif etmemi istersen:
-Bir yanda içinde pirinç taneleri kurumuş pilav tenceresi, yanında yağlı ve içinde azıcık nohut kalmış düdüklü. Tabakların üzerinde kırmızı, al al salça kalıntısı. Çatallar, kaşıklar etraf da; her tarafı buğulanmış gibi yağlanmış bardaklar görüyorum. Oturduğun yerin üzerinde tütün parçacıkları...
Bir ara küfür meselesinden dolayı bana yazma demiştin ya, aslında o bize ne kadar irritable; rahatsız olucu halimizi gösteren bir kanıt oluyor. Daha iyi yazdıklarına göz gezdirip, bu yazıya gülümseyebilirsin.
Yazacak isen elbette yazmanı dilerim ama böyle satırları dağınık bırakmanı Edebiyat adına kabul edemem. Çünkü bu yazıda notlar var ve bu notlar dağınıklı ile bir konu değil, pek çok konuyu barındırıyor. Daha dikkatli olman için sanırım ilk başta tezgahtakiler iyicene yıkanıp, durulanmalı! :)
Uzun lafın kısacası, yazıyı tamamen sevmesem de, Tekvir süresinin manasını hatırlatan, ölen kuşa hüznü anlatan ve yazma derdi havası olmayan bir tavrı takınan yanıyla, güzel ve iyi tarflarını gördüm. Daha derli toplu yazman dileğiyle.
Hürmetle Ablacım...
Fulya CODAL
-Bir yanda içinde pirinç taneleri kurumuş pilav tenceresi, yanında yağlı ve içinde azıcık nohut kalmış düdüklü. Tabakların üzerinde kırmızı, al al salça kalıntısı. Çatallar, kaşıklar etraf da; her tarafı buğulanmış gibi yağlanmış bardaklar görüyorum. Oturduğun yerin üzerinde tütün parçacıkları...
Bu yorumun yetti, içimi ferahlattın çocuk :)
Haklısın orata da ne konu var, ne edebiyat.. Bence yılın yorumuydu bu, beklediğim yorum.. Eleştiri dediğin böyle olur, gel böyle ve vur beni yerden yere, hoşuma gitti...
Daha iyilerinde görüşmek üzere kardeşim..
eyvallah..
Fulya CODAL
Çok teşekkürler sevgili Filiz, işte bu samimiyeti çok seviyorum...
Nicelerinde görüşmek üzere inşallah :)
sevgimle hep...
Fulya CODAL
Vayyy... Eyvallah sevgili Davidofff.. Bunu sevdim :)
Sevgiyle..
yalnızlığı içen Züleyhânın içindeki fırtınayı nesirin gözlerine sağması gibiydi desem...
harikasın sevgiler...
Fulya CODAL
Çok teşekkür ederim sevgili Mehtap, seni burada görmek güven verici..
Sevgiyle..
Ah sevgili Fulya
yazıyı okyunca tarih ve günün rastlaşmış olması Emri hak gibi geldi bana.
gözlerim buğu buğu
ifadem kıt şu an inan. Elbet geçerli bir sebebim var ama işte...
yarın ne gelsin diyorum ne gelmesin
günün seçkisi olmalı
sevgimle
Lavi_(n)_Su tarafından 3/15/2012 6:03:20 PM zamanında düzenlenmiştir.
Fulya CODAL
Sevgili Mehtap, kim bilir hangi satır etkiledi seni, kim bilir hangi yaşanmışlık aynı... samimiyetin için teşekkür ediyorum
Sevgiyle hep...
Fulya'm uzun zamandır sayfana gelmemiştim bu yaznı görünce hemen okmak istedim.... Kalemin daim olsun..
Yazı her telden olmasına rağmen çok akıcıydı ve sonuna kadar okdum. Kafanın karışıklığını cidden ruh halini tamamen yansıtmışsın. Bu sana özgü değil biliyormusun, bir çogumuz bu depresif durumlara girip girip çıkıyoruz ve senin avantajın yazma yeteneğin. Yazmak seni çok rahatlaşmıştır biliyorum. hani o caniliğin, vurdum duymazlığın, intihar düşüncen vede ah ölsem demeler... Bunların hepsi , sorumluluğu çok, sıkıntısını paylaşamyan biz hanımlara özel düşünceler biliyorsun değil mi?.. Yazdığın içinde seni kutluyorum... ben hep yazılarının takipçisiyim unutma emi... sevgim ve selamlarımla Canım.. (tanımıyorum ama söylediğim sözler içimden geldiği içindir. ) kıymetli insanlara kıymetli cümleler sarf edilir....:))
Fulya CODAL
Ahh ahh.. ne kadar samimi cümleler, tıpkı yazıda bahsi geçen samimiyet mevzusu gibi.. İnci Hanım, çok teşekkür ediyorum... Bu tarz söylemler insana kendisini gerçekten müthiş hissettiriyor. Belki de yalnız olmadığımız düşüncesi rahatlatıyor. Biz kadınlar hem birbirine bu kadar benzer, hem aynı hem de farklı karma/şıklıkta yaratılmış varlıklarız sanırım. İnce ve zarif yorumunuz için tekrar teşekkürler... Onur duydum, varlığınız beni mutlu etti.. Bugün ne çok onur duydum anlatamam.. Bugün güzel birgün... Sevgi ve saygılarımla..
" Yazdıklarımı siliyorum. Silinmeyenler sizde kalsın istiyorum."
Sildiklerinizi de okuyabiliyorum ben. Biliyorum, biliyorum... Yolu bu duygulardan geçen her yürek kadar vakıfım bu yazdıklarınıza.
" Yazar burada sanki beni anlatıyor " denilen satırlar vardır ki bu yazar-okur arasındaki en kuvvetli bağdır. Bu yüzdendir kaleminizin bu kadar bağımlılık yapması Fulya hanım. Eminim ki büyük bir çoğunluk benim gibi düşünüyor sizi okurken.
Uzun olmasına rağmen bir solukta okuduğum bir yazıydı. Kutluyorum...Kalben.
Sevgiyle...
Fulya CODAL
Çok teşekkür ediyorum sevgili Banu, mink bebeğini kokla benim için..
Sevgiyle...
Ara vermeden, kelimesi kelimesine okudum. Pencere kenarındayım ama, ışığı göremedim yazı boyunca. Bir karanlıkta dolandım durdum. Yazarın gidin dediği yerlere gittim, bakın dediği şeylere baktım. Kederin böyle kelimelendiği bir yazı daha okumadım ben. Acının edebiyatı zordur. Seni capcanlı halinde görüp duyup anlamayanların var olduğu dünyada, üç beş şekille, kelimeyle, cümleyle seni hiç tanımayan insanlara aklından geçen duyguyu yaşatmak YETENEKTİR. Senin yaptığın tam olarak bu.
Okurun seni bu yüzden seviyor. Herkesin karanlığından bir parça var bu satırlarda. Birinci tekille anlatılmış olmasına rağmen, geneli içine alabilecek bir yazı.
Kendi adıma teşekkür ediyorum. Daha sık yazacağın günler gelecek biliyorum.
Sevgiler Fulya.
Fulya CODAL
Bu yazı sizin isteğiniz üzerine yazılmıştır. Belirtmeme gerek var mı bilmiyorum. İsminizi satırların arasına yazmayı çok istedim ama sonra vazgeçtim. Aynur hanım zaten anlar ve bilir dedim. Siz yazmama vesile oldunuz, asıl ben teşekkür ediyorum..
Sevgi ve saygılarımla..
Aynur Engindeniz
İnan son derece içten söylüyorum bunu, sen çok yetenekli bir kalemsin. Ve ben seni de, seni okumayı da çok seviyorum. Dedim ya müziklerini bizimle paylaşan o hareketli kızı özledim...Vardır bir bildiğin, biliyorum. Allahım kolaylıklar versin hayatın her aşamasında sana...Kalemine kalbine
bereket...
Bir kere daha teşekkür ediyorum güzel yazarım.
Kalpten sevgiler...
Fulya CODAL
Bir kez daha onur duydum, insanı ne güzel yüceltiyorsunuz...
Gel de yazma artık Fulya hanım diyorum :)
Çok sevgimle, günümü mutlu kıldığınız için, en içten teşekkürlerimle..
Aynur Engindeniz
Maşallah.
:)
Fulya CODAL
Ben de seni seviyorum Dilek'cim..
Varlığın onurdur, teşekkür ediyorum, sevgiyle hep...