- 1641 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Elbistan’dan İstanbul’a –Mükrimin Halil Yinanç’ın anısına–
Elbistan’dan İstanbul’a
–Mükrimin Halil Yinanç’ın anısına–
Bir şair olarak, ELMÜHAY (Elbistan Mükrimin Halil Yinanç Aile) Vakfı tarafından, Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç’ın vefatının 50. yıldönümü münasebetiyle 25 Şubat 2012 tarihinde İstanbul’da yapılacak olan programa davet edildiğimde, yaşanacak onca güzellikten habersiz, kabul ettiğim davette ne gibi sürprizlerle karşılaşacağımı doğrusu ben de bilmiyordum.
24 Şubat 2012 Cuma saat 16’da hareket eden otobüsün içerisindeki yolcuların tamamı Elbistan’dan İstanbul’a giden davetlilerden oluşuyordu.
İstanbul’a sabah namazı vakti vardık. Namazı Eyüp Sultan camisinde kılmamızla başlayan İstanbul seyahatimiz, Bahçelievler belediyesinin verdiği sabah kahvaltısıyla devam etti. Kahvaltı sonrasında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tahsis ettiği arabalara binilerek Topkapı’ya geçildi; program gereği, Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç’ın Merkezefendi mezarlığında bulunan kabri ziyaret edilerek, Ali Sezer hocamızın Kur’an tilavetinin ardından Fatihalar okundu. Bilahare, mezarlığın yanı başında bulunan Panorama 1453 fetih müzesine geçildi.
Şimdiye kadar görmediğimiz, bir başka görenin anlatmasını da abartılı bulacağımız muhteşem bir görsel zenginlikle karşılaştık. Hoparlörlerden gelen top sesleri, at kişnemeleri, savaş naraları ve nereye dönseniz sizi kuşatan bir savaş sahnesi...
Panorama 1453 tarih müzesi, resmedilen sahneye yakın bir noktaya inşa edilmiş. Müze Topkapı’da, eskiden Trakya otogarının olduğu yere kurulan “Topkapı Kültür Parkı”nda yer almakta. Fethin gerçekleştiği sabah, surlarda top güllelerinin açtığı gediklerden Osmanlı askerlerinin şehre girdikleri, Ulubadlı Hasan’ın surlara şanlı bayrağımızı diktiği, Peygamber Efendimiz’in “Konstantiniyye (İstanbul) muhakkak feth olunacaktır! Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” sözleriyle asırlar öncesinde müjdelediği an resmedilmiş.
Bizi gezdiren rehberin anlattığına göre; 38 metre çapında bir yarım küre içine 8 sanatçının yaptığı resim üç senede tamamlanmış. Resimde 10.000 figüran çizimi yapılmış. Resmin gerçeğe yakın olması için tarihî veriler sıkı bir araştırmadan geçirilmiş. Surların yıkılmış bölümleri dahi rastgele çizilmemiş, hepsi belgelere dayanmakta. İstanbul’un ilk belediye başkanı Hızır Bey’e sunulan surların tamir raporu esas alınmış. Dünyada panoramik resimlerin dairesel biçimde (360 derece) sergilendiği yerler çok. Ancak gökyüzünün de resme dâhil edilerek yarım kürenin tamamının bu boyutlarda sergilendiği tek yer Panorama 1453 müzesi imiş.
Daha sonra, yine İBB’nin arabalarıyla, anma programının yapılacağı, Tünel’in ve İstiklal caddesinin başındaki Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’ne geçildi. Salon mütevazi bir salondu. Elbistanlılar olarak vaktinde varmıştık. Elbistan’da çok da alışık olmadığımız, karşıdaki kişiye verilen değeri hissetmesini sağlamak nezaketini gösteren güler yüzlü, arı-duru insanların arasında geçen her dakikanın bir şey ifade ettiğini her gönül sahibinin kalpten hissettiğini hissediyordum.
Yapılan on dört saatlik yolculuğun yorgunluğunu, bizleri karşılayan sıcak yürekli, temiz yüzlü insanların arasında olmanın verdiği haz unutturmuştu.
Program Prof. Dr. İsmail Kara tarafından yönetilirken açılış konuşmasını Tacettin Yinanç yaptı. Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç’ın manevi oğlu, TBMM genel sekreterliği dahil devletin üst düzey kademelerinde görev yapmış kıymetli bir bürokrat olan Tacettin Yinanç, yapılan programın geç kalınmış bir anma programı olduğunu vurgulayarak katılımcılara teşekkür etti.
Açılış konuşmasının ardından ilk konuşmacı olarak söz isteyen Prof. Dr. Refet Yinanç; -ki kendisi Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç’ın manevi evladıdır- kahırla karışık öfkeli bir konuşma yaptı. Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç’ın Selçuklu-Türk tarihi için ne denli önemli bir isim olduğundan bahseden Refet Hoca, reva görülen vefasızlık karşısında gösterdiği direnci anlattı.
Onun arkasından kürsüye gelen konuşmacılardan Prof. Dr. Fahamettin Başar, Doç. Dr. İlyas Gökhan, mütefekkir-yazar-romancı Mehmet Niyazi ve araştırmacı-yazar Dursun Gürlek’in konuşmalarını nefeslerimizi tutarak dinledik.
Programın teşekkür konuşması kısmında Prof. İsmail Kara; Tarihe Adanmış Bir Ömür: Mükrimin Halil Yinanç (ELMÜHAY Vakfı yayını, İstanbul, 2012, 542 s.) kitabını yazan ve Mükrimin Halil Bey’le ilgili yazıları Dostlarının ve Sevenlerinin Kaleminden Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç (İBB Kültür Müdürlüğü ve ELMÜHAY ortak yayını, İstanbul, 2012, 244 s.) ismiyle derleyen araştırmacı-yazar Ömer Hakan Bey’e de çok teşekkür ederiz” derken İsmail Kara Hoca’nın bakışlarıyla birlikte salonu biz de taradık; lakin Ömer Hakan Özalp o anda salonda yoktu. İsmail Bey, “Ömer Hakan Bey, araştırıp yazmaktan konuşmaya fırsat bulamayan bir kardeşimizdir!” diyerek, başladığı sözünü tamamlıyordu.
Program, birbirinden kıymetli akademisyenlerden oluşan konuşmacıların konuşmaları arasında geçen esprilerle yakalanan havada dikkatler dağılmadan tamamlandı ve dinleyenlerin bilgilenmelerinin yanı sıra hoşça da vakit geçirmeleri sağlandı.
Konuşmacılara ve katkıda bulunanlara verilen plaketlerin ardından, Tarık Zafer Tunaya’daki program sona erdi.
Vakıf yöneticilerinin yanı sıra Abdulvahap Özalp Hocam, Ar-El Üniversitesi sahibi Kemal Gözükara, Muhsin Özalp, Prof. Dr. Nedim Ünal, Elbistanın Sesi yazarlarından Asuman Atasayar Hanımefendi, Abdullah Yinanç, İsmail Kutlu Özalp, Yüksel Kanar, Kerim Keçebir, amca-yeğen Şaban Kurtlar, Özgü Yayınları’ndan Hasan Kurt; Maraş’tan katılan Yaşar Alparslan, Mustafa Kök, Serdar Yakar, Dr. Sadi Günen, Kasım Bal… programda karşılaştığımız hemşerilerimizden bazılarıydı.
Buradan, akşam yemeği için, Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız parkında bulunan Malta köşküne geçildi. İstanbul’a ayak bastığımız andan itibaren bizi çekip içine alan bir rüyaya dönüşmüştü seyahat…
Bugün uğradığımız bu son mekan, kendi diliyle, insanın nelere muktedir olduğunun yanında ne kadar da aciz ve zayıf olduğunu fısıldıyordu kulaklarımıza. Kader denilen yazgı, önüne çıkardığı her fırsat için mutlaka bir bedel ödetmiştir insanoğluna. Haksız da değildir hani…
Bu arada akşam da olmuştu. Elbistan’dan gelen misafirler topluca otele götürüldü. Yorgun olduğumuzdan, bizler için Güngören Nüans otelde ayrılan odalarımıza çekildik.
26 Şubat sabahı 1030’da, otele dönmemek üzere eşyalarımızı alarak ayrıldığımız anda, dönüşün ilk basamağında olduğumuz hissine kapıldım. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bizim için tahsis ettiği araç surların yanından bir su gibi akıp geçerken rehberimiz geçtiğimiz güzergâhta yeralan görülmeye değer tarihî eser ve üniversiteleri isimleriyle sayıyor ve az da olsa malumat veriyordu.
Nihayet Sultanahmed’e ulaştık. Sağ tarafta Ayasofya, sol tarafta Sultanahmet camii… Bu iki muhteşem eserin arasından geçerken, ne yalan söyleyeyim, ellerimi açarak her ikisini de kucaklamak geçti içimden. Arabamız durduğunda, İstanbul’daki en büyük kapalı sarnıcın, Yerebatan sarnıcının giriş kapısında bulunuyorduk. Ayasofya’nın batısındaki küçük bir girişten içeri girdik.
Burada sözü yine rehberimize bırakalım. Yerebatan sarnıcı 9.800 m2’lik bir alanı kapsayan dev bir yapıdır. Burada her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Belirli aralıklarla dikilen bu sütunlar, her sırada 28 tane olmak üzere 12 sıra meydana getirmektedir. Suyun içerisinde yükselen bu sütunlar uçsuz bucaksız bir ormanı hatırlatmaktadır. Ziyaretçiyi sarnıca girer girmez etkileyen mekanın tavanı tuğla örülü, çapraz tonozludur. Zamanında civarındaki bir bazilikadan dolayı bu isimle anılmıştır. Tarihî yarımadanın ortasında bulunan Yerebatan sarnıcı, M.S. 542 yılında Bizans imparatoru I. Justinianus (527-565) tarafından Büyük sarayın su ihtiyacını karşılamak üzere yaptırılmıştır. Suyun içinden yükselen mermer sütunların ihtişamından dolayı halk tarafından Yerebatan sarayı olarak da anılmaktadır.
Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa başı Roma çağı heykeltıraşlık sanatının şaheser örneklerinden biridir. Bu Medusa başını buraya koyarak hristiyanların, pagan dininin kalıntılarını ebediyyen su altına gömmeyi amaçladıkları da düşünülmektedir. Medusa’yla ilgili mitolojiye dayandırılan birçok efsane bu sarnıcı daha da gizemli kılar. Bir söylenceye göre Medusa yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgona’dan biridir. Bu üç kız kardeşten yılanbaşlı Medusa kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. O dönemde büyük yapıları ve özel yerleri kötülüklerden korumak amacıyla Gorgona kafalarının resim ve heykellerinin konulduğu, Medusa’nın da bu düşünceyle buraya yerleştirildiği zannedilmektedir. Bir başka rivayete göre Medusa siyah gözleri, uzun saçları ve güzel vücudu ile övünen bir kızdı. Uzun zamandan beri Zeus’un oğlu Perseus’u sevmektedir. Bu arada Athene de Perseus’u sevmekte ve Medusa’yı kıskanmaktadır. Bunun için Athene, Medusa’nın saçlarını korkunç yılanlar biçimine sokar. Artık Medusa kime baksa taş kesilir. Daha sonra onu bu haliyle gören Perseus Medusa’nın büyülendiğini düşünerek başını keser, kesik başı eline alıp düşmanlarını taşa çevirerek birçok savaşlar kazanır. Bu vakadan sonra Medusa’nın eski Bizans’ta kılıç kabzalarına ve sütun kaidelerine ters ve yan olarak işlendiği söylenmektedir.
Sarnıç, kurulduğundan günümüze kadar çeşitli onarımlardan geçmiştir. Osmanlı imparatorluğu döneminde iki defa restore edilen sarnıcın ilk onarımı III. Ahmed zamanında (1723) mimar Kayserili Mehmed Ağa tarafından yapılmıştır. İkinci onarım ise Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) zamanında olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise 1987’de İstanbul belediyesi tarafından temizlenmek ve bir gezi platformu yapılmak suretiyle ziyarete açılmıştır. 1994 Mayısı’nda yeniden büyük bir temizlik ve bakımdan geçmiştir.
Burası için ayrılan süre sona erdiğinde, rehber “Şimdi Miniatürk’e gideceğiz!” dedi. Bununla birlikte, yolumuzun üzerinde bulunan Gülhane parkında küçük ve güzel bir gezinti yapmayı da ihmal etmedik.
Miniatürk’e vardığımızda, ellerimize, nüfus cüzdanı büyüklüğünde, bir tarafı barkotlu özel okutma kartları tutuşturulmak ve saat ikide toplanacağımız belirtilmek suretiyle serbest bırakıldık.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kurduğu Miniatürk’te Türkiye’nin dört bir yanından seçilen tarih, kültür ve sanat eserlerinin maketleri bulunuyor. Antikçağ’dan Bizans’a, Selçuklu’dan Osmanlı’ya 3000 yıllık tarih ve kültür mirasımız Haliç kıyısına taşınmış. Kendi içinde kapalı “masalsı” bir ortam yaratmayı hedefleyen Miniatürk, Anadolu, İstanbul ve eski Osmanlı coğrafyasından eserlerin oluşturduğu üç ana bölümden oluşuyor.
Proje, Haliç’i arıtmak ve çevresini eski görkemine kavuşturmak için İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından sürdürülen dönüşüm projesinin de önemli bir parçasını oluşturmaktadır.
Maketi yapılan 1/25 ölçekli eser ve nesneler arasında Alman çeşmesi, Anadolu hisarı, Aspendos, Aya İrini, Anıtkabir, Ayasofya, Bursa ulucamii, Çanakkale şehitleri anıtı, Divriği ulucamii, Efes Celsus kütüphanesi, İzmir saat kulesi, Meryem Ana kilisesi, Mostar köprüsü, Pamukkale, peribacaları, Safranbolu evleri... gibi 105 eser bulunuyor. Bu eserlerin bir kısmının yapımı halen devam etmektedir.
Darende’deki Somuncubaba külliyesinin de yer aldığı bu kültür parkında, gözlerimiz, kimi uzmanlarınca Osmanlı cami mimarisinin kaynağı sayılan Elbistan ulucamiinin maketini de aradı. Ancak, boşuna…
Kuşbakışı izlenebilmesi için seyir terasları da bulunmakta. Alanda, her maketi yakından inceleme olanağı sağlayan yürüyüş aksı ile özellikle çocukların ilgisini canlı tutmayı hedefleyen ve daha hızlı bir tur imkanı sağlayan minyatür tren de var. Yapay bir gölün üzerinde yer alan 42 metre uzunluğundaki Boğaz köprüsü üzerinde yürünebiliyor. Kız kulesi, Osmanlı kadırgası ve deniz araçlarını kuşbakışı izleyebiliyorsunuz. Seyir terasının yanında yer alan restoran ve kafeterya ise yorulanlar ve Miniatürk’ün tadını çıkartmak isteyenler için düşünülmüş. Haliç ve Miniatürk manzaralı restoranda Türk ve dünya mutfaklarından yemekler bulunuyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce kurulan stantlarda İstanbul ve İstanbullular için yapılan çalışmaların –işini iyi bilen spiker edalı bayan sunucunun eşliğinde– anlatıldıktan sonra, tekneyle boğaz turu için istikamet belirlenmiş oldu.
Seyyah-ı âlem Evliya Çelebi’nin seyahatlerine başlamasına neden olan rüyayı gördüğü cami olarak bilinen Eminönü’ndeki Ahi Çelebi camisinde ikindi namazları kılındıktan sonra saat on altıda Eminönü iskelesinde bizi bekleyen tekneye binerek İstanbul boğazına açıldık. Tekne boğazın sakin görünüşlü sularında ağır ağır ilerlerken, bizlere, seyrine doyulmaz manzaraları seyretmek kalıyordu. Akşam yemeği vakti gelip çattığında teknede –daha önceden tekneye alınarak misafirlere ikram edilecek olan yemekler– tatlı bir telaşın eşliğinde masalara servis edilmeye başladı. Teknede olan herkes o ânın keyfini çıkarmaya çalışıyor; kimileri resim çektirirken, kimileri de resim çekiyordu. Kısacası, İstanbul’da Elbistanlı olmanın ayrıcalığını yaşıyorduk…
Tam boğazın ortasında Tacettin Yinanç, Ömer Hakan Özalp, Yaşar Alparslan, Fatih Köşker, Serdar Yakar, Mehmet Yinanç, İlyas Gökhan, Mustafa Kök, Yaşar Özkara ve Reşit Yinanç tarafından programla ilgili birer konuşma yapıldı.
Eminönü’nden başlayan turumuz; Galata köprüsünün altından geçilerek Avrupa kıyılarını takiben Karaköy, Tophane, Kabataş, Dolmabahçe, Beşiktaş, Ortaköy, Sarıyer ve Rumelihisarı’na kadar sürdü. Dönüş karşı-Anadolu kıyılarından; Anadoluhisarı, Kandilli, Çengelköy, Beylerbeyi, Kuzguncuk, Üsküdar, Salacak önlerinden oldu. Dolmabahçe ve Çırağan sarayları, Fatih Sultan Mehmed köprüsü, Galatasaray adası, Anadolu ve Rumeli hisarları, Küçüksu kasrı, Kuleli askerî lisesi, camiler, yalılar ve nihayet Kız kulesi bellibaşlı akılda kalanlardır. Turumuz, başladığı yer olan Eminönü iskelesinde son buldu.
Dönüş yolunun uzunluğundan dolayı kısa kesilmek durumunda kalınan tur burada bitmişti. Geride kalanlarla vedalaşarak, otobüsümüze binmek üzere arabalara atladık.
Tadı damağımızda kalan seyahatimiz, güzel anılarımız arasındaki yerini almış oldu. Bu yazı işte bu zevkin ürünüdür.
Başta, Mehmet Yinanç’ın şahsında, bize bu ayrıcalığı yaşatan ELMÜHAY Vakfı yetkilileri olmak üzere Prof. Dr. Refet Yinanç’la Tacettin Yinanç’a; vardığımız andan itibaren yakın ilgi ve alakasını esirgemeyen Ömer Hakan Özalp’a; programa davet eden Sabahattin Yinanç ve Reşit Yinanç’a; Elbistan’dan başlayan yolculuğu gidiş ve dönüşte yan yana yaptığımız Kasım Bal’a ve nihayet tüm Yinanç ailesi ile, bizimle özel olarak ilgilenen Uğur Yinanç ve Nurullah Erkılıç’a ve bu yolculukta bizlerle olan gönül dostlarına teşekkür ederim.
Bunca güzelliklerin yaşanmasına vesile olan Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç’ı da rahmetle anıyor, yattığın yer nur olsun diyorum.
Şair Mehmet Gözükara
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.