- 1512 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
354 - El MUKSİT
Onur BİLGE
Gölge varlık… Karanlıklar Prensi… Perdeli Yüz… Suskun Sultan… O/nur simadan beni mahrum bırakan zalim! Acaba zulmünün farkında mı? Farkında mı ne kadar görmek istediğimin? Birkaç saniye seyretmek için fırsat kolladığımın?
Seyyid Ahmed el Bedevi Hazretleri geldi aklıma… Yüzünü Afrika Bedevileri gibi örten… O cesur, atik, heybetli ve yüzü dayanılmaz nurlu kişi… Attab, Ebü’l Fityan… Hem seyit, hem şerif…
Otuz yaşlarındayken inzivaya çekilmiş, konuşmama kararı almış ve insanlarla işaretlerle anlaşmaya başlamış. O sıralarda gördüğü üç rüyada da kendisine:
“Kalk, önce güneşin doğuşunu ara! Sonrada batışını... Doğusuna vasıl olunca, batısını aramaya başla! Batısına vasıl olduktan sonra da doğusunu…” denmiş.
Onun üzerine büyük kardeşi Hasan’la Irak’a gitmiş, Abdülkadir-i Geylani ve Ahmed er Rufai hazretlerinin kabirlerini ziyaret etmiş. Sonra Hallac-ı Mansur, Adi b.Müsafir, Sırri-i Sekati, Maruf-i Kerhi, Cüneyd-i Bağdadi gibi ünlü kişilerin mezarlarını…
Mekke’ye dönünce çetin bir nefis savaşına başlamış, birkaç yıl sonra rüyasında işaret edilen Mısır’ın Tanta şehrine gitmek üzere yola çıkmış, Kahire’de Mısır Sultanı Baybars tarafından karşılanarak ağırlanmış, daha sonra onu da eğitmeye başlamış.
Tanta’da, İbn-i Sata’nın evinde kalmış. Aylarca, geceleri o evin damında yıldızları seyrederek tefekkür etmiş. Güneşe çok baktığından gözlerinde ağrı başlamış.
Bir gün Feyş’el-Minare denen yere gitmiş. Orada iki kardeş görmüş. Abdül’al bin Fakih ve Abdülmecid… Abdül’al’ ı seçmiş ve ondan, gözü için bir yumurta istemiş. O da yumurta karşılığında, üzerindeki yeşil fermanı istemiş. Yeşil bir değnek de olabilir. Onu alarak annesine gitmiş, olanı anlatmış. Annesi yumurta olmadığını, aldığını geri vermesini söylemiş. Ahmed el Bedevi hazretleri, onu bu defa da Savmia’ya göndermiş. Çocuk orada pek çok yumurta olduğunu görünce çok şaşırmış, ona bağlanmış.
Ahmed el Bedevi, hiç evlenmemiş. Neden evlenmek istemediği sorulduğunda:
“Ben cennet hurilerine talibim!” dermiş.
Zamanın âlimleri ona tabi olmuşlar, hakkında şöyle derlermiş:
“Sahili görülmeyen bir hakikat ve irfan denizidir!”
Talebelerini teveccüh ve nazarıyla terbiye eder, hiç konuşmazmış. Cahil, manevi eğitim almamış biri huzuruna gelince, bir nazar eder, onda manevi haller belirmeye başlar ve zamanla yüksek derecelere ulaşır, başka yerlere irşat için gönderilirmiş.
Hep peçeli gezer ve hırka giyermiş. Yüzünü gören çok azmış, hiç göremeyenler de varmış. Müridi yüzünü görme arzusu ile yanmaya başlamış ve bir gün dayanamamış, dileğini bildirmiş. Bedevi Hazretleri:
“Ey Abdülmecid! Yüzümü görmenin karşılığı bir candır, bilesin!..” diyerek onu uyardığı halde, o:
“Ey efendim! Yeter ki bir kere göreyim, ölmeye razıyım!..” diye ısrar edince peçesini yavaşça kaldırmış. O/nurlu yüzü gören öğrencisi, bir nara atarak ruhunu teslim etmiş!
Buğday tenli, uzun boylu, kolları bacakları uzun, etli ve kalın, yüzü büyük, gözleri sürmeliymiş. Yüzünde, çiçek hastalığından kalan üç nokta varmış.
Giydiği elbise ve başına sardığı amame, her sene Efendimizin doğum gününde halife tarafından verilirmiş.
Kırk yıl kendisinin hizmetinde bulunan ve ölünce yerine geçen talebesi Abdül’al’a şunları söylemiş:
“Allah’ı zikretmek sadece dille değil, kalple olur. O’nu, hazır bir kalple an! Ondan gafil olma! Gaflet kalbi katılaştırır.
Sabır, Allah’ın hükmüne razı olmaktır. O’nun hükmüne rıza göstermek, nimete sevindiği gibi musibet ve sıkıntıya da aynı şekilde sevinç ve ferahlık duymak demektir. Allah:
“Ey Habibim! Musibet ve ezaya sabredenlere lütuf ve ihsanlarımı müjdele!” buyuruyor.
Zühd sahibi olmaya çalış! Dünyevi isteklerden uzaklaş! Harama düşmek korkusundan, yetmiş helali terk et!
Tefekkürün gerçeği, Allah’ın yarattıklarını düşünmektir, zatını değil…
Birine bir musibet gelirse, sakın sevinme! Gıybet yapma! Söz taşıma! Sana eziyet edeni, zulmedeni affet! Kötülük yapana iyilik et! Sana vermeyene ver!
Sadık olan fakir, kimseden bir şey istemez, verilirse teşekkür eder, verilmezse sabreder, sünnete uygun hareket eder.
Yalan ve kötü söz söyleme, harama bakma, maddi manevi temiz ol, Allah’tan kork, zikre ve tefekküre devam et! Yolumuzun esasları bunlardır. Hasan Basri Hazretleri derdi ki:
“Sadık olan fakirler arasında bulundum ve bazı meseleler öğrendim. Bunlar, hikmet cevherlerindendi. İnsan, dünyada ve ukbada ilmiyle değer kazanır. Hilmi, yani yumuşaklığı olmayanın ilmi işe yaramaz! Yaratılanlara merhamet etmeyene, şefkat göstermeyene Allah katında şefaat yoktur! Sabırlı olmayanın işlerinde selamet olmaz! Takvası, Allah korkusu, haramlardan sakınması olmayanın, O’nun yanında değeri, bu hasletlere sahip olmayanın cennette yeri yoktur!”
İlhan, hiç konuşmadan irşat ediyor beni. Hal ve hareketleriyle… Ahmet Bedevi gibi… Yüzünü görmek için saatlerce beklediğim oluyor. Gördüğümde Allah’ı hatırlıyorum. Bir eren huzuru var onda. Her baktığımda bana da yansıyor. Ya o İlahi ışık! O/nur!.. Gözlerim kamaşıyor! Aklım kamaşıyor!..
Her zaman dostlarıma ayıracak vaktim var. İki elim kanda olsa, birkaç dakikalığına da olsa onlarla ilgileniyorum. Bunca düşkünlüğümün karşılığı birkaç saniyelik karşılaşmalar mı? Doyasıya seyredemeyecek miyim o yüzü hiçbir zaman?
Aylar geçti, yıllar geçiyor… Bu sevda artmakta, hasret artmakta, yakınlıkta en küçük bir gelişme yok. Hep aynı terane… Yolda sokakta karşılaşmalar ve camda belirip kaybolmalar… Hasret hasret… Daha uzaklaşmadan çılgına dönmek! Özlemek özlemek…
Ben aşkı düşleyip yaşıyorum. Kendim tasarlayıp kendim hayran kaldım! Belki de kimse böylesi sevgiye değmezdi, belki o da hak etmedi! Yoksa o başka şeyler demek istiyor, ben arzu ettiğim gibi mi anlıyorum? Aslında benimle ilgilendiği falan yok, ben her hareketinden beklentim doğrultusunda anlamlar mı çıkarıyorum? Onun için mi hep perde arkasında? Onun için mi göz göze gelmekten kaçıyor? Bakışlarını bir an yakalasam, hemen gözlerini kaçırıyor. Günahtan korktuğu için mi, ümit vermek istemediği için mi? Görmek istemiyor olabilir mi? Bütün bunları ben mi uyduruyorum?
İnsanoğlu nankördür. Allah diyor. Kaç ayette var! Tekrar tekrar vurgulanmış. Allah’ını bilmeyen beni mi bilecek? Fakat o dindar bir insan. İkilemdeyim. Şiirlerim isyan, itiraz, çığlık!.. Ya yüreğim? Gümbür gümbür sesi gelse de lime lime... Yorgun, durgun, vurgun…
Ya sorgun, Suskun Sultan? Ya sorgun? Bunca işgal, bunca ihmal! Konuş benimle! Bir şeyler söyle! İyi veya kötü! Sevip sevmediğini bilmiyorum. Artık sadece davranışlarını anlamlandırmak istemiyorum. Bitsin artık bu dilsiz oyunu! Bu yılan hikâyesine bir son ver! Ya da konuş benimle! Emin olabilmem için: “Seni seviyorum!” de!
Tur-u Sina… Allah bile kuluna hitabetti. Onunla konuştu. Sen kimsin? Kim oluyorsun da susuyorsun? Beni neden üzüyorsun? Bu hakkı sana kim veriyor?
Ya konuş ya da bir daha bakma bana! Bunca zaman aynı yerde kalmak, zerre kadar ilerleme kaydetmemek, kaybetmeyi risk olmaktan çıkarmakta, arzulatmada…
İyilerden misin kötülerden mi? Niyetin nedir, bilemiyorum. Artık kendi duygularımdan da şüphelenmeye başladım. Ya ben… Ya ben gerçekten seni seviyor muyum? Ne yapıyoruz biz? Bu nasıl bir aşk? Nasıl bir kara sevda? Ucu bucağı görünmüyor. Niteliği bilinmiyor. Bence adı aşk… Tadı başka… Buruk, acı… Bu ilişki tatsız tuzsuz, yavan… Varsa bir anlayan, bana anlatsa…
Bir ağaçtan ses geliyor. Bir ağaç dile geliyor. Allah, kuluna hitap ediyor. Bir yaratılan, bir yaratılanla konuşmuyor. Sürekli susuyor ve nadiren bakıyor. Anlatmak istediklerini jestleriyle, mimikleriyle anlatıyor. Yürüyüşünden anlıyorum duygularını. Yere basışından… Adımlarının aralığından, ayak seslerinden… Bir süre sonra onlar da susuyor.
Tîne ve zeytuna… İncire ve zeytine… İki ağaca, iki ağacın mahsulüne dikkat çekiliyor. Biri tatlı, biri acı… Biri çok çekirdekli ve ballı, diğeri tek ve yağlı… Biri o haliyle yenebilen, diğeri yenemeyen… Biri yenen, biri yanan… Biri cenneti kazananları sembolize eden, diğeri cehennemlikleri ki onlar yanacaklardır. Kendi yakıtlarını kendileri götürürler.
İncir, tatlı meyve… İman ve iyi amellerin sembolü… Sabrı ve Hakk’ı tavsiye… Bir iyi işe kat kat sevap verileceğinin, bir meyvede birçok çekirdekle sembolize edilişi, iyiliğin karşılığının başaklanması, sümbüllenmesi… Diğerinde acı bir durum… Bir kötü işe karşılık bir günahı simgeleyen bire bir karşılık… Bir tane ve bir çekirdek… İkisi de yağlı, yanmaya müsait… Tane de çekirdek de… Ağaçları da yağ deposu… Yumru yumru yağ…
Sina dağı… Güvenli belde… Allah, En İyi ve Gerçek Dost… En akıllıca iş, Güvenli Belde’ye, yani O’na sığınmak…
Dağ… Savunmaya elverişli yer. Her yere hâkim… Gözetlemeye müsait… Korumalı, kurtarılmış, muhkem… Çöl ve dağ… Çöl dünya, dağ ukba… Çölde tehlike, açlık, susuzluk… Dağlarda mağaralar, odacıklar, konaklama rahatlığı… Belki yiyecek ve su…
İnsan, en güzel biçimde yaratıldı. Hayranlık uyandıracak kadar güzel! Mükemmel bir tasarım, muazzam bir yapı… Allah’ı idrak edebilmesi için gereken donanıma sahip… Ona değer verildi ve yaratılanlar arasında yükseltildi. Dört ayaklı değil… Yılan gibi yerde sürünür vaziyette de olabilirdi. Gölgesi sürünmekte… İsteseydi, Allah onu da gölgesi gibi yere yapıştırırdı, secdeden başını kaldıramazdı! Ona irade ve kişilik verildi. Fakat çoğu kendisini bilemedi, dolayısıyla Rabbini de bilemedi. Onun için aşağıları, aşağılanmayı hak etti. Yaratılışı çevrilerek, çirkinleştirilerek aşağıların aşağısına, yani cehenneme, Esfelüs Safilin’e atılacak!
Onlara dini yalanlatan, nefisleridir. Ancak iman edip iyi işler yapan az sayıda kişi kurtulacak ve ödüllendirilecek. Onlar için kesintisiz bir ecir var, sürekli nimetlendirilecekler.
Allah, Muksit’tir. Hüküm verenlerin en iyisi, en âdili, hâkimlerin hâkimi! Bütün işlerini dengeli yapar. Hükmünde ve fiillerinde adaletlidir. Bu sıfatı Kur’an’da geçmiyor ama ayetlerden çıkıyor.
Fatiha Suresi’nde de kâfirlere tehdit, müminlere müjde var. “Din Günü’nün Sahibi!..” Allah, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Biz de O’nun gibi hüküm gününe kadar sabredeceğiz. O gün, Asr Suresi tecelli edecek, iman edenler, iyi işler yapanlar, birbirlerine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler kurtuluşa ve kesintisiz nimetlere erecek, inkâr edenlerle kötü işler yapanlar cezalandırılacak.
Allah, bütün işlerini birbirine denk, uygun ve yerli yerinde yapar, doğru hareket eder. Adildir, yaratıklarından hiç birine haksızlık, eza, cefa, eziyet, zulüm etmez. Haksızlıkları düzeltip hakkı yerine getirir. Mazlumlara insaflıdır, zalimden onların hakkını alır. Bunu yaparken de hem zalimi, hem mazlumu memnun eder. Kâfir de olsa kimseye zerre kadar zulmetmez. Çünkü O, en üstün adalet ve çok merhamet sahibidir. Muksit sıfatıyla adaleti öyle sağlamaktadır ki kararına, zulme uğrayan kadar, zulmeden de razı olur.
Allah, Efendimize de adaleti emretti. Namaz kılan ve kendisine yalvaranları, yarattığı gibi güzel haşredecek ve mükâfatlandıracak. Dünyada da öyle olmakta… Kötüler er geç belalarını bulmakta… Adalet tecelli etmese de cezaya çarptırılmakta, hemen hemen hiçbir suç cezasız kalmamakta…
Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirmemiz emredilmiş. Halkın mallarını eksik ve hileli vermemek, yeryüzünde fesat çıkarmamak, fenalık yapmamak... Tartıyı adaletle tutmak, terazide eksiklik yapmamak, yetim malına yaklaşmamak, ancak yardım etmek, erginlik çağına erişinceye kadar onu en güzel biçimde değerlendirmek... Herkese gücünün yettiği kadar yükümlülük verilmiş. Hükmederken âdil olmak, yakınlara, ana baba, evlat dahi olsalar iltimas yapmamak...
Ya sevmek? Sevmek incir mi zeytin mi? Sevap mı günah mı? Hem çok tatlı, hem de çok acı… Bir tarafı yazı, bir tarafı tura… Bir yüzü aşk, bir yüzü nefret… Bir tarafı sevap, bir tarafı günah…
İçimi ısıtması ne güzel! Sevmek ve sevildiğini bilmek… Bundan büyük mutluluk var mı? “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız. İman etmedikçe de cennete giremezsiniz!” O zaman… O zaman sevmek şart… Fakat nasıl sevmek? Bakışta dahi günah… İlhan… Bakarak irşat ettiğin gibi başını çevirerek de irşat etmektesin. Ey, bu çağın bedevisi! Ey Peçeli Veli! Ben sana ne diyeyim? Söyle, ne diyeyim?
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 354
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.