- 1490 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
ÜÇ ÇİFT CELFİN
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
ÜÇ ÇİFT CELFİN
Başımızı sokacak iki göz olsun yeter deyip yapılmış. Altı çocuk bu evde doğup büyümüştük.
Zamanla sağına soluna kondurulan eklemelerle genişlemiş, yayılmış. Tavanı, duvarları eğri büğrü, beton zemin yamrul yumrul, bahçe belem beşer. Yıllar geçtikçe yıpranmış daha sefil görünür olmuştu.
Okulda yapı çeşitlerini öğrenmiştik. Derste anlatılanlara bakılırsa kâgir denebilirdi. Ödev sorusuydu, annem ya da babam böyle cevaplamıştı. Doğrusu derme çatma bir evdi.
Sofa olarak kullanılan bölüm kapatılarak salona dönüştürülmüştü. Ev bu haliyle dörde dört iki oda, kuru fasulye salon, nohut mutfak, mercimek hamamlık, banyo duvarına bitişik, kapısı bahçeye açılan tahtakurusu kadar helâ. Yanında da bahçe duvarına kadar uzanan karafatma yuvası boşluk.
Önceleri odun, bahçe malzemeleri, inşaat artıkları konan karmakarışık bir yerdi bu bölüm. Bahçenin üst tarafında hemen göze çarpardı. Kurbağa, fare, kertenkele eksik olmazdı.
Yirmi kiloluk yağ tenekeleri, düzgün dikdörtgenler şeklinde kesilip üstü örtülmüştü. Bu haliyle basık tavanlı dikdörtgen prizmaydı. Geometri dersinde işlemiştik, dördüncü sınıfta olmalıydı. O yıl dersler ağır olduğundan tembel öğrenciler çürük elmalar gibi dökülürdü.
Tıpkı “aç kapıyı” oyununda olduğu gibi. Bu oyunda iki kişi bezirgânbaşı olur, el ele tutuşup köprü gibi havaya kaldırırlardı kollarını. Diğer çocuklar tek sıra olup altından geçerlerdi. Hep bir ağızdan tekerleme söyleyerek.
Aç kapıyı bezirgânbaşı, bezirgânbaşı!
Kapı hakkı ne verirsin, ne verirsin!
Arkadaki yadigâr olsun, yadigâr olsun!
En arkadaki çocuk, iki bezirgânın kolları altına gelince hapsedilir. Kulağına fısıldanan iki sözcükten birini seçer, o ismi almış olan bezirgânbaşının arkasına geçerdi. Bütün çocuklar yadigâr olduktan sonra iki bezirgânbaşı çekişir, arkasındakiler de bellerinden tutuşarak onlara yardım ederdi. Bu çekişmede hiçbir zaman sayı da, kuvvet de eşit olmadığından, bir taraf dayanamaz yere yuvarlanırken, ayakta kalanlar keyifle el çırparlardı.
Çürük elma, çürük elma!
Bizi en çok pi sayısı ile çözülen problemler uğraştırırdı. Bu 3.14 gibi ondalık bir sayıydı. O yıllar problemin sonunda pi sayısını 3 olarak alınız diye yazmazdı. Çarpma bitiminde de genellikle virgülün yerini yanlış yapar kaydırırdık.
Yine de sevilirdi geometri dersi, matematik gibi tekdüze değildi. Gözü yormaması için sarı yaprakları olurdu, aritmetik defterinin. Geometri ise siyah bez ciltli, kareli harita metot defterine çalışılırdı. Pergel, iletki, gönye, cetvel yardımıyla şekiller çizerken, zevkli ve kolay gelirdi konular. Oyuncak alınmazdı, oyuncakçı da yoktu ama şeffaf yeşil, sarı, mavi, kırmızı renkli cetveller vardı.
Okul önlüğümüz, yakalık, saç kurdelesi, alfabe, masal kitapları, çizgi romanlar, kalem, silgi, haftanın üç günü paket yayın yapan televizyon… Hepsi siyah beyazdı. Hayatımız gibi… Sinemalara gelen filmlerin renkli olanları “yılın şaheseri” diye tanıtılırdı. Türk bayrağının kırmızısı, Atatürk’ün sarı saçı, mavi gözleri, bayramlarda sınıf süslediğimiz kâğıtlar, balonlar okul yıllarımızın en renkli yanıydı.
Resim dersinde yaptığımız sulu boya patates ve soğan baskıları ise iç dünyamızın karmakarışık dışavurumuydu.
Birinci sınıfta okuma yazma dersinde fasulye taneleri kullanırdık. İri olanları sıcak suda bekletilir, kabukları soyulup kurutulurdu. Hevesli anneler kumaş boyasıyla renk renk boyar, minik kese diker, içine koyarlardı. Böylesinde diğer çocukların gözü kalırdı. Öğrenilen sözcükler, fasulyeler masaya dizilerek yazılırdı. Ucu yanmış kibrit çöpleri de sayma çubuklarıydı.
Prizmaları küçük tahta parçaları, ilaç kutuları ve yağ tenekelerine bakarak öğrendik. Ayrı oda, çalışma masası, kitaplık, hele de bilgisayar düşlerimize bile girmedi.
Annemle babam dörde dört dediklerine göre, evde iki oda da kare şeklinde oluyordu. İki oda kare prizma, salon, mutfak, hamamlık ve helâ dikdörtgenler prizması. Bahçede üç tarafı üç farklı duvar, tavanı kesilip düzleştirilmiş yağ tenekeleriyle kaplı, tabanı toprak, odunluk depo karması, döküm saçım kırık dökük yer de yamuk prizma oluyordu.
Çocuk sayısı artıp, kazanç yerinde sayınca, yeni üretim kapıları arandı. Bu defa akıllara odunluk geldi.
Odunlar, cemreler düşerken bitmiş olurdu. Zaten haftalık ya da bir ay yetecek kadar alınırdı meşe odunları. Az olursa küfeyle hamal sırtında, fazla alınabilirse tek atlı arabayla taşınırdı eve. Biraz da çıra bulundurulurdu tutuşturmak için.
Teneke odun sobası, salon kapısına yakın, mutfak iç penceresinin altına kurulurdu. Bütün evi ısıttığı düşünülse de, iki tarafına iki yer minderi konur, duvara bir çift kırlent dayanır, buralarda kim oturursa soba onları ısıtırdı. Altı çocuktan uyanık olanlar kapardı sobanın iki yanını. Soğuk havalarda birbirimizi izler, kalksa da yerini alsak diye bakışırdık.
Mindere kurulup, dizlere iskemleyi alıp ders çalışmak; sarı kedinin mırıl mırıl uyuklaması, soba üzerindeki suyun dıgıldaması, radyonun olmadığı evde müzik gibi, ninni gibi gelirdi.
Varlığın sesi, zenginliğin sesi, mutluluğun sesiydi bu.
Sobada kızartılmış ekmeğin üzerine vita yağı sürüp, kırmızı toz biber serper öyle yerdik, yerimizi kaptırmamaya çalışarak.
Kestane pişirilen gecelerde ikinci planda kalırdı köşe minderi yarışmaları. Kestane aşırma oyunu başlardı bu kez.
Annem en adil, en demokrat, en milimetrik paylaşım yapan ellere sahipti. Bütün yiyecekleri öyle dengeli dağıtırdı ki, kimse mızıldamazdı. 200 gram peyniri sekiz parçaya, çorbayı sekiz kâseye aynı özenle böler, kimseye urup hak geçmezdi.
Sahanda sucuklu yumurta yerken durum biraz karışır, gözünü açan, eli uzun olan kazanırdı.
Evde çorba kaşıklarının ikisi çiçekli, öbürleri desensizdi. Sofraya ilk oturan sinideki çiçekli kaşığı kapardı.
İki tane de çinko çorba tası vardı, diğerleri bakırdı. Bakır kaplar sofraya gecikenlere kalırdı. Herkes çiçek süslemeli, kenarı mavi çizgili, beyaz çinko kâselerden içmek isterdi çorbayı, Nogay çayını. Sabahları bir de bunun karmaşası yaşanırdı.
Her şey çift satılırdı o zamanlar; çorap, eldiven gibi. Alırken bir çift sahan, bir çift yastık, bir çift yazma, bir çift havlu diye istenirdi. Ayakkabı, terlik nasıl tek alınmazsa, onlar da öyle. Çifter giderdi sayıları. Üç, beş, yedi olmazdı.
101 parça yemek takımı, çatal kaşık setleri paşa konaklarında, padişah sofralarında olmalıydı.
Bahçenin odunluk olarak kullanılan köşesi, kış bitince döküntülük gibi dururdu. Neler yoktu ki; kırık bir duvar aynası, paslanmış kömür ütüsü, eğilip bükülmüş soba boruları, altı çürümüş çinko mangal, bir bacağı eksik sehpa, boş teneke kutular, saplı sapsız kazma, keser, kürek, çamaşır tokacı, et dövme kütüğü, toprak su küpü, cere, güveç kabı, kamış seleler, sepetler.
Annem bir gün öğleye kadar uğraştı. Yıllardır tarihi eser gibi saklanan bütün öteberiyi çıkarıp attı. Elle tutulur olanları da eskiciye sattı. Fare pisliklerini, zemindeki çör çöpü çalı süpürgesiyle süpürüp yerleri suladı. Küpü yan yatırarak, sele ve sepetleri de birer köşeye yerleştirip içine sap saman yaydı. Altı çift çocuk gözü merakla bekleşirken…
Her şeyi birer çift alırken çocukları da bir çift yapalım diye düşünebilselerdi, kuş yuvası evin odunluğunu, deposunu tavuk kümesi yapmaya kalkışmazlardı.
Yine de sekiz on kardeşli komşu çocuklarının oyunlarını kıskanırdık. Bizimkiler yavan gelirdi çoğu zaman.
Küp, sele ve sepetler içleri sap samanla döşenerek folluk olarak düzenlendi. Ön kısım kafes telle kapatılıp, bir köşesine zayıf birinin veya çocuğun geçebileceği büyüklükte teneke kapı uyduruldu. Saray yavrusu kümes kondu, bahçenin başköşesine.
Sokak kapısından girince, asmanın sarılı olduğu haymanın altından geçilirdi.
Briket bahçe duvarının üzerine kırmızı zambak, sakız sardunyası, fesleğen ekili tenekeler diziliydi. Tavuklar buraya çıkamazlardı.
Bahçedeki gül, hatmi, kasımpatı, hanımeli, akşamsefası epeyce boylanmış, kendilerini kurtarmıştı. Ama yerdeki bodur bitkileri gözden çıkarmak gerekiyordu. Nane, maydanoz, reyhan, kedi tırnağı, kınakına içinde gün boyu bütün tavuklar eşelenip duracaktı. Komşu Sakine teyze gibi annem de “ kıran girsin içinize emi!” deyip naylon terliği fırlatacaktı.
Irmak kenarında kurulan Sittilli pazarında taze tatlı su balığı, canlı köy tavuğu satılırdı.
Bir akşam babam eve elinde bir çilli, bir kızıl kahve bir de kargaya benzeyen gri renkte, üç tavukla geldi. Bir çift, iki çift değil tam üç tane.
Zaten kadınlar uyduruyordu böyle sözleri; bir çift yastıkla başlıyor, bir çift karyola eteği, bir çift kırlent, bir çift küstüm yastığı, fiskos masası, yorgan kapağı diye sürüp gidiyordu.
Konuklara şeker ikram ederken de “tek kalırsın ha, al bir tane daha!” diye ısrar edilir ya. Bekârlar için evlilik, evliler için uzun yıllar bir yastıkta(!) yaşamaları umuduyla. Bu yüzden biz çocuklara ikinci şeker için ısrar edilmez, alan olursa ayıp kaçar; misafirlikte iki şeker alınmaz diye evde uyarılırdık.
Babam tavukları sürekli tıraş olmaya gelen müşterisi Lokman amcadan satın almış. “Legorn olsaydı her gün yumurtlar, kuluçkaya da yatmazlardı” dedi annem.
Evde kimse beyaz kabuklu yumurta sevmezdi, “içi gibi sarı olmalı” derdik.
Çilli ve kızıl kahve tavuklar her gün yumurtlarken, gri karga olanı gurk gurk sesleriyle dolanıp duruyordu. Babam sinirden köpürdü: “Vay dümbük vay! Kandırmış beni, gurk bu tavuk!” dediğinde hiçbir şey anlamamıştım.
Lokman amca “soğuk su dökün üzerine, soğur” demiş, ne demekse. Annem söylenerek sürahi dolusu su döküp duruyordu, gri karga tavuğun üzerine.
Her gün kümesin karşısına dizilip, merakla tavukların yumurtlamasını bekliyorduk. Zavallılar gıt gıt gıt dört dönüyordu bahçede, ta ki annem görünceye dek. Ürkütüyoruz diye hepimizi kovalardı.
Samanların ortasına beyaz yumurta benzeri bir taş yerleştirirdi. “Fol” diyordu, hayvanları kandırmak içinmiş. Üzerine oturup yumurtlayacaklarmış.
Kaçarcasına kümesten çıkan tavukların gıdaklamasına koşardık. Fırından çıkmış taze ekmek gibi sımsıcak yumurtalar heyecanla alınırdı folluktan. Bir çift yumurta kime yetecekti. Yağda yapınca bir kere banılırdı ekmek, elini çabuk tutmayan ikinci lokmayı bulamazdı… Sekiz kişi, adam başı dörtte bir yumurta…
Gurk gurk sesleri annemi huzursuz ediyordu: “Vay Lokman vay! Boğazımıza dizdin lokmaları. Bu soykayı kakalayacağına, adam gibi bir şey verseydin ya!”
“Soğur, yakında soğur” diyormuş Lokman amca.
Tabiat bilgisi dersinde Kümes Hayvanlarımız konusunu işlerken öğrenmiştik; çok yumurta verenleri, etlik beslenenleri, kuluçkalık olanları… Kuluçka makineleri de varmış, büyük çiftliklerde.
Tavuğun nasıl yumurtladığını merak eder, folluğun önünden ayrılmazdık kardeşlerimle… Giritli Halime teyze bir keresinde “günahtır, izlenmez” deyip uzaklaştırmıştı kümesin kapısından. Annem de duyunca çok kızmış, başından savmıştı hepimizi: “Nasıl yumurtluyorsa yumurtluyor, size ne!”
Öğretmen, tavuk türlerini anlatırken, sınıfa birkaç yumurta getirmemizi istedi. Hiç düşünmeden parmak kaldırdım. Çalışkan ve meraklıydım. Can kulağıyla dinlemiştim anlatılanları:
“Legorn cinsi tavuklar yılın on bir ayı yumurtlar. Küçük, beyaz, lezzetlidir yumurtası. Batı Karadeniz bölgesinde yetiştirilen Gerze tavukları, oldukça iri, kabuğu koyu renk yumurtlar. Çift sarılı olanlar kuluçkaya konmaz.”
Anlaşılan evde cins tavuk yoktu… Olsun… Sınıfa bir yumurta götürmeliydim… Suna’ya da söylemişti öğretmen. Sarımazı köyünde çiftlikleri olduğunu biliyordu.
Okuldan istendiyse tamamdır, kimse karşı çıkmazdı. İki kıymetli yumurtadan birini götürecektim. Kızıl kahve tavuk Gerze falan değildi, yine de annemin haşladığı yumurtayı çantama yerleştirirken mutluydum.
Suna’nın getirdiği, samanlar arasına yerleştirilmiş sepet dolusu yumurtalar, renk renk, boy boydu… Bembeyaz, açık sarı, koyu sarı, kahveye yakın kızıl sarı, hatta çilli olanlar bile vardı… Öğretmenin derste tabağa kırdığı çift sarılıları şaşkınlıkla inceledik…
Ben de iyi haşlanmadığından, kitap defter altında sıkışıp ezilmiş, rengini kaybetmiş yumurtayı kimse fark etmeden beslenme teneffüsünde yedim.
Sınıfta kullanılmamış ancak ziyan da olmamıştı. Zaten babam “Ne Gerze’si? Lokman’da Gerze tavuğu ne gezer. Batı Karadeniz nere, Çukurova nere?” demişti.
O gece rüyamda kocaman kümesler, sıra sıra folluklar içinde, türlü çeşit yumurtalar gördüm. Annem “bol laf, çok söz, dedikodu!” diye yorumladı.
“Gören olduysa yumurtayı yediğimi!”…
Evde, okulda, sokakta hep fol, yumurta, gurk tavuk, horoz almaktan söz edilir olmuştu.
Gri karga tavuk gurk gurk diye dolaşıp duruyordu. Annem yine sinirlendi: “Kızılkurt! Bir türlü başlayamadı soytarı! İki yumurta için sahan kirletmeye değmiyor!” Söylenerek yıkadı bulaşıkları…
Mahallede düğün vardı. Arka komşunun oğlu evleniyordu. Babam damat tıraşına gitmişti. Kardeşlerimle ben, bahçeye girip çiçek diplerini eşelemesin, maydanozları yemesinler diye tavuklara göz kulak oluyorduk… İlgilenmezsek, bahçe talan olursa annem çok kızardı…
Oda ne! Komşunun horozu ortalığı birbirine katıyordu. Ne zaman gelmiş, nerden girmişse bahçeye, gri tavuğun başucunda eşelenip, debeleniyordu. Ne eşelenmesi, tepesine binmiş!
Anneme değil de düğün evine koştuk… Yol kısaydı ama o kadar hızlı gitmişiz ki… Nefes nefese kaldık:
“Baba! Baba! Gri karga tavuk yumurtlayacak. Hepimiz gördük baba, horoz çıktı üstüne!
Herkesin ağzı açık, gözleri fal taşı gibi, kızıyorlar mı, gülüyorlar mı anlaşılmıyordu. Babam az daha damadın boğazını kesecekti elindeki usturayla.
Ertesi gün bir horoz, beş celfin daha alındı kümese. Lokman yemin billâh etmiş, bir aya kalmaz hepsi yumurtlar diyerek.
Oh be! Hepimizin birer yumurtası olacaktı…
Keyfimiz yerine gelmişti…
Gökte uçan leylekleri görünce, el çırpıp şarkı söyleyerek dönmeye başladık:
Hacı leylek havada!
Yumurtası tavada!
Aş pişirdim yemedi!
Gömlek diktim giymedi!
Fazilet Ünsal Eliaçık
Karşın Edebiyat/ 22.23. Sayı 2011
YORUMLAR
Eskinin çocukluk özlemiyle yazılmış güzel bir yazı okudum bir solukta yüreğiniize sağlık sevğilerimle Bogazın kıyısından slm
Fazilet ELİAÇIK
Teşekkür ederim. Ankara'dan selamlar.
İlginç,keyifli ve güzel bir paylaşımdı.Yüreğinize sağlık. En güzel yazılar zaten gerçek de yaşadıklarımızı payşaltığımızda çıkıyor.Yalansız,abartısız ve olduğu gibi... Tebrikler.
Fazilet ELİAÇIK
Paylaşımınız için teşekkür ederim.
Selamlar, sevgiler.
Karşın Edebiyat/ 22.23. Sayı 2011'a arama motruyla ulaşamadık. Ulaşıp, incelemek isterdim. Eskiden ev mi vardı? Hepimiz tasvirini yaptığınız evin içinde büyüdük, üstelik biz sizden bir fazla, 9 kardeştik. Üçümüz büyüyemedik, kaldık altı; üstelik bu bolluğu yaratan adam bir öğretmendi, yani cahil sınıfından sayılmazdı. Altı evladını büyüttü, kendine yaşama zevki bırakmamacasına, hiç biri yüzünü güldürmedi şöyle bir adam olup... Ne diyorduk, yumurta mı? Aynısının tıpkısı, kümesimizden topladığımız yumurtalar, en lezzetli gıdamız olurdu. YAŞATTIĞINIZ HATIRALAR HÜZÜNLENDİRDİ. ÖZENLE YAZILMIŞ, DEĞERLİ PAYLAŞIMINIZI KUTLARIM...SAYGIYLA
Kemnur
Fazilet ELİAÇIK
Oldukça uzun olan anımı sabırla okuyup cevap yazmışsınız. İçten paylaşımınız için teşekkür ederim.
Bana hüzün verse de özlemle anıyorum, ana babalı, altı kardeşli çocukluk günlerimi. Tüm yoksunluklara karşın güzeldi, eğlenceliydi, sevgi, saygı, özveri vardı.
Her Şeye Karşın Edebiyat dergisi aylardır yayınlanmıyor. İçerik olarak dolu ve sayfa sayısı yönünden zengindi. Yeniden yayınlanır umarım.
Selamlar