- 553 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Düş/tü
Yoluna çıkan ve çıkacak olan tehlikeleri umursamayacaktı. Her şeyin ne kadar basit ve ne kadar anlamsız olduğunu kaç gecenin sabahında kabullenmişti. Hiçbir suret ne yolundan döndürecekti ne de alıkoyacaktı yalanların arasına.
Siz kaç sabah ayazının o mükemmel soğukluğunu çektiniz içinize?- demişti.
Her sabah uykusuzluğuna yenik düşüp kendini balkona attığını anlatmak istercesine. Yakarışları yalnızca tanrıyaydı. Tanrıydı medet umduğu. Onun içindi ellerini göğe kaldırıp,
-Ya medet! Diye haykırması.
Yatağının başucuna asılmış saatin her sabah O’nu göstermesiyle başlıyordu içinde fırtınalar ve dönüşsüz bir yolda kaybolma arzusu. Her rüya anlamsızdı görülünce. İnsanlar bozuk düzenin bir parçasıydı yalnızca. Ne yalan barındırırdı düşlerdeki ne de gerçekti aslında. Bazen bozuk bir düzenin parçası olmaktan utanırdı. Düzeni bozan bir parça. Onun içindi elleriyle yüzünü avuçlayıp,
“kendini soyutlaması insanlardan.”
Ne çok sözü vardı oysa Söylenmeyi bekleyen. Dinleyen biri çıkacak da içindeki sırrı söylemeyi başaracak umudu vardı her şeyden önce. Bitik bir kalemin yitip giden mürekkebi gibiydi sözler ve cümleler. Yalan olan her şey aslında bir parçasıydı anlamın. Dizlerinin bağını çözecek kadar yürümeyi ve gördüğü düşleri unutacak kadar uyumayı. Ne denirdi, rüyayla hayatın birbirine karışmasına. Bir açıklaması olmalıydı iki rüyayı da bir hayatın içinde yaşamanın. Aslında yaşadıklarımız da bir rüyadan ibaretti. Bunun doğru olduğunu yalnızca bebekler anlatırdı bize. Saatlerce hatta aylarca yalnızca uyuyup sevilen bebekler. Sevmek isteyip üzerine çullandığımızda,
-“Bırak uyusun.” İkazları uzaklaştırmıyor muydu bizi kendisine. Ve hayattan soyutlamıyor muyduk küçük bedenleri. Uyusunlar da büyüsünler diye. Bütün ninnilerin anlamı bunda gizliydi aslında.
Bu rüyanın bitmesini bir yalnızlar isterdi bir de kimsesizler. Ana avrat sövüp sayan ve bütün dünyayı evi gibi her mevsiminde apaçık yaşayan kimse “siz”ler.
Ve eksik olduğunu anlardı her uyanışında yanında istediği insanı görememek. Anlamsızlığını hissettirirdi hayatın. Saatler hep aynı şeyi söyler gibi, şarkılar hep aynı melodide.
Nasıl yaşamalıydı böyle?
Hep aynı şeyleri yaparak, müzik dinleyerek, yemek yiyerek, aynı yerlere giderek, aynı insanlarla sohbet ederek ne kadar sürerdi bu? Şimdi hayatın hangi anlamını yüklemeliydik kendimize. Bizi biz yapan hangi şarkıyı bulup dinlemeliydik?
Kitaplığın hep en üst rafında duran kişisel gelişim kitapları yeter miydi içimizdeki boşluğu doldurmaya?
"Sureti hep güzel gibi görünse de,
Acılar çekilirdi kimsesizler ülkesinde.
Yalnızlar hep darağacı ipinin gölgesinde
İdam ederlerdi hayallerini."
Susarken bile konuşabilmeyi başarırdık bazen. Gözler çok şey anlatırdı aslında, görmesini bilene.
Ne anlatabilirdi insanlara kendi derdinden başka, kim anlardı onu?
Yanı başındaki “Ayrılık Valsi” ni okumaya devam etti. Kısa bir düşünce onu sarsılmaz bir döngüye itti. Okuduğu kitap karakterine mi anlatmalıydı sırrını. Nasıl bir tepki verirdi içinde yer etmiş o koca şeye.
Bir ‘Olric’ de onda mı vardı?
Hangi kimyasal onu yerle bir ederdi içinde. Ne derdi oysa doğallığı her zaman savunan insanlar;
“En iyi doktor yine insanın kendisidir.”
Yalandı işte!
Hastane odaları niye tıklım tıklım dolu? Göğüs hastalıkları kliniği niye her akşam hayatını sonlandıran bir insanı uğurluyor sessiz çığlıkların arasından. Oysa güler yüzlü amca sabahında istemiyor muydu o klinikten kurtulmayı. Hayata yeniden sarılıp sevdiği insanla uyumayı, torunlarını sevmeyi, onları parka götürüp pamuk şekerle mutlu etmeyi.
“Ulan it” diye azarlanan bir manav çırağının en büyük hayali değil miydi ustalıkla çizdiği çizgilerle övünerek mühendis olabilmek.
Elini kalbine götürdü, kalbinin sesini dinledi. Ne kadar hızlı çarpıyordu böyle. Ne kadar yalın ve eşit aralıklı. Çözmek mi zordu yoksa onu soru işaretleriyle bırakmak mı?
Sessizlik dağılırdı birden bire. Uykular yarım kalırdı ama değerdi, bir nebze olsun uyumak için. Nefes alışları bile duyulurdu yan komşunun. Hayat kendisini yeteri kadar belli ettiğinde tüm çığlıklar sessiz konuşmalara dönerdi.
Onu götüren hayatı ilk kez lanetlemedi. Ağzındaki tükürükler ilk kez belli etmedi kendini. Gözyaşlarına olan kini bu kez yenilmişti masumiyetine.
“Hayat hangi türküyü söylerse söylesin bağlamayı çalandaydı marifet.”
Süslemeleriydi insanın içindeki öteki beni çıkaran güç.
Yalnızlığı güçlü kılan tek olmaktı işte. Cam kenarını seçmek de manzarayı görmek arzusundan değildi.
Kimseler bilemezdi, bilemeyecekti de. O hep içinde, hep sol tarafta, kaburgasını burgaçlayan kalbinin içinde olacaktı. Sol kolunu zorlayan bir düşe de yenilmeyecekti daha.
O sırrı kimse bilemeyecekti hala kökünde onlarca şeyi barındıran yüz yıllık çınardan başka.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.