- 839 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
Işınlanma-2
Mahlukatı ilkin yaratan ölümden sonra onu çevirip yeniden diriltecek olan O’dur. Bu O’na daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüksek şan ve şeref O’nundur. O güçlüdür, hikmet sahidir.
Rûm Sûresi/ 27. Ayet
Kadın, her yerde kadın! İster beş yaşında küçük bir kız çocuğu olsun, isterse de yetmiş yaşında, yaşını başını almış, artık kendini iyiden iyiye diğer dünya ile irtibatının olduğunu düşünen bir tecrübe olsun fark etmez, kadın hiç değişmez. Bu yüzden küçükken kayıp olan kız çocuklarını ileri bir zamanda bulmak, kaybolan erkek çocuklarını bulmaya göre daha kolaydır. Benim de sadece bir kardeşim olduğu için ve de o kız olduğu için, kadınların psikolojik gelişimlerindeki değişimin çok az olduğunu yakinen biliyorum. Kardeşim üç-dört yaşlarında idi. Üç tekerlekli bisikletini de alıp, oturduğumuz evin alt sokağında ikimizde bisikleti sürmeye dalmıştık. Aramızda yedi yaş olmasına rağmen, ondan çok o bisiklete ben biniyordum. Sıra kız kardeşimin binmesine geldiğinde ise, garip garip icatlar çıkartıp, kızın yaralanmasına sebep oluyordum. Yine o gün, bakkalda satılan çamaşır iplerinden birini, bisikletin ön tutacağına bağlamıştım. Alt sokaktan evimizin sokağına çıkan, ara bayır sokağa çıkmak için bir merdiveni kullanmamız gerekiyordu. Aslında bisikleti de, yukarı kadar taşıyabilirdim. Ama artistlik yapıp, o gün merdivenlerin kenarındaki basamaksız yükseltiden kardeşimi çıkarmaya çalışmıştım. Kardeşim hiçbir şey demiyordu. İkimizde akrebin kızıl alevlerinde yanan çıralar gibi olduğumuz için, birbirimizle hiç konuşmasak da, yan yana da olmasak, ne düşündüğümüzü tahmin edebiliyor ve ona göre de hareket ediyorduk. Kardeşim biliyordu, o ip kopacak ve o yükseltiden aşağı doğru yuvarlanacaktı. Ama abisinin yaptığı şeyin ne kadar mantıksız da olsa, yapması gerekliliğine inanmış gibiydi. O tatlı, lüle lüle güneş gibi saçları, kiraz dudaklarıyla karşımda duran küçük yaratık, ipin kopması ile bisikletin geri geri gidip, onu düşürmesiyle yaralanmıştı. Dudağının içi, başı yaralanmıştı. Dizide kanıyordu. Ama ağlarken, ’kardeşim bir şey yok, üzülme canım’ dediğim an, hemen susmuştu. Gözyaşları avuçlarımda kümelenmişti. Kucağıma alıp, saçını, yanaklarını öpmeye başlamıştım. Ağlamaktan şişen gözleri ile bana bakıyordu ve susmuştu.
Karşımda Hülya ablamda aynen susuyordu. ’Ne’ deyip, kapıyı açtıktan sonra, dudaklarının birbirine değişleri ses getirmesine rağmen, harfleri çıkartamıyordu. Gözleri, birkaç dakika önce uykuya daldığını ve aniden uykudan kaldırıldığını izah edercesine bakıyordu. Çelik kapının kolunda kalan sol eli, beline yasladığı sağ eli ve ayakta dururken bile ’Yorgunum işte!’ der hali, gözlerimden kaçmamıştı. Gözlerine baktığımda, ilk defa görülmüş bir hayvan türünü görmenin şaşkınlığı vardı. O susuyordu, ben de susuyordum. Üzerimdeki ışınlanma elbisesi ile zaten iyicene gariptim. İlk ben konuşursam, belki donu çözülür ümidiyle kelimeleri toparlamaya başladım.
’Çok şaşırdın ablacım ya! Hacıcavcav’ın geldi işte! Demedin mi yaptığın poğaçalardan bana da getir, işte ben de getirdim.’
Artık konuşacağını biliyordum.
’Sen, sen gerçekten... İnanmıyorum ya, sen o musun gerçekten?’
’Sana yalan borcun mu var can?’
’Ay yok da, (elleriyle gözlerini ovuşturuyordu) sen o musun? Bilemedim. Bu saatte hem de, benim evi nasıl bul.. Ya bu şaka değil mi? Yoksa Hacıcavcav’ım ayarladı da ta Türkiye’den, seni mi tuttu? Kimsen sen, söyle bakayım?’
’Karagözüm, sence bu kılıkta biri niye kapına gelsin? Normal mi üstümdeki elbiseler?’
’Sen Hacıcavcav isen, söyle bakalım; benim gardaşım kitabın neresinden girer?’
’Ortasından...’
’Peki, 12 sana neyi çağrıştırıyor?’
’Yani ablacım, off... Kölner Straße, Kölner... Sonra üç, dört, beş... Ne diyeyim başka?’
’Lama senin için bir hayvan mıdır?’
’Asla! Lama benim için duma ile beraber bir sanat evidir. Lamaduma derim ben buna. Bunlar işte senin öğrettiklerin.’
’Ne saçma şeyler öğretmişim ben değil mi? Hâlâ inanamıyorum. İnanmak istememek duygum mu beni böyle zorlaştırıyor, onu da anlamış değilim. Ja... (İki kez esnedi, beni de esnetti) İnanmıyorum ya...’
’Dondum ben!’
’Gel yavrum, gel canım ya, of, salak kafam! Çocuğu iki saattir dışarıda tutuyorum. Lütfen, affet; tanıyamadım değil, inanmak böylesi güç oldu. Hem nasıl geldin sen, ya geç de bir anlat bana lütfen. Özür dilerim kırdıysam seni!’
’Yok ablacım, olur mu? Yalnız ben çok üşüyorum. Şu üstümdekilerin hepsi ıslak! Pantolonum kuru sadece. Bana giyecek bir şeyler verebilir misin? Şunlar kuruyana kadar!’
Sonunda ona, benim gerçekten Hacıcavcav olduğuna inandırmıştım. Hâlâ şaşkınlığı üzerindeydi. Beni değişik bir koridordan geçirip, nihayet oturabileceğim bir şeylerin olduğu bir odaya götürdü. Biraz önce uykusundan dolayı esneyen kadın, sanki artık o değildi! Öyle hızlı hareket ediyordu ki, içimden ’Acaba bu ışınlanmanın sayesinde, ışınlandığın yerdekilerde hızlı mı davranıyorlar?’ diye düşündüm. Geceden kalma ufak birkaç eşya vardı ortalık da, onları toparlıyordu. Ne kadar böyle uğraşmasın, gerek yok dediysem de, beni dinlemedi. Bir yandan bana bakıp gülümsüyordu ve arada nasıl olduğumu soruyordu. Birkaç defa nasılsın sorusunu sorduktan sonra, ’Abla, iyiyim vallahi, yeter sordun!’ dedikten sonra, buraya gelmemin onu sevindirik ettiğini ama neden böyle, bu halde geldiğimi ve neden birdenbire çıktığımı merak ettiğini söyledi. Karşımdaki tekli koltuğa oturduktan sonra, tek tek her şeyi anlatmaya başladım. Dinledikçe kulaklarını iyicene açıyor, gözbebekleri büyüyordu. Bir yandan da getirdiğim poğaçalardan birini peçete içinden çıkartıp, tadına bakıyordu.
’Hımm... Oh, eline sağlık gurban! Yav, söylesene sen; madem bu kadar zeki ve akıllıydınız, bu cihazı yaptınız ve sende ilk denemesini yaptın; neden buraya yaptın? Yani ne bileyim, başka yer yok muydu gideceğin?’
’Ya mübarek, haklısın; haklısın da ama Türkiye’de istediğim yere, istediğim an gidebiliyorum. Bu ışınlanmak konusunda sen hep demiyor muydun, bir buraya ışınlansan da, oturup çay içsek, sohbet etsek diye?’
’Vallahi haklısın hacım. Hacıcavcavım! Ekrana söylemek farklı, yüzüne söylemek farklı! Ey Tanrım, bu bir şakaysa filan, ben daha fazla şakayı kaldırmam, haberin olsun!’
’Sen hâlâ inanmıyor musun yoksa?’
’Dur bakayım, aha saçlarına elliyorum; dur dur, bunlar gerçek saç değil, koyun yünü gibi. Sen robot filan olmayasın yoksam!’
’İlla güldüreceksin değil mi beni?’ Hani bana üstüme giyecek bir şeyler getirecektin?’
’Ah cavcavım, dur dur.. hemn getiriyorum. Sen rahatına bak da!’
’Baksana bir..’
’Ne oldu gurban?’
’Asok ile ablasını da çağırsana kahvaltıya.’
’Kahvaltı? Hım..Kahvaltı ha?’
’Evet, bildiğimiz kahvaltı canım. Ne kahvaltı diye diye sayıklıyorsun ikide bir?’
’Onlar iştedirler.’
’Çağırsan, izin alsalar hani?’
’Sen onları mı görmeye geldin, beni mi?’
’Kıskandın mı? Hah hah... Hoh hoh...’
’Gül sen gül! Neyse, bir çağırayım bakalım, açayım telefon. Şansımıza artık!’
’Bitte, bitte...’
’Güldürme dur telefonda konuşurken. Ciddi konuşalım da, önemli sansınlar bari!’
’Ya senin hatırını kıracaklarına, başlarını kırsalar ya...’
’Şişt! Sus bir dakika..’
Telefonu omzuna dayamış bir halde, iki eliyle sağını solunu incelediği, bakındığı bir mor kazakla beraber, içerideki odadan yanıma doğru yürüyordu. Kazağı giymem için işaret edince, ’hayır, olamaz’ demek için bağırmak istiyordum. Resmen kocakarı kazağını getirmiş, bana giymem için bir de üstüne zorluyordu. Elimde tuttuğum ıslak montu ve gömleği alıp, kurutmak için peteklerin yanına doğru gitti.
’Bitti mi konuşman, gelecekler mi?’
’Hişşşt, sus bi.. Husch...Asok, okay? Kommen sie mit Nisa?’
’Geliyorlar mı?’
’Evet, evet kırmadılar beni. Şimdi güzel bir kahvaltı hazırlayalım hacıcavcavım. Şu poğaçaları da ısıtırız, bir de sana güzel Hint çayı demlerim, of; sehr schön..’
’Uykun vardı senin, kaçtı galiba?’
’Kaçmaz mı gardaşım, kaçmaz mı? Sen ta buralara ışınlanmışsın.’
’Baksana, çay siyah çay değil mi?’
’Hayırdır, çayı mı düşünüyorsun şimdi be? ’
’O değil de, Allah için tipime bak bir hele! Beni nonoşlar gibi yaptın. Üstümde kurumaz ki Asok ile Nisa gelene kadar. Of!’
’Yahu ne olacak? Mis gibi bak kazak! Ben de ara giyiyorum ama bana geniş, bol geliyor. Sana tam oldu, sen al giy bunu!’
’Dalga geçme be! Büyük ise, nasıl yani sen almadın bu kazağı kendine o zaman?’
’Halamın bu! Ah...’
’Hadi gel mutfağa geçelim’ dedikten sonra, birlikte mutfağa geçtik. Mutfaktaki küçük bir masa üzerinde duran sigara paketinden bir tane dal çıkartıp, dudaklarının arasına koyar koymaz sigarayı, saliseler içerisinde sigaradan nefes alıp, vermeye başladı. ’Sen de ister misin?’ deyince, utandım. Nedense o an için onun yanında sigara içmek çok rahatsız edici olur diye, vazgeçtim. Tabi kadınların ilkel temellendirmelerinden biri olan, birisi evine geldi mi, ’o gelen daima açtır varsayımı’ üzerinden bana da ayrı hal ve hareketlerde bulunmaya başladı hemen. İkide bir ‘Aç ağzını şu kaşardan ye, bak şu zeytinden Türkiye’de bulamazsın, İtalya’dan geldi ta, hadi ham bakayım!’ diye işi şakaya vurarak, hem kendi eğleniyordu, hem de beni eğlendiriyordu. Sigarayı cam bir kül tablasına emanet edip, mutfağın içinde koşturmaya başlamıştı. Bir yandan aslında yemeğinde sanat isteyen, sabırla dokunması gereken bir şey olduğundan bahsediyor, bir yandan da eski anılarını, büyük akrabalarından bahsediyordu. Gözlerine bakınca, andığı kişileri tekrar hatırlayınca nasıl da heyecanlandığını fark ettim. Birden derin bir hüznü giyinmişçesine, göğüs kafesimde bu hüzne ritmik hareketlerle eşlik edip, nefeslerini sıklaştırmıştı.
’Yumurta yer misin, yapalım mı kahvaltıya?’
’Yoksa bir koşu gidip alıp geleyim bakkaldan, ne dersin?’
’Güldürme canım, bak eğer yersen yapacağım. Yoksa Nisa ile Asok fazla yemezler!’
’Onlar yemiyorsa, bana da yapma, boş ver!’
’Aaa, olmaz öyle! Seviyorsun sen, belli belli!’
’İyi, kır o zaman en normal bir şekilde teflona beş tane.’
’Beş tane mi?’
Az kalsın sigaranın külünü dökerken, üstünü yakacaktı. İkimizde gülüyorduk. Çayı demlerken, içine biraz limon sıkalım deyince ilk başta garipsemişti. Sonra başladım ona yararlarını saymaya. En güzeli de tadı ve görüntüsü müthiş oluyordu.’ Damak tadın aynıdır benimle ya, sıkalım azıcık bak!’ deyince, ’Seni kıracağıma, limonu sıkarım be!’ deyip, limondan birkaç damla çaya sıkmıştı. Hem eli, hem de dili çalışıyordu. Belki de Rabbimin kadınlara verdiği en önemli özellik de buydu.
On beş dakika geçmişti ki, kapı zilini duymuştuk. ’Hah, onlarda geldi!’ deyip, içeriye geçtik beraber. Asok ile beraber ablası da içeri girmişlerdi. O onlarla ilgilenirken, ben de aklımda saçma sapan figürlerin kalıntısı gibi duran, duvardaki bir tabloya bakıyordum. Tanımadığım insanlara karşı muhabbet kurma zamanım, normalde en fazla üç dakikayı buluyordu. Ama bunlar Afrika asıllı, Hintlilerdi. Afrikalı pek çok arkadaşım olmuştu, fakat Türkçe biliyorlardı az çok! Bu yüzden anlaşabiliyordum. Ama Asok ve Nisa ile beraber ne kadar anlaşabilirdim ki! Allahtan karagözüm vardı. Poğaçamda susam yoktu ama o da susam kadar ortama lezzet katıyordu.
Beni ilk gördüklerinde, şaşırmışlardı. Elbette şaşıracaklardı. Üzerimde mor renkte bir kadın kazağı ve de tip tip gülümsüyordum karşılarında. Asok, Hülya ablamın kulağına fısıldıyordu ama ne dediğini duysam da anlamayacağım için, onlara karşı yine tebessüm ediyordum. Hülya ablamda gülmeye başlamıştı. Birkaç saniye geçmeden göz göze gelince, gülmeyi kesmişti. Galiba üzerimdeki kazak ile ilgili mi bir şeyler söylüyor ne?
Asok ile Nisa salonda hazırladığımız masaya oturmuşlardı. Ben de fırsattan istifade mutfakta tek bulduğum Hülya ablama hemen sordum.
’Neye güldünüz siz?’
’Merak etme canım, sadece... Şey, boş ver ya! Sevdin değil mi ikisini de?’
’He ya, Afgan arkadaşlarımdan Hindular hakkında çok bilgi almışlığım vardır. Ama bun...’
’Aması maması yok! Hadi tabakları al da, götürelerim içeriye. Zaten fazla kalamayacaklarmış.’
’Niye güldünüz bana? Ciddi ciddi söylesene?’
’Bu kim dedi ilk başta, sonra Türkiye’den misafirim dedim. Gay mi dedi böyle giyinmiş. Ben de yok derken, işte..’
’İyi halt ettin! Bak, kazak yüzünden Asok ile daha konuşmadan, etmeden ne hale düştük!’
’Ya sıkma canını, anlattım ben elbiseleri ıslanmış diye.’
’Tabi canım, öyledir!’
Darılmıştı. Verdiği kazak yüzünden bu kadar dil dökeceğimi bilseydi, sanırım en baştan vazgeçerdi. Yüzü asık bir şekilde mutfaktan çıktı.
’Hayda! Yüzünü niye asıyorsun hemen? Kötü bir şey mi söyledim ben?’
Peşinden bende salona geçtim. Elimizdeki tabakları masaya koyarken, Nisa’nın alttan alta güldüğünü fark ettim. Garip bir psikoz oluşmuştu üzerimde. Kazağı çıkartıp, tişört katı oturmak istiyordum ama üşüyordum. Derim, sanki buz tutmuşçasına titretiyordu bütün hücrelerimi.
Kahvaltıya başlamıştık. Masada garip bir şekilde oturuyorduk. Hülya ablam başköşede, iki kardeş yan yana, ben de onların karşılarında oturuyordum. Bir yandan Asok ile Nisa ile göz göze geliyoruz, diğer yandan da Hülya ablamın benden yüz çevirdiğinin farkına varmıştım. Basit basit kelimelerle, cümleler en azından muhabbet olsun diye söze başladım.
’Ich bin Osman! Ich komme aus der Turkei...’
’Ja, Osman! Ich weiß .. your namen..’
Hülya ablam çayları doldurduktan sonra, Nisa ile laflaşıyordu. Yeni uyanmış küçük çocuklar gibi don tutmuştu ve bana bir şey söylemiyordu. Özür dilememi gerektiren bir şey olsaydı, özür dilerdim ama ben de susmaya başladım. Asok bana bakıyor, arada yine sırıtmaya başlıyordu. Dikkatimi çeken ise, kahvaltı namına masada duran mis gibi yiyeceklerden hiçbirinin adamakıllı yenmeyişiydi. Beş dakika geçmemişti ki, önümde 17 tane zeytin çekirdeği vardı. Ama aralarında en şişmanda bendim zaten. Dalyayı da vurduğum için, artık kafam rahattı. Kendi tedavime acilen başlamam gerekiyordu.
Çayı doldurması için, bardağımı yanına doğru uzatınca, hiç gözüme dahi bakmadan bardağı doldurması iyicene canımı sıkmıştı. Biz, koyu kırmızı, patlıcan moru rengi sevdalıların bir garip özelliği de aniden içine kapanmasıydı aslında. Ama bu tavrı, Hülya ablamın masada göstermesi beni daha çok rahatsız etmişti. Bir yandan Nisa ile bir diğer yandan da Asok ile konuşuyorlardı. Asok’un geçen ortalıklardan kaybolma hadisesini hatırlayıp, gülüşmeye başlamışlardı. Kelimeleri seçemiyordum ama hal ve hareketlerinden bir telefon görüşmesinden, heyecanla o telefon görüşmesi anından bahseder gibiydiler. Vakit geçtikçe, kendimi iyicene yalnız hissetmeye başladığım için, salonun duvarlarına, yere, masaya bakıyor; tabaktaki peynirin deliklerinin kaç tane olduğunu sayıyordum. Sıra ellerime bakmaya gelmişti ki, sağ elimde tuttuğum bardak bir anda yere düştü. Masadakilerin dikkati bir anda üzerimde toplanmıştı. Birkaç dakikadır sanki misafir değil de, aralarından biriymiş gibi soyutlandığım zaman geçmiş, tüm dikkatler üzerimde toparlanmıştı.
’Özür dilerim Hülya ablacım, vallahi bilerek yapmadım.’
Cevap dahi vermiyordu. Ayağa kalkıp, mutfaktan bez alıp geldi. Allahtan bardağın yarısından çoğunu içmiştim ama yine de birazcık yere dökülmüştü. Nisa’da yardım etmek istemişti ama bırakmamıştı. Benim ise yere dökülen çaydan çok, sol elimin parmak uçlarını görememem şaşırtmıştı. Her saniye biraz daha kayboluyorlardı. Korkmaya başlamıştım. Tekrar masaya oturup, kahvaltıya hep beraber devam ederken, sol elimi cebimden çıkardım. Parmaklarımın yarısı gözükmüyordu artık!
Asok yüzümün ifadesini görünce dayanamayıp ’Was hast du bro?’ diye sordu. Ben cevap vermeyince, ablası Nisa’ya dönüp ’ Er benimmt sich eigenartig’ dedi. Anlamamıştım fakat uzun süredir benle konuşmasını beklediğim Hülya ablam izah etmişti; ’Ne yapıyorsun sen Allah aşkına? Tuhaf davranma lütfen!’ Hiç konuşmasa belki daha çok rahatlardım. Nisa’da kardeşi Asok’u destekler nitelik de’ Er sieht etwas seltsam aus’ demişti. Benim korkum, parmaklarımın her saniye kaybolmasındaydı. Hülya ablam elinde kulpundan tuttuğu bardağı masayı üzerine koyarak, ’ Mir reicht’s! Was fehlt İhnen Osman?’ diye yüksek sesle konuştu. Azarlıyor muydu, ne diyordu anlamıyordum. Asok ile Nisa gelmeden önce, bana bilgisayarından izlettiği video ki adamın gerçekteki ses tonlanması gibi korkutucu olmuştu! Video’da trafik kazalarının olmaması için, hızınızı azaltarak gidin; yoksa yayalara çarparsınız paradigması verilirken, bir den video tekrar iyi haliyle, yayaya çarpmamış halde yeniden çekildiğinde, arabayı süren kadının çarpmadığı adamın Adolf olduğu ve henüz genç olduğu, kaldırım kenarında duran kartonun içine girerek eskiye ışınlandığını anlatıyordu. ’Her yaya iyi insan değildir!’ gibi bir ironi yapmışlardı. Adolf Hülya kolumdan tuttuğu gibi, beni ayağa kaldırdı. Asok ile Nisa’ya ’Warten sie eine minute! dedikten sonra, beni oğlunun odasına götürdü. ’Otur, geç şuraya!’ dedikten sonra, paşanın, tatlı oğlunun yatağına oturdum. Bizim yeğenin resmide tam karşımdaydı. Başka bir resimdeki annesi de; şimdi karşımda olan, ayakta beni sorgulamaya başlamıştı. ’Ne oluyor Allah aşkına kardeşim? Niye böyle davranıyorsun? İsteseydin, sen söylerdin ben tercüme eder muhabbet ederdik! Niye böyle moron gibi davranışlar sergiliyorsun...’ diye bağırıp, kızarken; sol elimi pantolonun cebinden çıkartıp, ona gösterdim. Artık bileğime kadar elim yoktu ve sağ eliminde tırnak kısımlarına kadar yok olmaya başlamıştı.
’Ne oluyor, hayır olamaz, ne oluyor sana?’ diye birden telaşa kapılmıştı. Kin tutulmayan sinirlerinde böyle geçici bir anın olacağını biliyordum. ’Saçların, saçların da kısalıyor git gide!’ diye başıma dokunuyordu. Yüzümün her bir yanında eksilmeler ve kaybolmalar gözükmeye başlamıştı. Bir ruh gibi karşısında olduğumu hissediyordum artık!
’Ablacım, inan bunu bir kez dahi olsa denemek isterdik ki; yaptık ve oldu en sonunda. Işınlandım, geldim çayını bile içtim. Ama galiba artık gitme vakti!’
’Nasıl bir şey bu? Hayır, hayır olamaz ya! Bu kadar kısa olmamalı, olmamalıydı! Gidemezsin böyle!’
’Ben de bilmiyordum ki ablacım!’
Konuşurken artık dudaklarımın ucundaki, dilimin bıraktığı ıslaklığında yok olmaya başladığını hissedebiliyordum. Odanın kapısı kapalı olduğu için sesini iki kardeş duyamıyordu ama ağlamaya, ’Gitme ne olursun!’ demeye başlamıştı.
Kazağı o verdiği için, ışınlanmaya çevrilen eşyalar ve kimya, sadece benim oraya vardığım an üzerimde olan şeylerdi. Kazağı tutmuştu. Ayağa kalkmıştım bende. Hiçbir şey hissetmiyor gibiydim. Son gördüğüm, kara gözlerinden dökülen renksiz damlalar olmuştu.
...
Uyandığımda hiçbir şey hatırlamıyordum. Yaptığımız makine çalışmıştı ve Almanya’ya kadar gidebilmiştim. Fakat çok garip bir şey vardı ki, ne kadar ışınlanırsam ışınlanayım, orada geçen zamanı ben hatırlayamıyordum.
Uykudan uyanınca, maillerimi kontrol ediyordum. Birden üzgün işaretle beraber, Hülya ablamdan mesaj geldiğini gördüm. Mesaj baya uzundu. İşte ben gittikten sonra, kazağa sarılıp ağladığını, beni şimdiden özlediğini, oraya, yanına gidip, onu ziyaret etmemin onu çok mutlu ettiğini, zaman zaman ikimizin de anlaştığı, belirlediği zamanlarda tekrar yanına gelmemi istediğini anlatmıştı. Hatta rüya gördüğünü, kalan poğaçaların bana dönüştüğünü, benimde poğaça olarak masasında durduğumu gördüğünü de ilave etmişti.
Şaşırmıştım. Mesajdan hiçbir şey anlamamıştım. Biz arkadaşlarla ışınlanma makinesi üzerine çalışıyorduk ama böyle bir seyahate çıktığımı, hatırlamıyordum.
Gelen mesaja, sadece bir soru işareti yazıp, cevap olarak göndermiştim. Bitte, bitte ‘kommen sie wieder!’ demişti. Ama ben gittiğimi dahi bilmiyordum. Nasıl olurda benim yanıma geldiğini söylüyordu ressamım. Yoksa yoksa gerçekten bu makine işe yarıyor muydu?
Odanın 4 voltluk mor ışığını yakıp, içeri geçtim. Tüm cihazlar garip bir şekilde bana bakıyordu. Bilgisayarın önüne geldiğimde, ekranın üzerinde ’Do you want to repeat your traveling with appointed coordinaries?’ yazıyordu. Tekrar aynı koordinatlar ve, ve ne diyor bu ya? Yoksa gelen mesaj gerçekten doğru muydu? Şaka yapmıyor muydu benim karagözüm?
Sandalye üzerinde duran acayip, ısı geçirgenliği en aza indirgenmiş kıyafeti giymeye başladım. Her şeyi öğrenmenin tek yolu vardı ki, ekrandaki soruya ’yes’ butonu yazan yere tıklayarak, cevap vererek olacaktı!
...
Önümde durduğum kapı, şehir; karşıdaki yüksek binalar ve şu nehir kokusu! Rüya mıydı bunların hepsi, yoksa gerçekten ışınlanmış mıydım?
Kapının diğer ucundan bir ses geliyordu:
’Hacıcavcavım, gardaşım; geldin mi...geldin mi...geldin mi?...’
* Yazı Düzenlenme Aşamasında Bol Miktarda Kısaltılmıştır :)
**Resimdeki mavi balondaki kişi, resamımız :)
Işınlanma-2 Yazısına Yorum Yap
"Işınlanma-2" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.