pazar sabahı 08.00'de
Ter içinde yataktan zıplayarak uyandım. Kötü bir kabus görmüştüm. Gerçek mi rüya olduğunu anlamak için bekledim. Ceren, başını bana çevirdiğinde gözleri kapalıydı.
-“Yine mi kabus?” dedi. Sesi yorgun ve uykuluydu.
“Sanırım.” dedim.
Çok sık görüyordum bu kabusları. Bazen ölüyor bazen öldürüyordum rüyamda. Bazen de çok saçma şeyler görüyordum. Bu kabusların birinde tuvalete işemeye gidiyor, klozet kapağını kaldırıyordum. Tam başlamak üzereyken çüküm tuvalete düşüyordu. Çaresizlik ve korku içinde elimi deliğe sokuyor ve onu bulmaya çalışıyordum. Daha sonra tanımadığım yaşlı bir kadın gelip sifonu çekiyor ve kahkahayla gülüyordu. Aynı kabusu bir çok defa görmüştüm.
Başka bir rüyada, uzun kumsaldaydım. Deniz güzel ve sakindi. Sahil boyunca sıra halinde verandalı evler vardı. Birden örümcek adam ve sevgilisi beliriyordu. Sevgilisiyle kumsalda yürüyüşe çıkmıştı örümcek adam. Derken bir yardım sesi duyuyor ve ağını kullanarak hızla binaların arasında kayboluyordu. Bu sırada sahilde beliren bir kaç serseri örümcek adamın sevgilisini tacize başlıyordu. Sözlü taciz şiddetini arttırarak eyleme dönüşüyordu. Daha sonra kızı evlerden birinin verandasına götürüyorlardı. Kızı ellerinden ahşap direğe bağlıyor ve denize karşı genç kıza tecavüz ediyorlardı. Dünyayı kurtarırken kendi sevgilisini yalnız bırakmanın çaresizliğini yaşıyordu örümcek adam. Buna üzülüyor fakat yardım edemiyordum. Gördüklerim genellikle bu tür garip ve saçma kabuslardı.
-“Bu sefer çok gerçekti. Bizi büyük bir salonda topluyorlar, daha çok esir alınmıştık sanırım. Hem iyi hem de kötü uzaylılar vardı. İyi olanlar bizimle birlikte esir durumdaydı. Daha sonra son model siyah cipleriyle geldiler. Siyah takım elbiseli adamlar indi araçlardan. Sayılarını hatırlamıyorum. Alınlarında gümüş gözleri vardı. Tek bir göz. Bu sırada salondaki televizyonda, İngiltere’de düşürdükleri uçak görüntüleri dönüyordu. Ateş topu halinde havada dolaşan nesneler vardı. Gökyüzünde ne var ne yok öldürüyorlardı… Ceren, sana anlatıyorum, Ceren? ” dedim.
Boşunaydı, uyuyordu. Sırt üstü uzandım ve bir sigara yaktım. Saate baktığımda 08.00’di. Yataktan çıkmak için erkendi. Yanımda yatan kadını izledim bir süre. Düzgün burnu ve çıkık elmacık emiklerini vardı. Beyaz teni uzun siyah saçlarıyla uyumluydu. Dolgun dudakları yüzüne yakışıyordu. Gerçekten güzel ve bakılası bir yüzü vardı. Fakat ilk karşılaştığımız zamanki havası şu an yoktu. Hafif horlaması yada çıplak tenin saklayamadığı kilolardandı belki. Bel kemikleri çıkık bir kızdı. Senin kulpların var diye dalga geçiyordum.
Bakmaktan sıkılınca derin bir nefes aldım sigaramdan ve uzandığım yerden ahşap tavanı izledim. Ahşap doğramaların düzensiz çizgilerine baktım. Garip şekilde çeşitli şeylere benzetiyordum. Genelikle tuvalet fayanslarında görürdüm bu şekilleri. Yaşlı bir insan yüzü görürüm çoğunlukla, ya da çıplak bir kadın. Sonuçta ağaç, toprak, bu dünya üzerindeki her şey, bütün evren aynı maddenin özelliklerini taşıyorduk. Bütünün küçük parçalarıydık. Dünyadan uzaklaştıkça sınırların ortadan kalkması ve tek bir nokta halinde dünyayı görmek gibiydi. Yaklaştıkça farklılıklarımız artıyordu. Ne kadar yakından bakarsan o kadar mikrop görürsün.
Fakat temelde her şey tek bir bütüne, büyük parçaya bağlıydı. Büyük kozmik yapbozun küçük parçaları. Bir ara kendimce çıkarımlar yapıyordum. Lise dönemlerimdi sanırım. Ölüm ve sonsuzluk hakkında teoriler kuruyordum. Fakat fazla tutarlı olduğumu hissedince düşünmeyi bıraktım. Bir tanesi şuydu, ölümün son olmadığına dair bir kanıt arıyordum. Dinler, filozoflar ve bilim adamlarının söylediği şeyler elbet vardı. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktu. Yüzyıllar önce benden çok daha tutarlı bilgiler sunmuşlardı. Fakat aklıma gelen sorulara beynim kendince yanıtlar arıyordu. Ruhun ya da enerjinin adı ne ise, sonsuzlukta yaşamaya devam etmesini kendime açıklamak derdindeydim. Ölüm bir son olamazdı. En azından on yedi yaşında biri için.
Bütün kainat , milyonlarca yıl boyunca sürekli, kesintisiz şekilde var olmuştu ve var olmaya devam edecek gibi görünüyordu. En azından şu an. Üzerinde yaşadığım dünya, şu gördüğüm güneş öldüğünde bile evren var olacaktı.
Büyük bir havuzdan alacağınız bir bardak su, havuz içindeki suyla aynı derecede kaynıyordu. Aynı özellikleri taşıyordu. Buradan yola çıkarak özü aynı olan iki parçanın başına gelen her şey aynı ortak sonucu vermeliydi. Ya da demirden küçük bir parça kestiğinizde, bütünün gösterdiği her özellik o küçük parçada da bulunmalıydı. Okulda bize öğrettikleri buydu. Bütün dış etkenlere karşı demirin tavrı ne ise küçük parçasının da aynı olması gerektiğiydi. Demiri ısıttığınızda, küçük parçanın ısınmasıyla elde edilen sonuç çok farklı olamazdı. Belki süre açısından değişebilirdi. Fakat bu sadece dünyadaki zaman ve doğa kanunları kavramıyla ilgiliydi ki o konu çok daha karışıktı. Konuya dönersek, bizler bu evrenin birer parçasıydık ve boyutumuz ne kadar küçük olursa olsun, bütünün yani evrenin özelliklerini taşımalı ve onun var oluş süresinin sonuna kadar bizde bir şekilde var olmalıydık. Büyük evrenin, mikro parçalarıydık. Bir şekilde evren yaşadığı sürece bizimde bir yerlerde onunla birlikte yaşamamız, bedensel olarak olmasa bile var olmamız gerekiyordu. Bütünü yok etmediğiniz sürece ona bağlı olan her parça da orada olmalıydı.
Belki de böyle şeyleri düşünmeden sadece hayvansal içgüdülerle yaşayıp her şeyi olduğu gibi kabullenmek, mutlu olmak için yeterli sebepti. En azından o yıllarda. Fakat benim için hiç böyle olmadı. Çocukluğumda böyleydi. Şimdi de...
Sonra kütüphanede geçirdiğim zamanları düşünmeye başladım. İlçenin küçük halk kütüphanesi. Beyaz badanalı iki katlı eski binaydı. Ahşap doğramalı kapısı, pencereleri, merdivenleri ve kitap raflarıyla, benim için kutsal bir yerdi. Hele içerideki o eski kitap kokusu. Sessizliğe aşık olmak, yürüdüğünüz halının altındaki eski tahtaların çatırtısı. Bir sığınaktı benim için o kütüphane. Küçük bir kasabada gidecek eğlenceli fazla yer yoktur. Yalnızsanız ve kış mevsimiyse bir de gidecek daha iyi bir yeriniz de yoksa kütüphane sıcak kapılarını açar size. Bir sığınma evidir orası. Orada kimse sizi rahatsız etmez. Saygı duyar ve rahat bırakırlar. Çoğu günler okuldan çıkınca soluğu orada alırdım. Hatta cumartesi günleri. Evet, cumartesi günleri açıktı. Rafların arasında gezinir ilgimi çeken her kitabı çeker okurdum. Bilgi bedavaydı. Hayal gücünüze hitap eden her konu hakkında bir şey bulabilirdiniz. On üç yaşında hayal gücü zirvede bir çocuk için cennet gibiydi kütüphane. O yıllar internet yoktu, bilgisayar oyunları da. Televizyon ve radyo vardı fakat ilgimi çekmiyordu.
Ben kütüphane sevicisiydim. Melankoliktim. Deniz manzaralı pencerenin kenarına oturur, romanları okurken dalgaların sahilde çıkardıkları sesi dinlerdim. Hele kış aylarında bir polisiye roman okuyorsanız, manzara sizi kitabın içine sokardı.
Hiçbir yazarı tanımazdım. Bilmezdim kim olduklarını, genellikle yazarın adına bakmaz sadece konusunu okur ilgimi çekerse kitabın içini okurdum. Sıkılırsam kitabı aldığım rafa geri bırakırdım. Bu kadar kolaydı. Genellikle kendime bir raf seçiyor o bölümdeki kitapları bitirmeye çalışırdum. Polisiye roman bölümündeki yirmi kitabı bitirdiğim gün üzülmüştüm. Çünkü çok sık yeni kitap gelmezdi. Arada sırada yeni kitaplar gelirdi. Kolilerden çıkarılır ve envantere kaydedilirdi. Ben oradaysam, onları raflara dizerlerken yardım ederdim.
Bir Mustafa abi vardı. Sert mizaçlı, kitapların ve kütüphanenin efendisi. Fakat sertliği sadece yüzündeydi. İyi kalpli adamdı. Bir çocuk için saatlerce bir kitabı aradığına şahit olmuştum. Her kitabın yerini bilirdi. Yüzlerce kitaptan bahsediyorum. Ona saygı duyuyorduk. Bütün kitapları okumuş ve bitirmiş olmalı diye geçiriyordum içimden. Tabi öyle değildi.
Yaz aylarında, arka bahçedeki erikleri toplayıp kütüphanedeki çocuklara dağıtırdı. Büyük papaz erikler, ne lezzetliydiler. Emekli olduktan sonra birgün sokakta gördüm Mustafa Abiyi. Saçları kırlaşmıştı. Yaşlanmıştı. Fakat eksik olan bir şey vardı. O eski enerjisi, ruhu yoktu. Taktığı gözlüktendi belki. Esnafın biriyle tavla oynuyordu. Ölümü beklemeye başlamıştı ve beklemek ölümden daha acıydı.
Sanırım internet çağından hemen önce, kütüphanelerin sadece ödev ve tez yazmak için kullanılmadığı bir çağın son çocuklarıydık. Evet, kütüphane çocuklarıydık biz...
Her zaman sorular bir şekilde aklımda beliriyordu işte. Asla düşünmeye çalışmıyordum. Ben asla davet etmedim. Sadece geliyorlardı. Din ve tanrı hakkında, ölüm ve aşk hakkında…
Evet aşk! Bu kelime nedense aklıma eski ve tanıdık bir yüzü getirdi. Aylardır, yıllardır hatırlamadığım, varlığını bile unuttuğum eski bir yüzü. Ezgi’den bahsediyorum. Aşık olduğum ilk kadın. Beş yıl önce bitmişti. Beş yıl önce onun için ateşlerde yüzebileceğimi, elime bir jilet alıp böbreklerimden birini seve seve ona hediye edeceğimi, gözümü kırpmadan onun için ölüme koşacağımı söylüyordum Ezgi’ye. Şimdiyse yüzünü zor hatırlıyorum. Zamanın işi unutturmaktı. Bu kadar çok icat boşuna yapılmıyordu. Fotoğraf makineleri, kameralar, her şey anı ölümsüzleştirmek içindi. Zamana karşı direnebilmek için. Fakat zaman, maça her seferinde iki sıfır önde başlıyordu.
Bir kış günü terketmişti beni Ezgi. Hiç bir şey söylemeden. Başka bir erkek için. Daha sonra “Neden?” diye sorduğumda, bana “Farklı bir şeyler yaşıyorum şu an.” demişti. Ardından kısa bir tartışma yaşamıştık.
-“Kim bu adam?” dedim.
-“Boşver sadece muhasebeci olduğunu söyleyebilirim. Zaten tanımıyorsun.”
- “Beni boktan bir muhasebeci için mi terkediyorsun?” dedim.
-“Doğru konuş! Baban da muhasebeci senin!” dedi.
-“Evet, olabilir ama sevdiğim kızı elimden almıyor!” dedim.
-“Üzgünüm…” dedi ve gitti.
Kırılmıştı kalbim. Çaresizliğin derin kuyusuna düşüyordum. Karanlıktır ve orada size yardım edecek kimse yoktur. Acınızla bir başınıza oturursunuz. Yıkılmıştım. Sabaha kadar bir şişe votka içmiş, yüksek sesli müzik eşliğinde ağlamıştım. Gözyaşlarımın alkole karışıyordu. Yaşlar yanaklarımdan süzüldükçe içimde öfke volkanı patlıyordu. Ona küfürler ediyordum. Aklıma gelen en adi, en utanılası sözleri söylüyordum. Ardından da yüzünü ve güzel günlerimizi hatırlıyor, onu ne kadar çok sevdiğimi söylüyordum kendime. Ne acınası anlardı…
Bir hafta boyunca her dakika bana geri dönmesini bekledim. Umudu bu kadar sömüreceğim aklıma gelmezdi. Sömürgecilerin kralıdır umut. Fakat biliyordum gelicekti Ezgi. Bundan emindim. Bana geri dönecekti. Yaptığı hatayı anlıycak ve benim farkımı görecekti. Koşarak gelecek, benden özür dileyecek ve onu affetmemi istiycekti. Önce sert yapıcaktım. Fakat sonra gözyaşlarına dayanamayarak ona sarılacak ve ateşli bir şekilde yapışacaktım dolgun dudaklarına. Ardından ateşli bir barışma seksi. Fakat öyle olmadı. Gelmedi. Hiç dönmedi Ezgi.
İkinci hafta daha az düşünür oldum onu. Artık aklıma sadece sevişmelerimiz geliyordu. Sonra renkli küçük külotlarını artık benim için giymediği gerçeğini hatırlıyordum. Canım tekrar sıkılıyordu. Bu düşüncelerle ayaklarım isyan edene kadar saatlerce sokaklarda dolaşıyordum.
Birkaç gün sonra at yarışlarından iyi bir bahis kazandım. Beni zengin etmezdi. Fakat insanların bir ay boyunca, günde sekiz saat çalışarak kazandığı ücreti ben birkaç dakika içinde kazanmıştım. Küçümsemek kadere ihanet olurdu. Rastlantısal bir formül deniyordum ve tutmuştu. Böyle bir hafızam vardı işte. Sürekli tekrarlanan olayları seçebilen ve diğer olasılıklardan ayırabilen bir şekilde çalışıyordu beynim. İstanbul yarışlarında, sık kazanan bazı jokeylerin start aldığı kulvar numaraları ve bindikleri atların forma numaraları genellikle aynı oluyordu. Bu ayrıntıyı farketmiştim. Bunun gibi bir kaç rastantısal olay daha yakalamıştım. Yeni bir buluş değildi. Benden önce de deneyen insanlar olduğuna emindim. Ama inanan ve oynayan var mıydı bilmiyorum. Ben inandım, oynadım ve kazandım.
Ertesi gün öğlen vakti bayiye giderek paramı aldım. Cebim doymuştu. Dolu bir ceple ve sahip olduğum satın alma gücünü bilerek dolaşmak zevkliydi. Aklıma alışveriş yapmak geldi. Fakat daha sonra vazgeçtim. Bu parayı Ezgi’yle beraber harcamak istiyordum. Kapısına gidip: “Hadi hazırlan, seni şehrin en pahalı restoranına götürüyorum!” demek geldi içimden. Fakat gerçek hiç gecikmez, hemen yanınıza gelirdi. Geldi de. Ezgi ve yeni muhasebeci sevgilisinin, Ezgi’nin çift kişilik yatağında neler yaptıkları geldi aklıma. Canım sıkılmıştı. İşte o gün paranın acıyı unutmak için ne kadar etkili bir güç olduğunu fark ettim.
Evet, parayla saadet olmazdı. Herkes bu klişe lafı söylüyordu. Bilinen bir gerçekti. Fakat gözden kaçırdıkları bir şey vardı. Ve o daha gerçekti. Para, size mutsuzluğun verdiği acıları unutturabilirdi. Veya bu acıları en az dozda hissetmeniz için size iyi bir ağrı kesici etki sağlayabilirdi. Eğer cebimde bu para olmasaydı, kalbim acı içinde, karnım acıkana kadar sokaklarda dolaşacak, ardından evime giderek dünden kalan şarabıma yumulacak, sigaramı idareli içmeye çalışacaktım. Belki de acı gerekliydi. Bir yazarın dediği gibi “Acılar olmasa, şair ne yapardı?” Ama bu kadar değil…
Daha farklı olmuştu her şey. Önce büyük alışveriş merkezine gittim. Şu avm denen yere. Yemek yiyeceğim restoranı seçmek zor ve zaman alıcıydı. O kadar çok seçeneğim vardı ki. Önceden gideceğim yerler belliydi. Fazla düşünmeye gerek kalmıyordu. Fakat şimdi cebimdeki parayla birlikte seçeneklerimde artmıştı. Pahalı bir restorana girip karnımı doyurdum. Ardından tatlı yiyebileceğim ve fincanına çift haneli rakamlar ödeyip aromalı kahveler içebileceğim bir kafeye girdim.
Daha çok çiftler vardı içerde. Sevgili veya arkadaş. Karşımdaki masada hoş bir kız ve genç çocuk oturuyordu. Çocuk sürekli heyecanla birşeyler anlatıyordu. Fakat kız gözlerini tabağındaki lezzetli ve büyük ihtimalle çocuktan daha güzel olan limonlu tatlıdan ayıramıyordu. Tatlı ona daha çok zevk veriyordu. Arada ayıp olmasın diye çocuğun yüzüne bakıyor, ağzındaki harika tatla hafif bir şekilde gülümsüyordu. Sonra içerideki insanlarda garip bir hava sezdim. Yüzlerinde bir bezginlik, bıkkınlık, bir aşağılama vardı. Hiçbir şeyden memnun değillerdi. Kimse gülmüyordu. Sanki oturdukları kafe onlarınmış gibi davranıyorlardı. Garsonlara hitapları canımı sıkmıştı. Köleliğin kaldırıldığını bilmiyorlar mıydı? Ya da ben bildiğimi sanacak kadar saf mıydım! Ödedikleri paralar arttıkça insanlar sahiplenme duygusunu abartırdı. Oysa her sabah klozete oturduklarında durum eşitleniyordu. Bir parça bok, onlara ne olduklarını hatırlatmaya yeter genellikle. İnsanlar canımı daha fazla sıkmadan çıktım oradan.
Sigaram bitmişti. Bir tütün dükkanına girdim. İki tabakada kuru puro aldım. Bir karton sigara stok yaptım. Elimde sağlığı tehdit eden ve üzerinde öldürür yazan bütün maddeler vardı.Yaşamsal ihtiyaçlarımın içinde olduğu alışveriş torbalarımı sallayarak geziyordum alışveriş merkezinde. Sonra sinemanın önüne geldim. Sıkılmıştım. Bir filme girmeye karar verdim. Ve girdim…
İşte bu düşüncelerle içtim sigaramı. Sonra saate baktım. 08.05’ti. Ardından Ceren’e baktım. Hafif bir horlama ile uyuyordu. Pazar sabahı için daha iyi bir şey yoktu. Ben de yatağın içine girdim ve kadınıma arkasından sarılarak dayadım. Uyumak için iyi pozisyondu. Hemen uyurum. Öyle de oldu…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.