KATSAYIYI KALDIRMA, KADEMELİ EĞİTİM MESLEKİ EĞİTİME ÇARE Mİ? /Ali TÜRER
AKP hükümeti, meslek eğitimin önündeki engeli önce meslek liseleri önüne konan katsayı olarak ilan etti. Yetmedi, şimdi de baş suçlu olarak sekiz yıllık zorunlu eğitimi gösteriyor. İmam Hatiplerin önünü açmakla mesleki eğitimin de önünü açmış olacak. Mantık bu. Aslında mesleki kimlik sahibi insan yetiştirme gibi bir düşünceye ne kadar yabancı olduğunu ilan etmiş oluyor. Olan Türkiye’ye oluyor. Türkiye zaman kaybediyor.
Meslek kavramının içini sadece, geçimi sağlayacak araç olarak doldurmak yanlıştır. Meslek, yaşamı belirli bir kalitede sürdürme aracı olmanın yanı sıra, sosyal ve psikolojik ihtiyaçların karşılandığı, yaşamdan doyum sağladığımız bir alandır. Sevdiğimiz bir işi, elverişli koşullarda yapabiliyor olmamız ve yaptığımız işin toplumun belirli bir gereksinimini karşılıyor olması, yaptığımız iş ile toplumda kabul ve saygı görmemiz; bizi biz yapan, bizi yaşama bağlayan olgulardır. Mesleğini severek yapıyor olmak, iyi yapıyor olmak, diğer insanlarında bunu paylaşıyor olması insanımız için övünç kaynağı olmalıdır. O nedenle mesleki algının bireyin kendini ifade ediş biçimi, yaşam biçimi, insanın yaşamını anlamlandırma biçimi olarak ortaya çıkması mesleki kimlik olarak ifade edilir.
Mesleki kimlik algısı gelişmiş toplumlarda iş bölümü, uzmanlaşma, uzmanlaşmaya olan saygı, emeğe saygı dolayısı ile insana saygı daha da gelişmiştir. Oysa ülkemizde insanımız kendisini tanımlarken mesleğini değil, aidiyetini öne çıkarır. Sen kimsin diye sor: Ya “elhamdülillah Müslüman’ım” ya da “Türk’üm” diye yanıt verir. Türkiye’de hoşgörünün, karşılıklı haklara saygının, empatik ilişkinin yeterince gelişememiş olmasının nedenlerine bir de bu açıdan bakmak gerekir.
Mesleki Teknik Eğitimin yeniden yapılandırılması sorununu, ciddi anlamda ilk 1981 yılında toplanan onuncu Milli Eğitim Şurası’nda masaya yatırdık. Aradan otuz yıl geçti. Hala tartışıyoruz. Sonuç alıcı bir adım atamadık. Neden? Mesleki, teknik eğitim konusunu çağdaş demokratik, katılımcı bir Türkiye’yi hedefleyen bütünsel bir eğitim anlayışıyla henüz ele alamıyoruz da ondan.
Ne demek istediğimi kısaca açıklayayım.
On sekizinci yüzyılın sonunda devletin çözülmekte olduğu ayan beyan ortaya çıkınca, payandasını askeri örgütlenmede bulan merkeziyetçi devlet geleneği içinde çareyi; devlete sahip çıkacak, devleti ayakta tutacak kurtarıcılar yetiştirmede aradık. Batılı tarzda modern okulları, (aslında Batı’da ortaya çıkandan çok farklı biçimde) bu amaçla oluşturduk.
İdadi ve sultanilerin İstanbul dışında II. Abdülhamit döneminde Anadolu’da yaygınlaşması da merkeziyetçi geleneği yeni tarzda kurmak, sağlamlaştırmak ile ilgiliydi. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren ziraat, demiryolu, telgraf, denizcilik gibi pek çok alanda ortaokul düzeyinde okul açıldı. Fakat bunların hepsi sonuçta devlete memur yetiştiren okullardı. Gerçek anlamda öğrenciyi hayata hazırlayan okulları 1860’lı yıllarda “Islahhane” adıyla Mithat Paşa açtı. Ama bu okullar da ekonomik-sosyal yaşamda çeşitlenen ihtiyaçları karşılamak amacıyla değil; öksüz, yetim ya da kimsesiz çocukları bir meslek sahibi yapma amacıyla hayır işlemek için kurulmuş okullardı.
Cumhuriyet yıllarına gelelim.
Mesleki ve Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü 1933 yılında kuruldu. 1950’lilerden itibaren Türkiye yavaş yavaş tek partili siyasal sistemden çıktı; dışa açılmaya, özel girişimci yetiştirmeye önem vermeye başladı. Fakat buna karşın 1980 yılına kadar mesleki okullaşma boyutunda ciddi bir gelişme olmadı. Çünkü 1930-1940’lı yıllarda mesleki eğitim alanında atılan adımlar, “mesleki kişilik” sahibi birey yetiştirmek için atılmadı. Liselere yönelik talebin önüne, bu talebi başka bir kapıya yönlendirerek geçmek için atıldı.
Kalkınma planlarına hedefler koyduk, hep kâğıt üstünde kaldı. VII. beş yıllık kalkınma planında, mesleki teknik eğitimde okullaşma oranının 2000’de %34.5 olması hedeflenmişti. %22’de kaldı. Böyle olunca VIII. Kalkınma planında bu hedef aynen korundu. 2009 itibariyle Ortaöğretimde net okullaşma oranı genel ortaöğretimde %33,5 mesleki ve teknik ortaöğretimde %25 olmak üzere ortaöğretim kademesinde %58,50’lardadır. Henüz VII. Kalkınma planının hedefine ulaşamamış iken, Dokuzuncu Kalkınma Planında 2013 sonunda brüt okullaşma oranı üzerinden (%100) genel ortaöğretimde %47,2 mesleki ve teknik ortaöğretimde %52,8 hedef olarak belirlendi. Oysa bugün mesleki eğitime devam eden öğrenci sayısı bütün ortaöğretimin hala %43’ü düzeyindedir. Hâlbuki Avrupa Birliği’ne katılma çabası içinde olan Türkiye’nin genel ortaöğretim içindeki mesleki teknik öğretimin payını %65’e çekmesi gerekir.
Bu %43’ün içinde meslek okulu olup olmadığına bir türlü karar veremediğimiz İmam-Hatip Lisesi öğrencileri de var. Meslek okullarından mezun olan gençlerimizin önemli bölümü okullarda öğrettiğimiz mesleği yapmıyorlar; üniversiteden mezun ettiklerimizin önemli bir kısmı da öyle. Üniversite mezunlarını yeniden meslek edindirme kurslarına alıyoruz. Elinde belgesi olmadan su tesisatçılığı yapan arkeologlarımız var. Polislik yapan, güvenlik görevlisi olan matematik öğretmenlerimiz, fizikçilerimiz, kimyacılarımız az değil. Baloğlu 1990 da yaptığı araştırmada (sanıyorum TÜSİAD için yapmıştı) her yüz kişiden doksan beşinin herhangi bir mesleğe hazırlanmadan yaşama atıldığını saptamıştı.
2001 yılında mesleki teknik eğitim ile ilgili önemli bir yasa çıkardık. 4702 sayılı kanun mesleki okullardan mezun olanlara kendi alanlarında yüksek öğretim yapma kolaylığı getirdi. Milli Eğitim Bakanlığı merkez ve taşra örgütlerinde “Mesleki Eğitim Kurulları” oluşturuldu. Belirli bir sayının üzerinde işçi çalıştıran işyerlerinde mesleki eğitim yaptırılması, iş yerlerinin yalnızca mesleki eğitim görenleri istihdam etmesi, mesleki eğitimin denetimine ilgili sektörlerin de katılması gibi önemli düzenlemeler getirdi. Fakat yasa, çıkarılması gereken yönetmelikler ile desteklenmeyince işlevsel hale gelemedi. Meslek okullarından öğrenciler, alt yapıları gerektiği gibi oluşmadan doğrudan Meslek Yüksek okullarına alındı. Böyle olunca bu okullarda programlar uygulanamaz hale geldi. Bölgelerde kurum yöneticilerinden direktifle oluşturulan Mesleki Eğitim Kurullarında havanda su dövüldü; bölge gelişimine ciddi bir katkıda bulunamadılar.
Neden? Çünkü yasanın arkasında bu yasayı işlevsel hale getirecek mesleki kişilik sahibi, düşünen, sorgulayan, sorumluluk alan, risk alan, insan haklarına, bütün kültürlere saygılı, uzlaşmaya yatkın, yaratıcı, üretici nitelikli insan yetiştirmeye dönük bir zihniyet yoktu da ondan. Yasa çıkarmakla iş bitmiyor. Yasanın hangi anlayışla çıkarıldığı, hangi anlayış içinde uygulandığı da önemli.
Osmanlıda hâkim olan ilişkiler, padişah-kapıkulu, şeyh-mürit, usta-çırak, hoca-talebe arasında belirli bir statükoya dayalı “anı-daim”i ayakta tutmaya dayalı birebir ilişkilerdi. Bu ilişkiler, modernleşme sürecinde özel olarak memur ile amir, genel olarak vatandaş ile devlet arasında sistemi birlik halinde tutacak, sistemde karmaşayı önleyecek biçiminde yeni tarzda üretilmeye çalışıldı. Bu nedenle gerek cumhuriyet öncesinde olsun, gerek cumhuriyet sonrasında olsun; eğitimimiz hep tek tip insan yetiştirmeye dönük bir yolda yürüdü.
Tek tip insan yetiştirmeye dönük bir anlayış içinde yaşamı canlandıracak, kişiliğini mesleki yaşam içinde bulacak, ürettiğinden haz duyacak, gönenecek, ürettiği ile kendini tanımlayacak, gerektiğinde risk alacak, kendini geliştirme sorumluluğunu üstlenecek mesleki kişilik sahibi bir insan yetiştirmek mümkün değildir. Ancak işte böyle, aidiyet duygusu güçlü, kendini ait oldukları kimlikle tanımlayan insanlar yetiştirirsiniz.
Yaşamın içindeki her meslek belgeye bağlanmadan, mesleklerin standartları belirlenip belirli bir eğitim programına bağlanmadan, programlar yeterince çeşitlendirilmeden ne yapılırsa yapılsın gerek ilköğretimde gerekse ortaöğretimde mesleğe yönlendirme sorunu çözülemez. Evimize gelen sucudan, elektrikçiden örgün eğitim içinde verilmiş mesleki yeterlilik belgesi isteyemiyorsak; fatura isteyemiyorsak; ilköğretimde de, orta öğretimde de öğrenciyi sağlıklı yönlendirdiğimizi iddia edemeyiz. Bunları böylesine birbiriyle bağlantılı bir biçimde ele almak ve düşünmek durumundayız.
Sonuç olarak sorunun temelinde, eğitim anlayışımız içinde öğretim kurumlarının amacının, ekonomik-sosyal yaşamda yüklendikleri misyonun zamanla giderek belirsiz hale gelmiş olması, silikleşmesi yatmaktadır. Okul reformu bir bütündür. Öncelikle her öğretim kurumunun amacı, hayat içinde yükleneceği misyon; sağa sola çekilmeden olması gerektiği gibi belirlenmelidir. Genel olarak orta öğretimde, özel olarak akademik orta öğretim ve mesleki öğretimde okullaşma; akılcı, mesleki yaşamı canlandıracak, devlet memuru olmayı özendirmeyecek bir biçimde, bütünsellik içinde, yeniden yapılandırılmalıdır.
Sorunun çözülme sürecine; merkeziyetçi devlet geleneğinin gözden geçirilmesinden tutunda, devletin belirleyici istihdam kaynağı olmaktan çıkmasına; tüketen toplumdan üreten topluma dönüşmeye; bireysel üretme, yaratma heyecanının toplumda uyandırılmasına; kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınmasına; yeni bir anayasa hazırlanmasına kadar; çağdaş devlet olma ile ilgili pek çok adımın katkısı olacağını görmek gerekir.
Örneğin “Meslek Okulları” İl Genel Meclisi bünyesinde Ticaret odası, Sanayi odası, Esnaf Dernekleri Başkanlığı, Organize Sanayi Bölgesi Müdürlüğü, Yerel Yönetim, Üniversite, İl Genel Meclisi ve Valilik gibi bölgenin belli dinamiklerinin temsil edildiği Bölge Meslek Kurulu bünyesinde örgütlenecek bir okullaşma olarak düşünülebilir ve örgütlenebilir. Neden bunu öneriyoruz? Çünkü bölge yaşamındaki çeşitlik, zenginlik, devinim ve bölge ihtiyaçları ile ilişkilendirmediğiniz sürece bu okullar nefes alamaz, gelişemez. Bölge yaşamını etkileyemez. Bir anlamda ölü doğar. Nitekim hep böyle oldu.
Ebette bu hayata geçinceye kadar meslek okullarının bağlanacağı Bölge Meslek Kurulları, Milli Eğitim İl Müdürlüğü bünyesinde faaliyetlerini sürdürebilir. Ancak asıl köklü çözüm, mesleki örgütlenme devletin çağdaş demokratik yeninden örgütlenmesinin bir parçası olarak ele alındığında mümkün olacaktır. Yeni anayasa çalışmaları, devletin çağdaş demokratik yeniden örgütlenmesine zemin oluşturacak şekilde sürdürülmelidir. Bu fırsat kaçırılmamalı, kısır siyasi çatışmalarla heba edilmemelidir.
Gelin artık insanımıza güvenelim. Yaşamı üretecek mekanizmanın içine onu daha aktif biçimde katmaya çalışalım. Sorunlarımızın temelinde, sorunları devlet memuru zihniyeti içinde, hiyerarşi içinde çözmeye çalışma alışkanlığımızın yattığını görelim. Yeter ki soruna geleneksel eğitim anlayışı içinde ideolojik, duygusal ya da siyaseten değil, bilimsel olarak, teknik bir sorun olarak bakmayı becerelim.
Bunu yapabildiğimizde sorunlarımızı çözme yoluna da girmiş olacağız.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.