5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3915
Okunma
Dövünüyordu kadın kocasının tabutu başında: “İki hayırsız çocukla...” İki damla yaş bile yoktu gözlerinde. Neye sevinip neye üzüldüğü hiç anlaşılmazdı. Yüzünde hep o ağlamaklı garip ifade olurdu çünkü. Yeni yitirmişti kocasını. Acısı tazeydi. Ama o kocasını yitirmenin acısından çok başına kaldığını düşündüğü iki erkek evlattan neler çekeceğinin hesabını yapıyordu şimdiden. Oysa biri daha yeni yeni ergenlik çağına girmek üzereydi diğeri ise henüz çocuk sayılırdı.
Resmi bir devlet dairesinde çalışıyordu. Hem uzaktan akraba oldukları kocasının hem kendisinin bu zor günlerinde acısını paylaşacak ailesine destek olacak yakın akrabaları dostları arkadaşları vardı. Yine de dövünüyordu kadın. Ama yitirdiği kocası için değil!..
Tanınan bilinen bir Yetiştirme Yurdunun müdürlüğünü yapıyordu uzun yıllardır. Her birinin ayrı bir hikayesi ayrı bir dramı vardı. O bunlara inat üstlendiği bu ağır sorumluluğun hakkını vererek imrenilesi bir güzellikte sürdürüyordu görevini. Sevgiyle şefkatle ve ilgiyle kucaklamıştı hepsini. Onurlu dürüst güvenilir ve adil bir insandı o her şeyden önce. Aniden ortaya çıkan hastalığının tedavi süreci de uzun sürmemişti. Sevgi dolu kalbi direnmişti olanca gücüyle onu sevdiklerinden ayırmamak için. Lakin diğer organları ihanet ettiler ona.
Son nefesine değin hep yol gösterici oldu. Önce başkaları için yaşadı. Umudu oldu yarınlarından umudu olmayanların. Sevindirdi. Güldürdü. Kendi yüreği ağlarken belki de...
Sıcak bir yaz sabahında üç kişiydiler mezarın başında. Kadın elindeki dua kitabını okuyordu küçük sesle. Bir erkekle 8-10 yaşlarında gibi görünen bir çocuk da kadının arkasında durmuşlardı yan yana. Genç bir kadın aynı mezara doğru yaklaştı sessiz adımlarla. Kadın başını kitaptan kaldırmadan göz ucuyla baktı gelene. Adam başını hafifçe eğerek selamladı. Çocuk içtenlikle gülümsedi. Okuma bittiğinde üçü de kadınla birlikte ellerini açıp dualarını ettiler içlerinden.
“Merhaba…Ben rahmetlinin uzaktan bir akrabasıyım. Sizler...” dedi bir an duraksayarak ve sürdürdü konuşmasını ardından. “Oldukça geniş bir akraba topluluğumuz var ama ne yazık ki ilişkilerimiz yok denecek kadar zayıf. Hiç görüşemez olduk.” derken yüzünü ince bir keder dalgası yalayıp geçti. Aynı anda onların yüzlerine düşen hüzün gölgelerini fark etti.
“Öyle ki yıllardır hiç karşılaşmadığım, karşılaşsam da birbirimizi tanıyamayacağımızı düşündüğüm yakınlarım var. Sizler de belki...”
“Yok... Biz rahmetliyle akraba değiliz” dedi kadın sıcak bir tebessümle.
“Akraba değiliz ama akrabadan da öteyiz. Kan bağımız yok belki ama can bağımız var onunla bizim. Can bağımız!” Bunları söylerken kutsal bir hazineyi kutsarcasına okşuyordu kabrin toprağını adam.
“Bizi o evlendirdi. Daha nicelerine babalık etti. O Yetiştirme Yurdunun yalnız müdürü değil gerçek babasıydı. Hepimiz onu baba bilirdik. Evlendikten sonra bir zaman İstanbul’da kaldık. Daha sonra beyime İzmir’de iyi bir iş imkanı çıktı. Oraya taşındık. Bizi hiç bırakmadı. Aradı sordu her zaman. Benim burada kimsem yok. Beyimin de birkaç akrabası var o kadar” dedi kadın kocasının sözlerinin ardından.
“İstanbul’a geldikçe önce buraya uğrarız. Bu sefer sırf onu ziyaret için geldik. Bugün onun ölüm yıldönümü. Kabristan ne kadar kalabalıklaşmış böyle. İç içe geçmiş mezarlar. Bulmakta güçlük çektik.” dedi adam.
“Oldukça erken indik otobüsten. Neyse ki yollar kalabalık değildi” dedi kadın iyimser bir tavırla.
“Buradan doğruca bize gideriz. Evim yakın sayılır. Hem biraz dinlenirsiniz hem oturur konuşuruz” dedi içtenlikle.
“Ne iyi olurdu sizinle onu konuşmak. Ama bu akşam yolcuyuz. Bir günlüğüne izin alabildi işinden” dedi kadın kocasına sevgiyle bakarak.
“Bir iki akraba ziyareti yapacağız hazır gelmişken. Bahçelievler’de oturuyorlar. Bu trafikte ancak kapıdan uğrayabileceğiz gibime geliyor.” dedi adam kolundaki saate bakarak.
“Hiç olmazsa bir sabah kahvaltısı yapalım birlikte. Hem bu küçük bey de biraz uyur, dinlenir. Öyle değil mi canikom” dedi kadın bu sevimli çocuğun başını okşarken. Gülümsedi çocuk biraz mahcup. Başını salladı heyecanla.
“Sağ olun var olun. Ama akrabaların haberi var. Onlar da bekliyorlardır şimdi.” dedi adam.
“Söz. Bir dahaki gelişimizde doğrudan doğruya size ineriz” dedi kadın sevgi dolu gözleriyle gözlerinin içine bakarak.
Ev adresini ve telefon numarasını verdi. Onlar da ona. Birlikte çıktılar kabristandan. Ayrı yönlere doğru. Uzun konuşamamışlardı. Fakat o farklı yönlere de gidilse aynı güzellikleri idealleri paylaşan insanların bir gün mutlaka bir yerlerde yollarının yeniden kesişeceğine inanıyordu.
Ne demişti adam? Can bağı! Kan bağı değil! Evet dedi kendi kendine konuşur gibi. Nice kan bağından olanlar var ki can düşmanı gibidirler. Nice can bağından olanlar var ki canını vermek ister o bir nefeslik de olsa fazla yaşasın diye. Bazen yakınlar nasıl da yabancı yabancılar nasıl da yakın oluyorlardı birbirlerine ansızın. Tıpkı insanın kendi toprağında yaşarken kendisini gurbette hissetmek gibi bir şey diye geçirdi içinden. Kemalettin Kamu’nun dizelerinden bestelenmiş çok sevdiği şarkının sözleri dilinde sıcak göz yaşları göz pınarlarımda yürüdü Duvardibini. Ne bir arzum ne emelim/Yaralanmış bir elim/ Ben gurbette değilim/ gurbet benim içimde. Caddeyi geçip orta kapısından girdi Karacaahmet’e bu kez. Yan yana yatan anne-babasının mezarlarını ziyaret etmek niyetiyle.
Kabre ulaşmak için adeta birbirlerine girift olmuş diğer kabirlerin üzerinden yürümesi gerekiyordu maalesef. Kan bağından olan çok yakın akraba oğlunu hatırladı yine. Her ziyaretinde olduğu gibi. Kan Bağı ha…Öyle mi..? dedi neşterler saplanan yüreği sessizce inleyerek.
Yıllar önce babasının vefatında annesi, baba tarafından akraba oldukları bu genç adamdan rica etmişti defin işleriyle ilgilenmesini. O tarihlerde hiç de bu günkü kadar kalabalık olmayan kabristanda bir hayli yürümeyi gerektiren ve oldukça içerlere düşen bu mezar yerini uygun görmüştü amcasına o da. Üstelik mecliste koltuk dışarıda söz sahibi iken. Oysa yıllar sonra kendi annesine tam yol üzerinde bir kabir yerini kolaylıkla bulmuştu. Babasının vefatının akşamı dua sırasında yaşananlar düştü aklına peşi sıra.
Tam yedi hocayla girmişti kapıdan o akşam. Dualar okunmuş helva ve çay ikramının ardından sıra hocalara verilecek zarflara gelmişti. İnsana güven vermeyen soğuk bakışlarını annesinin hazırladığı 7 zarfa küçümser bir ifadeyle bakmış: Altlarında Mercedes arabaları olan İstanbul’un hatta ülkenin en tanınmış hocalarına verilecek 7 ödeme zarfının şişkinliğini az bulmuştu. Buna meclisteki kendi mevkiinin önemini de katarak üzerlerine ilaveler yaptırmıştı besbelli zerrece vicdani rahatsızlık duymadan. Üç yetim çocuk ve iki torunla baş başa kalan kadıncağız kendisine hiç danışılmadan getirilen hocalara verilecek ve belki de kendilerinin bir aylık masraflarını karşılayacak bu 7 beyaz zarfa sessiz suskun bakıyordu öylece. Oysa semt camisinin hocası için tek bir zarfın içindeki meblağın dörtte birinin bile yeterli olacağını iyi biliyorlardı. Babasını düşündü…Bu 6 çocuklu akrabalarının çocuklarını kendi çocuklarından daha üstün tutmuş ölene kadar elini gözünü üstlerinden eksik etmemişti. Komşularının her fırsatta “siz ailece el iyisisiniz komşum el iyisi” demeleri boşuna olmasa gerekti.
Mezarın üzerindeki sulaklardan biri kopmuş, etrafını çevreleyen mermer kemerlerden birisi ortadan ikiye bölünmüştü. Düşündü…Gidenin ardından sayısız hoca da okusa gidenin bu alemdeki karnesine ne bir artı ne bir eksi eklenebilirdi. Ne de giden geri gelirdi. Ancak Kan Bağından olan bu akrabanın hala açık olan dünyevi karnesine verilecek dünyevi notun işlem göreceğine inancı tamdı…