- 846 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DÜNYAYA ÇIPLAK GELDİK
21.05.2007 Pazartesi, İzmir (Dünyaya çıplak geldik)
İnsan olarak kendimi ve diğer insanları düşünüyorum. Bu güne kadar edindiğim tüm bilgiler, insanların dünyaya çıplak geldiklerdir. Çıplaklık genel bir kavram. Sadece giyinme ile ilgili değildir.
Her insan, dünyanın neresinde ve hangi ırktan olursa olsun, ister medeni kültürler içinden, ister gayri medeni kültürlerden gelsin, ister zengin bir ailenin, ister fakir bir ailenin çocuğu olsun, bütün insanlar dünyaya çıplak bir bebek olarak geliyorlar. Akıl, muhakeme, sezgi, yetenek yapılarının ne olduğu bilinmiyor. Dünyaya ve insana ait hiçbir bilgileri yok. Kavramları belirsiz. Yani çırılçıplak. Sadece giyimleriyle değil, bilgi, kavram, düşünce çıplaklığı içinde geliyorlar. Hepsi eşit durumda doğuyor. Hiçbir çocuğa doğuştan özel bir bilgi ve kavram verilmemiş. Her çocuk yaşam içinde kendini geliştiriyor. Önce atalarından, çevresinden bir şeyler öğreniyor. Sonra kendi edinimleri ile okuyor, araştırıyor, insanlık ve dünya hakkında bilgilere ulaşıyor. Edindiği bilgilerle insanlık, dünya, yaşam hakkında fikirlere ulaşıyor.
İnsanları doğuşlarıyla birleştiren temel içgüdüler neredeyse aynı. Farklılıklar, renk yapılarında, fiziksel görünüşlerinde. Dünyanın neresinde doğarsa doğsun, her toplumdan doğan çocuklar örnek alınsa, birlikte gelişmelerini seyretmek için bir yere toplansa, onların ilk bir yaşına kadar ki, reflekslerinin hepsi aynı. Eğer onların başına tek öğretici verilirse, öğreticicinin dili, bilgileri ve düşünceleri bütün çocuklara aynen geçecek. Yani hiçbir çocuk, doğuştan dile, bilgiye sahip olmayacak. Hep kendine ilk öğretenden almaya başlayacak.
Çocukların zamanla edindikleri dil, kültür ve düşünceler onları birbirinden ayıracak. Allah kitabında, bütün varlıkları temel bir kanunla yarattığını ifade ediyor. Çocuklar doğarken, Allah’ın yaratma kanuna uygun olarak doğuyorlar. Yasa aynı. Bu nedenle bütün dünyanın çocukları aynı şekilde doğuyor. Aynı refleksleri veriyorlar. Allah, temel olarak uyulan bu yasaya Arapça kökeniyle İslam diyor. İslam; barış = teslimiyet = esenlik olarak ifade ediliyor. Yani bütün dünyanın çocukları, Allah’ın yasasına uygun bir şekilde, hiç itirazsız doğuyor ve büyümeye başlıyorlar. Onları dünyaya getiren ailelerin, toplumların düşünceleri, inançları ne olursa olsun. Ateist ailede ve bütün dinlerdeki ailelerde doğan çocuklar aynı yasa, Allah’ın yasası ile doğuyor ve büyüyorlar. Allah’ın kitabındaki bu özü çok iyi kavrayan ve insanlığa açıklayan elçisi Hz. Muhammed (as.) konuyu, “her çocuk İslam fıtratı ( yasası) üzerine doğar. Sonradan İsevi, Musevi veya putperest olur” diyor.
Ama ben işin burasında değilim. Benim asıl üzerinde durduğum konu, Allah’ın temelde eşit yarattığı insanların, edinimleriyle ayrıldığıdır. Atalarımızdan, çevremizden, okuduklarımızdan, hayat tecrübelerimizden edindiklerimiz bizi belirli bir noktaya getirir. Hayatımızda geldiğimiz her noktadan bizler bilgi ve düşüncelerimizi açıklarız. Bilgi ve düşüncelerimizle hayatta davranışlarda bulunuruz.
Geçen tarih içinde, adları bu güne kadar gelen birçok değerli insan mevcuttur. İlim adamı, fikir adamı gibi insanların her birinin doğuşları, yaşamda öğrenmeleri bizimle aynıdır. Hiç birisi, özel bir bilgiye sahip değildir. Onlar kendi zamanlarının imkânları içinde, okuyabildiklerini okumuşlar. Araştırabildikleri kadar araştırmışlar. İnsanları, insan ilişkilerini, olayları yorumlayabildikleri kadar yorumlamışlardır. Elbette onların kendi zamanlarına ilişkin bilgi ve yorumlarından bize uzanan düşünceler, bizim insanları ve olayları anlamamıza yardımcı olur. Ancak, bu demek değildir ki, onlardan bize ulaşanlar bizim mutlak uymamız gereken düşünceler veya kurallardır. Her insan, kendi zamanında, kendi yaşamında, kendisini, insanları, olayları anlamak, yorumlamak ve düşünceler üretmek haklarına sahiptir. Bu hakkı, ne biz geçmiştekilerin elinden alabiliriz. Ne de geçmiştekiler bizim elimizden alabilirler. Allah’ın yarattığı insanlar olarak, hiçbir insanın sınırlandırmasına bağlı olmadan, hepimiz özgürce, bilgi edinme, olayları değerlendirme ve düşünme hakkına sahibiz.
Ancak günümüzde okuduğum bazı kitaplar ve dinlediğim bazı sözler bunun tersini söyler. Herhangi bir bilgi veya görüşümüzü açıkladığımızda, hemen geçmiştekilerin düşüncelerini, olaylar hakkındaki yorumlarını bizlere hatırlatırlar. Sanki bir bakıma, “biz kimiz ki?” onlar bu bilgilerin en doruğuna ulaşmıştır. Bizim onların söylediği sözler karşısında bir şey söylememiz mümkün değildir. Bizler sanki onların görüşleriyle hayatımızı yorumlayıp, kendi kişiliklerimizi oluşturmak zorundayız. Böyle bir anlayışın toplumun geneline hâkim olduğunu görmekteyim. Müslüman’ların, Yahudi’lerin, Hıristiyan’ların, Budist’lerin dünyasında bu tür yargılar mevcuttur. Felsefi görüşlerin, ideolojik görüşlerin dünyasında bu tür yargılar mevcuttur.
Sanki bu günün insanı, kendisi için bilgi edinme, olayları izleme ve yorumlama hakkına sahip değildir. Günümüz insanının elinden bu haklar alınmış gibidir. Konunun bu noktasında, geçmişteki insanların, böyle bir hakkı var mıdır, yok mudur hiç tartışılmaz. Birileri çıkar, insanların söylediği sözler önüne, geçmiştekileri diker. Sanki der ki, senin bu konularda konuşma hakkın yoktur. Geçmişte bu konularda konuşma hakkı olanlar konuştu ve konuyu bağladı. Senin bugün bu konularda konuşman abesle iştigaldir. Eğer sen buna devam edersen, geçmişe karşı saygısızlık etmiş olursun. Haddini aşmış olursun. Dünyanın temelini teşkil eden, düşünce biçimine, düşünen insanlara saygısızlık etmiş olursun.
İçinde yaşadığım toplumdaki bu yargıların nasıl oluştuğunu bilmiyorum. Ancak bu tür yargıların, insanın bilgi edinme, düşünme eyleminin önüne engel teşkil ettiğini biliyorum. Bir dine sahip olan insanlar, geçmişteki din bilginlerine rağmen insanı, olayları yorumlayıp kendi görüşlerini belirtemezler. Bir felsefi görüşe sahip olan insanlar geçmişteki felsefecilere rağmen felsefi fikirler üretemezler. Bir ideolojik görüşe sahip olanlar, geçmişteki ideolojik görüş üreten ideologlara rağmen ideoloji üretemezler. Bilim adamları için de böyledir. Bilimin özgürlüğünü ilan edenler, belirli ilkelerde birleştiklerinde, birleştikleri ilkeleri eleştirenleri, yeni ilkeler veya fikirler üretenleri kabul edemezler.
Sanki geçmişe karşı bir şey söylemek, geçmişe karşı isyan ile mümkündür. Eğer insan geçmişten gelenlere isyan içinde olmazsa, geçmişin kalıpları içinde yok olur gider. Kendi gelişimini bulamaz. Kendi gelişmesini tamamlayamaz.
O nedenle geçmişten günümüze görüşleri aktarılan her düşünürün zamanında, zamanın muhafazakârları tarafından sapık ilan edildiği malumdur. Nice bilim adamının büyücü olarak yargılandığını biliyoruz. Bu gün din bilgini olarak bilinen nice insanların, zamanında dinsiz ve sapık ilan edildiğini biliyoruz.
Allah’ın bebekken eşit olarak dünyaya getirdiği insanların, kendi edinimleriyle ulaştıkları, bilgi ve düşünce biçimlerinin, daha sonra doğan bebeklerin hayatını hangi hakla sınırlandırdığını düşünmek zorundayız. Eğer mantıklı bir nedenini bulamazsak, o zaman sadece sınırlayanların bazı çıkarları olduğuna inanmamız gerekecektir. Zira isimleri bugünlere kadar gelen hiçbir düşünürün, geleceği sınırlandırdığına dair herhangi bir bilgi yoktur. Yani hiçbir âlim, ilim adamı veya ideolog, ben zamanımda en doğruyu / gerçeği buldum, bundan sonra doğruyu / gerçeği arama ve bulma hakkınız yoktur dememiştir. Aksine zamanının kalıplarını kırarak geleceğe örnek olmuşlardır. Gerçeklerin / doğruların zamanı bağlayan bütün kalıpların kırılmasıyla olacağını göstermişlerdir.
Zaten işin esası böyle değil midir? Benim zamanımın bilimini, şartlarını, olaylarını bilmeyen geçmiştekilerin, benim hayatımı yargılamaya, yönlendirmeye, yorumlamaya hakları nasıl olabilir ki?
Eğer bizler bu gün, geçmişteki insanların hayatımız üzerinde yargılama, yönetme haklarının olduğuna inanıyorsak, o zaman sadece acizliğimizi ortaya koymuşuzdur. Acizliğimizi ortaya koymak işin en temiz ve doğal olanıdır. Bunun bir de art niyeti vardır. Bazı insanlar, kendi kişisel çıkarlarını insanlar üzerine uygulayabilmek için, insanları aciz bırakmak, bilgi edindirmemek, düşündürmemek, kendi ayakları üzerinde durdurmamak gibi bir çalışma içine girerler. O zaman, kendilerinin söyleyeceği şeylere kimse inanmayacağı için, geçmişten insanları kendi çıkarlarıyla konuştururlar. Dinler adına oluşturulan değişik cemaatleşmelerde cemaat liderleri bu yolu uygular. Siyasal yapılanmalarda, aciz siyasetçiler bu yolu uygular. Bilgi ve bilimde geri kafalı ve çağ dışı olanlar bu yolu uygular.
Zira onların bildiği gerçek vardır. Onlar da bilinçaltında, beraber yaşadıkları insanların onları kendilerinden farklı saymayacaklarıdır. Öyle ya, beraber büyüdüğümüz, aynı okullarda okuduğumuz, birlikte yiyip içtiğimiz insanları niye kendimizden üstün görelim ki? Biz onların, her türlü halini biliyoruz. Onlar da bizim gibi, acıkıyor, yiyor içiyor, hasta oluyor, korkuyor ve seviniyorlar. Bizden farkları ne? Bizim onları bizden üstün görmemiz için herhangi bir neden yok diyeceğiz. Bu gerçeği bilen aciz insanlar bizim önümüze ancak, bizim değer verdiklerimizi örnek göstererek bizi susturabilirler. Bizim tartışamayacağımız kişiler, kurumlar ve görüşler varsa onları söyleyerek tepemize binebilirler. Aksi halde kendilerinin söyleyebileceği hiçbir şey yoktur. Toplumun genel olarak anlaştığı kişilerin, görüşlerin ve kurumların, kişisel çıkarlara alet edilerek, insanlar üzerinde egemenlik kurmak her zaman en basit yol olarak insanlığın önüne çıktığı görülmektedir.
İnsanın ben olabilmesi önemlidir. Allah her insana kendi yaratılış yasasına göre, ben olabilmesi için, akıl, muhakeme, bilgi edinme, bilgileri yorumlama gücü vermiştir. Her insan bu özelliklerini kullanmakta özgüdür. Diğer insanlarla özgürlük konusunda eşittir. Benlerin bir toplumda biz olabilme özellikleri, sevgi, saygı ve adil paylaşımlarla sağlanması doğal yasalar çerçevesinde iken, bazıları çıkarlarıyla bu doğal yasayı değiştirme gayreti içinde olurlar. Bu gayretlerin en önemli sorularından biri sen kimsin? Sorusudur.
Evet, sen kimsin? Bilgi edinmek, düşünmek, olayları yorumlamak ve kararlar almakta senin hakkın var mıdır?
Toplumsal yapılanma, ataların yetiştirme biçimi, okullarda alınan eğitimle oluşan insan benliğinde, sen kimsin sorusuna,
Peki, sen kimsin ki? Benim bilgi edinme, düşünme, özgürce olayları yorumlara ve kararlar almama engel oluyorsun? Sorusunu getirme imkânına genelde sahip olamıyoruz. Eğer böyle bir şey yaparsak,
Konu din kapsamına giriyorsa, âlimlere, ulemalara, fakihlere ters düşmekten sapık ilan edilme,
Konu bilimsel konulara giriyorsa, bilim dışı ilan edilme,
Konu, siyasi konulara giriyorsa, düşünce suçlusu olma,
Suçlamalarıyla, yargılamalarıyla, toplumdan soyutlanma ile karşı karşıya bırakılırız.
Hâlbuki ben insan olarak hayatıma baktığım zaman, dün, bugün, yarın bütün insanlar bebek olarak, eşit olarak dünyaya gelmişlerdir / geleceklerdir. Allah’ın koyduğu yasalar içinde eşit doğan bu insanların, daha sonra, diğer insanlar tarafından hangi hakla eşitsiz kılındıklarını, ellerinden bilgi edinme, düşünme, yorumlama ve hükme varma haklarının alındığını anlamak zordur. Bunun hiçbir mantığı ve yeterli delili yoktur.
Konu geçmişten gelen bilgileri öğrenmek, o bilgilere saygı göstermek, bilgilerden yararlanıp daha güzel yorumlara ulaşmaksa, bunun eşitliği bozan bir yanı yok. Eşitsizliği bozan konu, geçmişteki bilgileri öğrenen, bilgilere ve söyleyenlere saygı gösteren, o bilgilerden yararlanan, sonra kendi zamanında kendi görüşlerini bildirenlere yapılan engeldir. Birincisi, yani bilgi edinmen, ikincisi yani, saygı göstermen, üçüncüsü yararlanman üstüne vazifedir. Ancak aynı konularda yeniden görüş bildirmen suç olur. Yeniden yorumlara ulaşman suç olur. İşte eşitsizliği meydana getiren bu suçlamadır. Hiçbir insanın bu tür suçlamaya hakkı yoktur. Olmamalıdır. Bunu yapan kişi, eşit olarak yaratılan insanlar arasında eşitsizliğin ilkelerini ve kurallarını koyarak, Allah’a inanıyorsa inandığı Allah’a isyan halindedir. Allah’a inanmayan ise, söylemlerinde bulunduğu halde insanlığın eşitlik ilkesine aykırı davranıyordur. İster Allah’a inansın, ister inanmasın, yapılan suçlamalar, insanlığın doğal yasasına aykırı söylenmiştir. Bu söylem ve söylemin uygulamaya sokulması ise insanlık suçudur.
Eşit olarak doğan bebekler büyüyecek, bilgi edinecek, kendilerini, insanları, yaşadıkları olayları, kendi zamanlarını özgürce yorumlayacaklardır. Onlara bu hakkı Allah vermiştir. Hiç kimsenin de ellerinden almaya hakkı yoktur. Bu hakkı ellerinde gören insanlar, büyük bir zulüm içindedirler.
Denilir ki, efendim, ya insanlar kendileri yorumlarken hata ederlerse? Sana ne kardeşim. Her insanın doğru üzerinde olmaya ve yanlış yapmaya hakkı vardır. Geçmişte, aynı dönemde yaşayan insanlar aynı konularda farklı görüş ortaya korlarken, biri diğerine göre hatalı olmuyor mu? Sen geçmiştekilerin dönemlerinde aynı konulara, farklı yorumlar koyup birbirini suçladıklarını, birbirine karşı durduklarını bilmiyor musun? Yani sen onlardan birinin yanında olup, kendi yanında olduğunla insanların üzerine hükümran olamazsın. İnsanları, kendi seçimlerinle sınırlayamazsın.
Her insanın, dünya yaşamında, olaylar hakkında bilgi alırken, onları yorumlarken yanılma ve doğruyu bulma hakkı vardır. Hiç kimsenin bu hakkı almaya hakkı yoktur. Kaldı ki, insanların akli yorumlarının birbirinden farklı olacağı, biri diğerine göre yanlış sayılacağı muhakkaktır.
Asıl insanın kendi kendine şunu sorması gerekir. Ben hangi hakla, bu günün insanlarını, geçmiştekilerin görüşleriyle sınırlandırıyorum. Bunun yetkisini bana kim verdi? Sorgusuyla insanın kendine gelmesi gerekir.
Müslüman olarak, Kuranı okuduğumda çıkardığım özet şudur. Her insanın Allah’a, kitabına inanmaya ve inanmamaya hakkı vardır. Onun için Allah kitabında “dinde zorlama yoktur” ifadesini ortaya koymaktadır. Her insan kendi özgür iradeleriyle Allah’a ve dinine ister inanır ister inanmaz. İnanan inancının sorumluluklarını üstlenir. İnanmayan inanmayışının sorumluluklarını üstlenir.
Allah’ın kitabındaki bilgilere göre, insanlar arasındaki savaş kişiseldir. Kişilerin haklarından ibarettir. Allah’ın kitabı incelendiğinde, din savaşı olgusu yoktur. Zira Allah, Allah’a ve dine inanmayanlara karşı savaş emretmez. Allah’ın savaş ilan ettiklerine baktığımızda,
Onlar, insanlara zulmedenlerdir. İnsanların haklarını ellerinden alanlardır. Allah’ın inansın inanmasın insanlara tanıdığı özgürlüğü köleliğe dönüştürenleredir. Yeryüzündeki varlıkları eşitsiz olarak, sadece kendilerine toplayarak, insanları aç bırakanlaradır. Allah’ın kitabında savaş olarak emredilen konuların detaylarına inildiğinde sadece bu gerçek ortaya çıkar.
Allah’ın, şu toplum bana inanmadı, gidin o toplumu yok edin diye emrettiği görülmez. Ancak Müslüman’lar adına iktidar olanlar, iktidarlarını sağlamak için güç gösterisi yapmışlardır. Allah’ı ve dinini bahane ederek, insanlar üzerine savaş çıkarmışlardır. Tabi bu her zaman böyle olmamıştır. Ancak böyle olanlar da tarihimizi süslemektedir.
Bütün bu oluşumlar, insanın temel hak ve özgürlüklerine, Allah’ın eşit yarattığı insanların, kendilerini tanımlama, olayları yorumlama haklarının elinden alınması nedeniyle doğmaktadır. Bütün savaşların temeli, Müslüman’lar arasında veya başka topluluklarda hep bu yöndedir. İşin özünde, Allah’ın yarattığı insana saygısızlık mevcuttur. Ona güvenmemek mevcuttur. Kişisel çıkarlar adına insan ve insanlar üzerine egemenlik kurmak söz konusudur. İnsanlar üzerine egemenlik kurmaya kalkan her insanın, kurumun veya kuruluşun ilk yaptığı şey, insanları saygı gösterdiği bilgiler, kişiler, kurumlarla susturmaktır. Başaramaz ise, savaş çıkarmaktır.
Onun için derim ki, ey insanlar, dünyaya çıplak geldiniz çıplak gideceksiniz. Başkalarının üzerinize biçtiği elbiseleri giymeyiniz. Başkalarının elbiseleri size yakışmaz. Allah’ın size verdiği, bilgi edinme, düşünme, yorumlama hakkını kullanarak kendiniz olunuz. Allah’a yönelir, Allah ile Islama (barışa ve esenliğe) girerseniz ki, tavsiye ederim. Bu seçimin sorumluluklarını üstlenir, Allah’ın dediği insan olmaya çalışırsınız. Allah’a göre olmanın yolu, düşüncelerinizi davranışlarınızı Allah’ın kitabındaki bilgilere göre yapmaktır.
Unutmayın ki, geçmişteki Müslüman’ların ileri gelenleri böyle yapmaya çalıştılar. Onlar kendi zamanlarında böyle yaparak öne çıktılar. Bugün onların eserlerini okuyor, hayatlarında insan olma kavgasının örneklerini önümüzde canlandırıyoruz.
Hani hatırlayın o anı, onlar da kendilerini öne çıkaracak, bilgilerini, düşüncelerini, yorumlarını davranışlarını ortaya koydukları zaman, dönemin engelleyicileri onları sapık ilan ederek, suçlayarak yargılamışlardı.
Gerçekten onların yolundan gidiyorsanız, onların dediklerini aynen kabul ederek onların yolundan gidemezsiniz. Onlar gibi, özgür iradenizle, bilgi edinir, düşünür, olayları yorumlar, kendi kararlarınızla kendiniz olarak onların yolundan gitmiş olursunuz.
Sadece onları taklit ederek benzerseniz, kendinizden hiçbir şey katmazsanız, bilin ki, onların hiç sevmediği, sevmeyeceği insanlar olursunuz. Zira onların en büyük kavgası buydu.
Ey insanlar, eğer kendi iradenizle Allah’ı ve dinini seçmiyorsanız, unutmayın ki hiç kimse size baskı yapamaz. Seçiminizden dolayı kendiniz sorumlu olur, Allah’ın ahiretteki hesabıyla karşı karşıya kalırsınız. Eğer birileri size Allah’a ve dinine inanmamayı seçtiğinizden dolayı baskı yapıyorsa, bu baskının temeli, Allah değildir. Baskının temeli, dinini tam özümlememiş, kendini Müslüman sayan kişinin egosunu tatminden ibarettir. Böyle yapana karşı çıkmanız sizin temel hakkınızdır. Bu hakkı size bizzat Allah, kitabında verdiğini söylemektedir.
Ancak çok önemli bir konu var. İster Allah’a inansın. İster inanmasın, bütün insanların sorumlu oldukları, görevi sayacakları tek konu vardır.
İnsanların, doğanın, varlıkların haklarına saygı göstermek, onların haklarına saldırmamaktır. Eğer bunu yaparsanız, yaratılışa aykırı hareket etmiş, insanlık suçu işlemiş, doğaya hakaret etmiş olursunuz.
İşte bu noktada insanlar, haklarını kazanmak ve yaşadıkları dünyayı korumak için kavgalarını vereceklerdir. Dünyayı yok etmeye çalışanlara karşı kavgalarını vereceklerdir. Yeryüzündeki varlıkları kendi çıkarlarına kullanarak, insanları aç, yoksul yaşamlara itenlere karşı, eşitsiz davranışlarından dolayı kendi kavgalarını vereceklerdir.
İnsanların kendileri için verecekleri kavga, onurlu bir kavgadır. Kutsal bir kavgadır. Allah’ın yarattığı insana tanıdığı temel bir haktır. Hiç kimsenin Allah’ın insana, insanlığa verdiği bu hakkı almaya hakkı yoktur.
Allah’ın kitabında söz ettiği kutsal cihadın (savaşın) mantığı ve muhakemesi budur.
Ey insanlar, Allah sizi diğer insanlarla eşit ve özgür olarak yarattı. Hiç kimseye, ne ailesinden gelen, ne atalarından gelen, ne ırkından gelen, ne de dünyadaki konumundan gelen bir üstünlük vermemiştir.
Her insanın, yeryüzünde Allah’ın yarattığı doğadaki yeraltı, yer üstü kaynakları kullanma, değerlendirme hakkı vardır. Allah kitabında, “Yeryüzünde size verdiğimiz rızıklardan bolca yiyin için. Ama asla haksızlık etmeyin. Yeryüzündeki nimetleri, bazılarınız kendi ellerinde toplayarak haksızlık etmesin. Eğer bunu yaparsanız zalimlerden olursunuz. Allah zalimler topluluğunu sevmez. Ey insanlar, sizler haklarınızı elinizden alan zalimlere karşı niçin savaşmazsınız?” demektedir.
Evet düşünüyorum. İnsan olarak benim diğer insanlardan farkım ne olabilir ki? Ne benim diğer insanlar üzerine üstünlük kurmaya hakkım var, ne de başka insanların benim üzerimde üstünlük kurmaya hakkı var. Her insan gibi, bende bebek olarak doğdum ve eşit olarak yaratıldım. Allah’ın her insana verdiği gibi, bana da akıl, muhakeme, yorumlama, karar alma gücü verdiğini biliyorum. Yine Allah’ın her insanı kendi verdiği güçle sorumlu tuttuğunu biliyorum. Her insana ancak kendi seçimleriyle karşılık vereceğini, inancını kendisinden isteyeceğini, inancına göre tavır koyacağını biliyorum.
Öyleyse ben olmalıyım. Bilgi edinen, olayları izleyen, onları yorumlayan, kendi kararlarını veren ben olmalıyım. Bunları yaparken, geçmişten gelen bilgilerden, günümüzdeki bilgilerden yararlanmayı ilke edinmeliyim. Hiçbir şeye karşı peşin hükümlü olmamalıyım. Hiçbir kişiye karşı ön yargılı olmamalıyım. “Herkesin doğrusu benim. Onların yanlışlarından uzağım” demeliyim. Hayatımın, düşüncelerimin ölçülerinde, kişiler, kurumlar, görüşler olmamalıdır. Hayatımın, düşüncelerimin ölçülerinde, her zaman gerçeğe ulaşmak, gerçekler üzerinde olmak temel ilkem olmalıdır. Hiçbir zaman görüşlerimi insanlara dayatmamalıyım. İnsanları kendi düşüncelerinde özgür bırakmalıyım.
Hayatımın kavgasının temeli, haksızlıklara karşı çıkmak olmalı. Yalancılık ve riyakârlık benim düşüncelerimde, hayatımda olmamalıdır.
Biliyorum ki, bunları yapabilirsem o zaman ben olmuşumdur. Bunları yapabilirsem o zaman Allah’ın yarattığı, insana, doğaya ve varlıklara saygı göstermişimdir. Aksi halde kendime, dışımdakilere büyük zulüm yapıyorumdur.
İnanıyorum ki, insanlar özgür iradeleriyle, düşünmeyi, konuşmayı, davranmayı başardıklarında, bütün sorunlarını rahatça tartışabilirler.
Peki, bu durum çıkar gruplarının hoşuna gider mi?
Peki, bu durum, insanlar üzerine çıkarlarını egemen kılmak isteyen insanların hoşuna gider mi?
Ben hiç sanmıyorum. Ya siz?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.