- 745 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KAÇAK RAMAZAN
Temmuz ayının en sıcak günlerinden biri olacağı söyleniyordu. Dün hava gerçekten sıcaktı. Bugün daha sıcak olacakmış. Oruç ayı başlamış beş gün geçmişti. Cuma günü nöbetçiydim. Karargâh subayı olduğum için okulun yemekhanesinde nöbetçi subayı görevini yürütüyordum.
Sabahleyin evimden çıkıp ana yola doğru yürürken henüz güneş yeni doğmuştu. Hava sabah serinliğini kaybetmemişti. Asteğmenlik görevini yürüttüğüm Balıkesir Çayırhisar Ordu Donatım Okulu, Balıkesir’in doğu tarafında, Bursa yolu üzerindeydi. Şehirden hayli uzaktı. Askeri birliğe yakın mahallede oturuyordum. Evimizin önündeki yoldan ana yola doğru bahçeler arasından patika yol vardı. Bahçeler dedimse de, daha çok ağaçsız tarla gibiydi. Seyrek ağaçları vardı. Patika yol karşımızdaki caminin yanından geçiyordu. Ana yoldan geçecek olan askeri servis arabasına binecektim.
Ramazan ayındaki ilk nöbetim olacaktı. Yaz günü olmasına rağmen görev anında oruç beni rahatsız etmiyordu. Zaten akşam 18.00 de işten çıkıyor, eve 18.30 da geliyordum. Eve geldikten sonra neredeyse bir saat falan iftara zaman vardı. Ama bugün nöbetçiydim. Akşam birlikte kalacak, geceyi birlikte geçirecektim. İftarımı, sahurumu askeri birlikte yapacaktım.
Yol boyunca geçen yıl ki eğitim anında tuttuğumuz oruçlar aklıma geldi. Oruç tutmak yasak değildi. 16 Ağustosta oruçlu olarak birliğe teslim olmuştuk. 16 Ağustos 1979 Balıkesir askeri birlikle tanıştığım, ordu donatım asteğmen adayı olarak göreve başladığım gündü. Ramazan bayramına 9 gün vardı. Yani 9 günlük orucu askerlikte tutacaktık. Eğitim anında çok zor olacağını düşünmeme rağmen hiçte zor olmamıştı. Yaklaşık 15 kişi oruç tutuyorduk. Askerliğe gelmeden Isparta İmam Hatip okulunda öğretmen olan bir ağabeyim askerlikte oruç tutacağım diye kendimi zorlamamı tembih etmişti. Nasılsa borcunu ödeyebilirdim. Nasılsa asteğmen olacaktım. Kışın kısa zamanda borçlarımı ödeyebilirdim. Bana böyle tembih etmişti. Ama oruç tutan arkadaşların varlığıyla bende orucuma devam etmiştim. Benden başka tutan olmasaydı tutabilir miydim bilmiyorum. Büyük bir ihtimalle tutmaya çalışacağımı hissediyordum.
Bugün nöbetçiydim ve asteğmen adaylarıyla birlikte askeri birlikte orucumu tutacaktım. Acaba kaç kişi oruç tutuyordu? Oruç başladığından beri kaç kişinin oruç tuttuğunu merak etmediğim için kendime kızdım. Hayret. Ne biçim adamdım? Hiç merak etmemiştim. Hâlbuki oruç Pazar günü başlamış bugünse Cuma günüydü. Altı gündür oruç tutuluyordu. Ben altı gündür hangi arkadaşların, kaç kişinin oruç tuttuğunu bilmiyordum. Bencilliğime, duyarsızlığıma kızdım. Nöbet görevim olmasaydı aklıma gelmeyecekti diye düşündüm. Hâlbuki İslami hassasiyeti olanları biliyordum. Onlarla Cumartesi veya Pazar günleri buluşarak değişik konularda sohbetler ediyorduk. Ama orucun ilk günü olan Pazar günü buluşmamıştık. Evime gelmeyeceklerdi. Balıkesir içine çıkacaklar çeşitli ihtiyaçlarını göreceklerdi. Önceki hafta geldiklerinde öyle demişlerdi.
Patika yolda ilerlerken arasından geçtiğim otların bir kısmında ıslaklıklar olduğunu fark ettim. Gece sıcak havanın soğuduğu, gündüz havaya çıkan nemin yeryüzüne kırağı olarak düştüğü belliydi. Zaten Balıkesir gündüzleri çok sıcak olsa da, geceleri soğuyordu. Yaz günü bile geceleri, özellikle gece ikiden sonra dışarıya üzerinize bir şey almadan çıkamazdınız. Çıktığınızda vücudunuzu soğuk bir hava anında sarıp sarmalardı.
Servis arabasının geçeceği yola çıkıp beklemeye başladım. Trafiğin seyri azdı. Fazla geçen araba yoktu. Yoldan geçen arabaların bazıları durup götürebiliriz asteğmenim diyorlardı. Ama ben binmiyordum. Çünkü onlar beni nizamiyenin girişinde bırakacaklardı. Ya ondan sonra? Nizamiye kapısından ordu donatım okuluna kadar neredeyse yarım saat yürüyorduk. Okulumuz iki bölümden ibaretti. Asteğmen adaylarının ve astsubay adaylarının eğitim gördükleri bölümler. Asteğmen adayları dört aylık dönem için geliyorlar. Askerliğe on beş gün geç başladığı için toplam üç buçuk ay eğitim görüyorlardı. Astsubay adaylarının süresi ise çok fazlaydı. Onların eğitimi dokuz ay sürüyordu.
Okulumuzun güneyinde, Astsubay adaylarının binasının hemen arkasında harika bir cami vardı. Camiyi geçmişte Balıkesir Ordu donatım komutanlığının paşası Talat paşa yaptırmıştı. Onun için cami isminin baş harfi olan T şeklinde idi. Cami girişi T harfinin tepesi, caminin içi ise kıbleye doğru T’nin alt uzantısıydı. Camiye yukarıdan kuşbakışı bakanlar T harfini okuyorlardı. Talat paşanın oğlu Armağan yüzbaşı bizim bölük komutanımızdı. Çok havalı bir adamdı. Caminin önünde mükemmel bir şadırvan vardı. Hiç suyu kesilmezdi. Astsubay ve asteğmen adaylarının suları nedense hep kesilirdi. Eğitim döneminde suyun kesilme nedenini komutanlara sorduğumuzda tadilat var denirdi. Ne bitmez tadilatmış? Asteğmen olduktan sonra öğrendim. Meğer komutanlar susuz şartlara alışsınlar diye bizzat kestiriyorlarmış. Caminin doğu güney yönü sık çam ağaçlarıyla kaplıydı. Doğusundaki ağaçlar yeni dikilmiş kısaydılar. Güney bölümündeki ağaçlar ise hayli yüksekti. Batı ve Kuzey yakasında ise okulun değişik binaları vardı.
Balıkesir şirin küçük bir Anadolu şehri... İçinde Osmanlı’dan kalan eserler vardı. Hemen her Anadolu şehrinde olduğu gibi, eski ve yeni yerleşim alanları vardı. Böylece eski ve yeni tabirleriyle anılan şehirden söz edilebilirdi. Eski Balıkesir. Yeni Balıkesir. Ben şehrin Bursa yolu üzerinde yeni kurulmuş Plevne mahallesinde oturuyordum. Mahallede daha çok doğu kökenliler yerleşikti. Solcuların kurtarılmış bölgesi olarak biliniyordu. Mahalle muhtarından ikametgâh belgesini almak için askeri elbiseyle mahallenin merkezindeki kahvehaneye gittiğimde halkın acayip bakışlarıyla karşılaştığımı hatırlıyorum. Gözlerinde sanki asker düşmanlığı vardı. Nedense o dönemlerde bende delice bir cesaret vardı. Hangi görüşün kurtarılmış bölgesi, mahallesi, sokağı olursa olsun aldırmazdım. Kahveye girdiğimde kahvedekilerin bütün gözleri üzerimdeydi. Muhtarı sorarak bana gösterdiklerinde babacan tavırlı muhtar bana işaret etti. Onu sorduğumu duymuştu. Halimden oruçlu olduğumu anlayınca yüzündeki bakışlar sıcaklaşarak değişti. Solcuların kurtarılmış bölgesi olmasına rağmen herhalde gençleri solculuk yapıyor, yaşlıları ise karşı çıkıyordu. Bana hazırladığım ikametgâh belgesini imzalayıp güçlü bir şekilde elimi sıkarak uğurlarken, “Asteğmenim her zaman buradayım, her ne olursa bana gelin, hatta isterseniz evime de buyurun” deyince, kahvedekilerin yüz hatları birden bire gülen yüz haline gelmişti. Muhtar bunları söylerken, benim asker olarak korkulacak, onları gammazlayacak biri olmadığımı etrafındakilere duyurmuş gibiydi. Muhtarın tavrı bana her zaman manidar gelmişti.
Çeşitli düşünler ile yaklaşık on beş dakika yolda beklemiştim. Nihayet küçük servis otobüsümüz. Verdiğim servise binme talebimle, servis arabası bekleyeceğim yolda duracaktı. Yani servis şoförü beklediğim yerden bir asteğmeni alacağını biliyordu. Servis şoförlerine servise bineceklerin listesinde olmayanları bindirmeme talimatı vardı. Yani siz asker olsanız da servise bindirme talimatı şoföre verilmemişse, sizi asla almazdı. Benim bindirme talimatım olduğu için yolda görmediğinde bile birkaç dakika durup beklediği olurdu. Ama ben genelde önceden bineceğim yerde olurdum. Sanıyorum bir iki defa yola yakınlaşmışken servis arabası gelmiş beni beklemişti. Tabi üstlerimden bazı subaylar hafif şaka yollu asteğmenim bizi bekletme diyorlardı. Otobüsün arkasından binmemiz yasaktı. Otobüsün ön kapısından biner, ön tarafta oturan rütbeli subayların önünden selam vererek arka tarafa doğru geçerdik.
Benden sonra binen olmazdı. Servis şoförü beni aldıktan sonra hızlıca birliğe doğru giderdi. Askeri birliğe yakın mahallede oturmak işe gelip gitme açısından iyiydi. Servise geç binersin. Akşam dönüşünde evine erken gelirsin. Evim şehrin askeri birliğe tam ters yönde olmuş olsaydı, sanıyorum servise yarım saat veya bir saat önceden binmem gerekecekti. Akşamları ise aynı sürede evime gelebilecektim.
Nizamiye kapısından içeri giren servis aracımız, okulun bulunduğu bölgeye doğru, etrafı ağaçlarla çevrili, geniş geliş gidişli yolda ilerliyordu. Çayır hisar askeri birliğimizin bulunduğu yer çok güzeldi. Ormanlıkla kaplı. Ağaçları boldu. Ağaçlar çok büyüklerdi. Bazı ağaçların üzerinde çakıyla kazılmış “buranın Allah’ı komutandır” yazısı vardı. Özellikle askerlerin, yaşadıkları, yattıkları, eğitim gördükleri bölgelerde. Tabi aynı zamanda, tertiplerine ilişkin yazılar. Terhis zamanları ve daha birçok şey ağaçları süslüyordu. Ağaçlara yazı yazmak yasaktı ama kim dinliyordu ki? Yüksek ağaçların gölgelerinde güzel vakitler geçirmek mümkündü. Eğitim yaptığımız alanda ise ağaçlar yoktu. Ağaçların ortasında ağaçsız geniş bir alan vardı. Bursa yolu askeri birliğimizin altındaydı. Bursa yolunun altında ise, tam karşımızda havacılar vardı. Yol iki birliğin arasını ayırıyordu.
Görev yaptığımız binanın tamamı beş katlı yeni yapılmış modern bir binaydı. Zemin üstünde dört kat vardı. Bir tarafı eğitim alanına bakıyor. Diğer tarafı ormanlığa bakıyordu. Okul karargâh binasının bir kısmı asteğmen adaylarının okulu olarak kullanılıyordu. Binanın güney bölümü asteğmen okulu, kuzey bölümü ise karargâhtı. Üçüncü ve dördüncü katların tamamı asteğmen adaylarının yatakhaneleri olarak ayrılmıştı. Ancak dördüncü kat fazla kullanılmazdı. Daha çok üçüncü kat yatakhane olarak kullanılırdı. Asteğmen adaylarının girip çıktığı yer aslında birinci kattı ama onlar için zemin katıydı. Binanın kuzey tarafı zeminden üstü dört kat. Asteğmen adayları kısmı ise sanki zemin üstü üç kat gibiydi. Yemekhane girişinin altında, yemeklerin pişirildiği, malzemelerin konduğu, hizmet erlerinin yatakhaneleri vardı. Binanın karargâh bölümü üçüncü kattı. Subaylar olarak giriş kapısından girdiklerinde üçüncü kata görev için çıkardık. Giriş katında bekleme salonları, birinci katta yemekhane vardı. İkinci kat ise karargâh subaylarının görev alanlarıydı. Onun için yedek subay adaylarına yatakhanelerine çıkarken ikinci kata girmeleri yasaktı. Yedek subayların giriş ve çıkışlarında ikinci katta sürekli nöbetçi askerler merdiven kısmında durur, ikinci kapıdan yedek subay adaylarının girmesini engellerlerdi. Ama biz subaylar bu kapıyı kullanırdık.
Hızlı adımlarla görev yaptığım sınav subaylığına doğru yürüyordum. Aynı bölümde görev yaptığımız Antalyalı benim gibi aynı dönemden olan Asteğmen Salih’ten nöbeti devir alacaktım. Genelde arka arkaya nöbet tutardık. Yemekhane nöbetimiz zor nöbet değildi. Sabah öğle arası yemek malzemelerini almaya şehre giderdik. Yemekleri kontrol ederdik. Öğle vakti yemekhane servisini kontrol ederdik. Aynı şeyleri akşam yemeği için yapardık. Gece olduğunda ise, ertesi gün pişirilecek yemeklerin hazırlığına nezaret ederdik. Aslında biz olmasak da görevler yürürdü. Biz asteğmenler güya, asteğmen adaylarının vekili olarak, onlar adına her şeyin düzgün olmasını sağlar, nezaret eder, kontrol yapardık. Özellikle bizim yemekhane nöbetçi subaylığı sanki “iş olsun diye” karargâh subaylarına tutturulurdu. Değilse zaten hizmet görevlisi askerlerin başında bir astsubay, ayrıca onların nöbetini askeri disipline göre tutan astsubaylar vardı. Bizimkisi, nöbetsiz askerlik olmaz mantığında tutturulan nöbetler gibiydi. Sanki asıl yetki onlardaydı. Bizlerse fazla karışmazdık zaten. Nöbet tuttuğumuz gece karargâhta yatar. Sabah erkenden kalkarak, sabah kahvaltısının veya çorbasının hazırlıklarına nezaret ederdik. Yemeklerin kontrolü ve yemekhanenin düzenini sağlamada, asteğmen adaylarından ve astsubay adaylarından da birer kişi nöbetçi olurlardı. Onlarda bizim gibi, güya arkadaşlarının haklarını korumak için, mutfaktaki ve yemekhanedeki işleri takip ederlerdi.
Karargâha geldiğimde sabah işi çoktan bitmişti. Artık benim görevim nöbet kolluğunu taktından sonra öğleye doğru başlayacaktı. Hele dışarıdan malzeme gelmeyecekse tam öğle vaktine yakındı. Antalyalı Salih’ten nöbeti devir aldım. Salih gece çok uyumanın verdiği mahmurluktaydı. Belli ki sabahta erken kalkmamıştı. Belki de sabah kahvaltısına veya çorbasına yetişememişti.
— Ne vardı sabah?
— Yayla çorbası…
— Sen seversin?
— Severim ama bugün tadını pek alamadım.
— Niye?
— Uykumu alamadım.
— Belli
Sınav subayımız binbaşı gelmeden önce nöbet işlerini birbirimize devir ettik. Sınav odamız otuz metrekare bir yerdi. Kapısında izinsiz girilmez yazılıydı. Kısacası askeriyenin yasak bölgelerinden biriydi. Güvenlik alanıydı. Bizde sorulan sorular, sınav kâğıtları bulunurdu. Öğretmen subaylar rütbesi ne olursa olsun içeriye giremezdi. Onun için asteğmen olarak kapıdan döndürdüğümüz yarbay, binbaşı, yüzbaşı, üsteğmen öğretmenler çoktu. Aslında bizimle konuşmaları, soru sormaları bile yasaktı. Ama kapıdan sorup giderlerdi. Sorularını da kapıdan verip giderlerdi. İçeriye girmek istediklerinde,
— Yasak komutanım
Dedik mi iş biterdi. Zira hemen kapımızın karşı çapraz bitişiğinde komutanlık sekreteri odası, onun yanında da okul komutanlığının odası vardı. Sıralamayla bile bizim oda personel subaylığından önce geliyordu. Hani askerlik yapanlar bilir. Rütbe ve önem sırasına göre düzenleme askerlikte esastır. Maazallah okul komutanımız Kıdemli Albay koridorda dolaşırken bizim odaya görevlilerden başkasının girdiğini görse veya odamıza girip odamızda bir başkasını görse anında savunmamızın alınması, arkasından cezalandırmamız kaçınılmazdı. Komutan bir kere verilen tavizlerin disiplini bozacağına inananlardandı. Görünürde yumuşak bir insandı ama uygulamaları tavizsizdi. Belki de bir sürü kıdemli albayın arasından onun okul komutanı seçilmesinin nedeni buydu. Aynı anda onun gibi babacan tavırlı öğretmen kıdemli albaylarımız vardı. Onların davranışıyla, okul komutanının davranışı elbette aynı değildi.
— Selam çocuklar
Binbaşımız gelmişti. İnsan olarak çok iyi biriydi. Elli yaşlarına yakın, uzun boylu, fazla kilosu olmayan, fiziği mükemmel, beyaz tenli, babacan tavırlı biriydi. Hani ilk bakışta aile babası diyebileceğiniz, ailenin sıcaklığını, mutluluğunu hissettiren insanlar vardır. Tam öyleydi. Yüzüne, tavırlarına, davranışlarına, mutluluk, güven, huzur sinmişti sanki. Bize karşı tavırları da öyleydi. Yumuşak sözlü, sert tavırları olmayan, işini bilen yönetici tavırlarıyla üzerimizde askeri varlığını değil, insani varlığını hissettiriyordu. Komutandan çok, baba, ağabey tavırlarıyla bize hükmediyordu. O nedenle, rahatça isteklerimizi, görüşlerimizi, hatta değişik konulardaki sohbetlerimizi yanında yapabiliyorduk. Hatta öyle ki, sohbetlerin konusu askeri birlik içinde bize zarar verecekse, harika bir tavırla, öğüt verircesine, bize başından geçenleri anlatarak, bu tür konulara girmememizin iyi olacağını anlatırdı. Askerlikte göreve başlamadan önce, Harbiye’de okurken din subaylığına ayrılmış, bu konuda eğitim görmüş, ancak ordudan din subaylığı hizmetleri kaldırılınca değişik görevlerde bulunmuştu. En çok yaptığı görev personel subaylığıydı. Şimdi ise, güven yeri olan sınav subaylığını yapıyordu. Okul komutanı Kıdemli Albayla ilişkileri çok güzeldi. Kolumdaki nöbet kolluğunu görünce,
— Bugün de sen mi nöbetçisin?
— Evet komutanım
— Böyle iyi olur. Nöbet birden bire gelip geçiyor odamızdan.
— Evet komutanım. Hem daha önceki nöbetçi bizden olunca, devir almak iyi oluyor.
— Elbette… Sen oruç musun?
— Evet komutanım.
— Haydi hayırlısı. Nöbette zor olur biraz ama neyse sen tutarsın. Zaten tutmak isteyen tutuyor. Hangi şartta olursa olsun.
— Evet komutanım.
Tabi komutana siz oruç musunuz diye sorulmazdı. Zaten biraz sonra çay ısmarlayarak oruç tutmadığını kanıtladı. Otuz metrekarelik odada dört masa vardı. Üç küçük ve bir büyük masa… Elbette büyük masa komutanın masasıydı. Biz iki asteğmenin masaları küçüktü. Bizim masalarda birer daktilo vardı. Ayıca küçük masalardan biri boştu. Geçen yıl göreve başladığımızda bizden kıdemli bir asteğmen vardı. Şimdi o masada teksir makinesi duruyor. Biz şanslı asteğmenlerdik. Bizden önceki asteğmenler on sekiz ay askerlik yaptılar. Biz ise on altı ay yapacaktık. Dört ay eğitim dönemi, on iki ay asteğmenlik dönemi. Bizden önceki dönem asteğmenlik görevini 12 ay yapıyor son iki ayını da teğmen olarak sürdürüyordu. Bizden önceki arkadaş teğmen olmuştu. Sınav subaylığına başladığımız ilk ay odamızda bir binbaşı, bir teğmen ve iki asteğmendik. Tabi teğmene artık iş vermiyorduk. Onu hem kıdem alışının, hem de gidişinin izzeti ikramını yaparak ağırlıyorduk. Teğmenimiz bizim için daha anlamlıydı. O asteğmenlikten teğmenliğe yükselmişti. Diğer muvazzaf teğmenler gibi değildi. Muvazzaf teğmenler okuldan teğmen olarak çıkarlar, acemi olarak birliğe gelirlerdi. Biz asteğmenler askerlikte daha kıdemli olsak da onlara selam vermek zorunda kalırdık. Gerçi pratikte pek selam vermezdik. Onlarda bundan dolayı çok alınırlardı. Kısacası asteğmenler ile yeni teğmen olmuş muvazzaflar arasında gizli bir çekişme vardı. Mesela sanki gıcıklığına, asteğmenlikten teğmenliğe geçmişlere özene bezene selam verirken, muvazzaf teğmenlere selam vermeden geçebilirdik. Tabi bütün bunlar askeri kurallara aykırıydı. Herhangi bir şekilde duyulsa, disipline verilse, mutlaka cezalandırılırdı. Fakat ne teğmenler şikâyet ederdi, ne de başkaları. Belki de bu çekişmeyi askerlerin çoğu, hatta rütbeli komutanlar bile biliyordu. Sanki bunun karşılığında kıdemli ve rütbeli astsubaylar da asteğmenlere selam vermek istemezlerdi. Hatta astsubaylar asteğmenlere “komutanım” demez, direk “asteğmenim” derlerdi. Ağızlarından komutanım ifadesini çıkarmayarak, sanki asteğmenleri komutanları gibi görmek istemediklerini vurgularlardı. Ama dıştan görünüşte öyle saygısız tavırları olmazdı. İnce bir siyaset diliyle tavır koymuş olurlardı. Kimse astsubayların asteğmenlere komutanım dememelerinin, asteğmenim demelerinin altında farklı bir anlam olduğunu düşünmek istemezdi. İşin gerçeği ise, muvazzaf subaylara komutanım diyen astsubayların, asteğmenlere dememesi tüm nezaketlerine karşılık, dolaylı bir tavırdı. Hemen her kurum ve kuruluşta olan, ast üst ilişkilerindeki tepkimeler, ayrışmalar, ortaya kavga niteliğinde çıkmasa bile, gerçek hayat içinde bir şekilde yaşanıyordu.
Odamızın geniş pencereleri binanın batı yanındaki ormanlığa bakıyor. Odamızdan eğitim alanını göremiyorduk. Böylesi daha iyiydi. Zira eğitim alanını her görüşümüzde, orada geçirdiğimiz günler aklımıza gelecekti. Ağustosun on altısında, üstelik ramazan ayında, güneş altında orada oruçlu eğitim yapmıştık. Oruç tutmamıza karışmamışlardı. Ancak eğitim subaylarımız, bayılan ayılan olursa, oruç tutmayabilirsiniz diyorlardı. Zaten kendine güvenmeyen, bana tembih edildiği gibi, tembih edilip de orucunu erteleyenler tutmuyorlardı. Ama biz on beş yirmi kadar inatçılardık. Sanki ne pahasına olursa olsun tutacağımızı söylüyorduk. Tabi sözle değil, ısrarlı oruç tutuşuşumuzla bunu ispatlıyorduk. Geceleri yemek haneye inerek sahurumuzu, iftar vaktinde de iftarımızı yemekhanenin bir köşesinde yapıyorduk. Kimse bir şey demiyordu. İlk gün oruç tutacakların ismi alınmıştı. Buna göre sahurluk ve iftarlıklarımız sabah, öğle, akşam yemeklerinden ayrılıyordu.
Sınav subaylığımızın görevleri fazla ağır değildi. Asteğmen adayları gelirler üç haftalık temel eğitim dönemlerini geçirirler. Sonra dersler başlar. Derslerden sonra sınavları başlar. Dört aylık eğitimin, ilk ayı temel eğitim, iki ayı dersler ve son ayı sınavlardı. Yani biz her dört aylık dönemde bir ay çalışırdık. Diğer üç ay, sıradan işler yapardık. Her dönemin asteğmen adaylarını defterlere kayıt eder. Onların sınav sonuçlarını yazardık. Sonra onlara mezuniyet belgelerini hazırlardık. Tabi mezuniyet belgelerini birebir biz yazmazdık. Asteğmen adayları içinden güzel yazılı olanları çağırır. Onları bir sınıfta toplar yazdırırdık. Güzel yazılı olanları sınav kâğıtlarından seçerdik. Sınav kâğıtları bizdeydi. Tek tek binbaşımızda dâhil, sekiz on kişilik bir kadro yapardık. Güzel yazılarıyla belgeleri yazdırmak için.
Astsubay adaylarının işleri ise sürekliydi. Onların toplam eğitim süreleri dokuz aydı. İlk dört ayları temel eğitim dönemiydi. Sonra dersleri başlıyordu. Yaklaşık sekiz ay, dersler ve sınavlar sürerdi. O zamanlar okulumuzda hem personel bölüğü, hem de ordu donatım bölüğüne ait asteğmen ve astsubay eğitimi vardı. Daha sonradan personel bölüğü İstanbul’a taşınarak, sadece kendi bölüklerimiz kaldı..
Okula çok nadir de, intibak stajları gören astsubay ve subaylar gelirdi. Astsubayların sınavlarına komutanları sayıldığımız için biz girerdik. Ama subayların sınavlarına sadece binbaşımız giderdi. Biz asteğmenler onların altları olarak onları sınav yapamazdık.
Ramazan ayının başlangıcında artık yedek subay eğitim döneminin son günleriydi. Onun için fazla işimiz yoktu. Son sınavları bitirdik. Sınav kâğıtlarını öğretmenler okuyacaktı. Bizlere cevapları verecek bizlerde listeleri hazırlayacaktık. Sonra belgeler yazılmaya başlayacaktı. İş boşluğunda rutin sohbetlerimizi, işlerimizi yaparken, kapıda bir astsubay belirdi. Komutanım mutfak nöbetçi subayı burada imiş. Hemen dönüp benim dedim. Astsubay askeri kurallara saygı göstererek, binbaşımıza, “komutanım asteğmenime söyleyeceklerim var izin verir misiniz” dedi. Komutan izin verince, dışarıdan malzeme alınıp gelineceğini söyledi. Bende komutandan izin alarak görev başı yapmak üzere karargâh binasından mutfağa doğru astsubayla yürümeye başladım.
Mutfaktan bana alınacakların listesini verdiler. Halk arasında cemse (gmc marka arabalar) dediğimiz askeri kamyona bindik. Şoförle birlikte iki asker daha vardı. Onlar arkaya binmişlerdi. Araba birlik içinde nizamiyeye doğru hızla yol almaya başladı. Yol o kadar güzeldi ki, her askeri birliğin bakımı Çayırhisar’a da yansımıştı. Etraf çamlarla doluydu. Çamların koyu gölgeleri asfalt yolu kaplamıştı. Güneş tepeye doğru ilerlemesine rağmen hala gölgeler uzunluğunu koruyordu. Dışarıda sıcak vardı ama aynı zamanda tatlı bir esinti yüzümüze çarpıyordu. Arabanın kapı camları, kelebek camları açık, küfür küfür estiriyordu. Şoför olan askerle daha önce hiç Balıkesir’e gitmemiştik. Yeni biriydi. Sessiz sakin bir çocuktu. Siması, rengi Trakyalı olduğunu gösteriyordu.
— Sen nerelisin?
— Çorlu’lu komutanım
— Kaç aylık askersin
— Dokuzuncu ay komutanım
— Nasıl rahat mısın burada?
— Askerlik işte ne olacak komutanım. Vatan görevi yapacağız.
Güldüm. Askerde öğretilen kuralları uyguluyordu. Askerde yorum yapmak yasaktır. İyi kötü. Ne olursa. İçimden “biraz tanışıklık ilerlerse bülbüller gibi açılırsın” dedim. Genelde öyledir. Askerlikte gördüğüm gerçeklerden biri budur. Askerler rütbesi ne olursa olsun, ilk gördüklerinin yanında yorum yapmazlar. Ancak özellikle askerler, asteğmenlerle biraz yakınlaştıklarında bülbüller gibi şakırlar. Aynı şeyi muvazzaf subaylara yapamazlar. Tabi bunda asteğmenlerin tutumları da var. Asteğmenler askeri kuralları bir kenara bırakarak askerlere insanca davranmaya çalışırlar. Onları dinleyip sorunlarıyla ilgilenmek isterler. Bununda kazığını yerler tabi. Çünkü askerlerin hepsi değil ama geneli gördükleri bu yumuşaklığı, ilgiyi hemen çıkarlarına kullanır. Onun için asteğmenlerin görev dönemlerini ben üçe ayırırım. Asteğmen olarak insani duygularla göreve başladıkları dönem… Görev sırasında insani duygularının istismar edildiklerini fark ettikleri dönem… İstismar edilmemek için askerliğin kurallarını uygulamaya başladıkları dönem… Ne yazık ki bu dönem en son dönemdir. Kısa sürer. Son dönemlerinde asteğmenler eskisi gibi askerlere çok ilgi göstermezler. Kuralları uygularlar. Ama cezalandırmaya gelince “benden bulmasınlar” diyerek es geçerler. Gittikten sonra kötü anılmak istemezler.
Arabamız nizamiyeye yaklaştığında nöbetçiye görev emrimizi gösterdik. Bursa yoluna çıktığımızda, yolun etrafında artık ağaçlar yoktu. Yol çift yol da değildi. Klasik şehirlerarası tek yoldu. Balıkesir’e doğru yol alırken, güneşin sıcaklığını hissetmeye başladım. Artık araba camlarından gelen rüzgârda sıcaktı. Hâlbuki birlik içinde hava ne güzeldi. Yolda ilerledikçe şehrin kıyı mahallelerinden geçmeye başladık. Sağımızdaki ilk mahalle bizim mahalleydi. Plevne mahallesi. Ana yoldan evimiz görünüyordu. Geçerken evime doğru baktım. Bizden kimse yoktu dışarıda. Ev yol kenarında tek başına ihtişamıyla duruyordu. Oturduğum ev üç katlıydı. Zemin katında ben oturuyordum. Evin ikinci katında ev sahibinin annesi oturuyordu. Asıl ev sahibi Almanya’da çalışan bir bayan işçiydi. Evdeki yaşlı kadın onun annesiydi. Kendisi Çingene değildi ama küçükken terk edilmiş Çingeneler tarafından büyütülmüştü. Onların içinde yetiştiği için, hali, tavrı, görünüşü Çingeneler gibiydi. Özünde çok iyi biriydi. Fakat kavgacıydı. Kendisine sataşan Kürt çocuklarını, ailelerini elindeki çapasıyla kovalar. Onlara ummadıkları meydanı okurdu.
Balıkesir’in eski, yeni sokaklarından geçerek şehrin içindeki Askeri levazım deposuna geldik. Levazım deposu, geniş soğuk hava tesisleri olan bir yerdi. Orada çeşitli, sebze, meyve, et ürünleri vardı. Bugün soğan, patates, patlıcan, lahana, yağ ve et alacaktık. Alacağımız etin kilosu baya fazlaydı. Levazım birliğindeki görevli astsubay elimden malzeme listesini alarak “buyur asteğmenim” dedi ve bizi etlerin olduğu yere götürdü. Aman Allah’ım bu ne? Hayret danayı bilirim. Boğayı da. Ama gördüğüm hayvanlar neredeyse boğaların iki misliydi. Şaşırıp kalmıştım. Bir köşede üst üste yığılmışlardı. Binanın tavan kısmında sağa sola kaydırılan bir düzenek vardı. Etler calaskarların zincirlerine ucundaki çengellerle tutturuluyor. Havaya kaldırılıyor. Kesip parçalamak için hazırlanmış geniş bir alana getiriliyordu. Orada parçalanarak, tartılarak veriliyordu. Gördüğüm hayvanların cüssesi beni çok şaşırttığı için astsubaya,
— Astsubayım bunlar ne?
— Bunlar Amerika’dan gelen etler asteğmenim. Kimi bizon diyor. Kimi kadana. Ben bilmiyorum. Bu ara et olarak bunları veriyoruz.
Biz astsubayla konuşurken, görevli askerler, ellerindeki nacaklarda etleri parçalıyordu. Ellerindeki nacaklarla dediğime şaşmayın. Satır değil, nacak. Hani odun kestiğimiz nacakla etler parçalanıyordu. Köşede, elektrikli testere gördüm. Herhalde bunu da kullanıyorlardı. Bize yaklaşık yüz elli kilo et vereceklerdi. Eti; on beş, yirmi kiloluk parçalar haline getirdiler. Etler parçalanmasa kaldırılması çok zor olurdu. Zira her but neredeyse elli ile yüz elli kilo arasındaydı.
Etimizi aldıktan sonra diğer malzemeleri almak için manav bölümüne girdik. Orası o kadar genişti ki. Cemse ile ta içine kadar girdik. Oradaki astsubayda elimizdeki listeye göre erzakları verdi. Onlar ayırıyor, bizim askerler sayarak teslim alıyorlardı. Biraz sonra işimiz bitti. Bizim askerler “tamam komutanım hepsini aldık” dediler. Levazımın kapısından çıkarken görevli teğmenle selamlaştık. Tekrar Balıkesir sokaklarından birliğimize doğru ilerliyorduk. Şoför;
— Komutanım bugün baya işimiz zordu. Et siparişi olduğu zaman yükümüz çok ağır oluyor. İşimiz çok uzuyor.
— Yani her zaman et almıyor muyuz?
— Yok, komutanım üç dört güne bir et alırız.
— Doğru ya, bir yıldır mutfak nöbetleri tutuyorum ilk defa ete rastladım. Neredeyse askerliğim bitecek.
Şoför hınzır hınzır gözlerimin içine bakarak;
— Komutanım akşama götürdüğümüz etten bir miktar ayırttırayım mı?
Şaşkınlık içinde;
— Ne demek o? Duymamış olayım. Yoksa siz her et götürdüğünüzde bir miktar ayırıp âlem mi yapıyorsunuz?
— Yok komutanım
— E. Öyleyse bu dediğin ne?
— Komutanım siz nöbetçisiniz ya onun için dedim.
— Sakın ha duymamış olayım.
Üzerine gitmedim. Bunu söyleyen nihayetinde bir asker… Rütbesiz, yetkisiz bir asker… Eğer böyle bir şey yapıyorlarsa, eti alan görevli var. Yaptıran yetkili, görevli subay, astsubaylar var. Asker bu cesareti gösterip sorabildiğine göre herhalde oluyor diye aklıma gelmiyor değil. Ama kimsenin günahını almaya gerek yok. Ben nihayetinde dışarından bir nöbetçiyim. Asıl görevlileri var. Sanıyorum asker, şirin görünmek, yaranmak için böyle bir şey söylüyor. Herhalde kendisi gidip söylemeyecek. Teslim ederken, nöbetçi subay istiyor diyecek. Yani kabağı başıma patlatacak. Değilse onu kim takacak. Bazen askerler arasında, asteğmenlerle, astsubayları karşı karşıya getirmeye çalışan kurnaz askerler olur. Şimdi eti mutfaktaki astsubaya teslim edecekler. Et isteyeceklerse ona diyecekler. Nöbetçi subay akşama et ayırın diyor. Astsubayda köpürecek, içten içe çekişme yaşadıkları asteğmenlere “zaten açıklamasalar da gıcık olurlar” hemen asteğmen aleyhine icraata girecek. Bütün bu olumsuz düşünceler aklımdan geldi geçti. Kısa dönemde askerlikte çok şeye şahit olmuştum. Özellikle nöbetlerde çok şeye rastlıyordum. Olumlu olumsuz. Onun için en iyisi kuralları uygulamaktı. İnsani sorumluluğu taşımaktı.
Nihayet şehrin dışına doğru çıkmış birliğimize yaklaşıyorduk. Geldiğimiz yerlerden geriye dönüyorduk. Evimizin hizasına gelince eve doğru baktım. A o ne, eşim, kızım ev sahibesi evin bahçesine oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Onlara doğru el salladım. Tabi onlar görmediler. Nereden bileceklerdi ki?
Nizamiyeden girip okula geldik. Mutfağın erzak deposunun kapısına yaklaştığımızda bizi astsubay karşıladı. Ona erzak emrini vererek, teslim almasını söyledim. “Tamam, asteğmenim” dedi ve erzakları teslim aldı. Onları orada bırakarak mutfağın içinden yemekhaneye çıktım. Görevli askerler yemekhaneyi düzenliyorlardı. Masalar siliniyor. Sular, tuzluklar konuyordu. Şöyle bir gezindim. Benim yapacak çok fazla bir işim yoktu. Yemek hazırlıklarına bakmak… Yemekhanedeki hazırlıklara nezaret etmek görevimdi. Dolaşırken günün nöbetçi asteğmen adayına rastladım. Ona gülerek “kontrollerini iyi yap, arkadaşlarının hakkını koru” dedim. Tamam, komutanım diye yanımdan uzaklaştı. Oruçlu olmadığım zaman hazırlanan yemeklerden tadıyordum. Okulumuzun yemeği çok kaliteliydi. Aşçımız ve yardımcıları sivildi. Maaşla çalışan profesyonel aşçılardı. Aşçımızla aynı mahallede oturuyorduk. Yemekleri onlar pişiriyordu. Mutfakta görevli askerler ise malzemelerin hazırlanmasına yardım ediyorlardı. Aşçımız ve yardımcıları, beyaz elbiseleri, kafalarındaki aşçı külahlarıyla lüks otellerin mutfağını andırıyorlardı. Ortalık tertemizdi. Her yer beyaz fayanslarla döşenmiş. Hijyen denilen temizlik birinci kural haline getirilmişti. Her gün akşam iş bittikten sonra, mutfak tertemiz yıkatılırdı. Baştan sona. Sonra ertesi günün malzemelerini askerler hazırlamaya başlardı. Tabi aşçının talimatları doğrultusunda askerler bunları yapardı. Yemek hanemizde aynı temizlik içindeydi. Ne var ki, mutfağımız, yemekhanemiz ne kadar temiz olursa olsun, değişik bir koku etrafa sinerdi. Nedense sinen kokudan hiç hoşlanmazdım. Onun için de mutfak nöbetinden hiç hoşlanmazdım. Doğrusu anlamazdım. Bu kadar temiz olan bir yerde niçin yemeklerin değişik bir kokusu siner. Hâlbuki temizlik, havalandırma süperdi. Çoğumuzun evinde böyle bir düzen, düzenek, temizlik olmazdı. Yemek kazanlarımızın çoğu son sistem buharlıydı. Beş on dakika içinde yüzlerce kişilik yemekler pişirilebiliyordu. Benim işim artık öğle yemeğine nezaret etmekti. Onun için sınav odamıza dönmedim. Öğle sonu astsubay adaylarına sınavımız vardı.
Öğle yemeğinden sonra, görev başındaydım. Asteğmen Salih’le birlikte sınava girdim. Sınav bittikten sonra Salih’e sen git artık ben mutfakta, yemekhanede olurum dedim. Nöbetçiydim. İkindi namazını kılmak için camiye gittim. Caminin İmamı Ali çavuş, İmam hatip okulu mezunuydu. Beni çok severdi. Onunla da eğitim dönemimizde güzel anılarımız olmuştu. Askerlik hayatım boyunca bana “komutanım” sözcüğünü, en güçlü, samimi, içten söyleyen sanıyorum oydu. Şadırvanda abdest alırken yanıma oturmuş bana,
— Komutanım biliyor musunuz? Asteğmen adaylarına oruç tutmak yasakmış. Arkadaşlar öyle diyor.
— Hayır, haberim yok.
— Evet yasaklamışlar. İlk gün bir iki kişi bayılmış. Biliyorsun Pazar gün oruçtu. Ortada bir şey yoktu. Pazartesi günü eğitim alanında bayılanlar olunca komutan yasak getirmiş.
— Bizim zamanımızda yasak değildi. Biz tuttuk. Bayılanda olmamıştı. Hâlbuki biz temel eğitim görüyorduk. Bunların artık son zamanları sıradan eğitim görüyorlar. Vakit öldürmek için. Biz on altı ağustosta gelip eğitime başladığımızda ağustos sıcakları vardı.
— Komutanım bunlarda temmuz sıcaklarında tutuyorlar.
— Temmuz sıcakları mı, ağustos sıcakları mı daha sıcak “diye gülümsedim”
— Temmuz sıcakları komutanım.
— Neyse şimdi ne yapıyorlar. Tutan yok mu?
— Var komutanım. Geceleri burada veya ağaçlar altında sahur yapıyoruz. Gece sizde gelin. Çok güzel oluyor.
— Gelirim tabi. Neyse ben namazı kılıp gideyim. Daha mutfakta işim var.
— Tamam komutanım. Akşama görüşürüz.
Akşam yemeği akşam saat on sekiz gibiydi. İftar vakti ise yirmi kırk beş. Ben yine rutin işleri yapmaya başladım. Akşam yemeğinden yaklaşık iki saat sonra iftar yapılacaktı. Hani oruçlu olarak da mutfakta, yemekhane de gezinmek hiç iyi değil.
Mutfakta işimi bitirmiş yemekhaneyi dolaştım. Sonra yemekhanenin yedek subay adaylarının girdiği bölümün kapısından dışarıyı seyretmeye başladım. Bu ara akşam yemeği için yedek subay öğrencileri gelmeye başlamışlardı. Bir ara yanıma bir asker yaklaştı.
— Komutanım size bir şey söyleyeceğim.
Dönüp baktığımda esmer, orta boylu bir çavuş vardı karşımda. Bir şeyler söyleyecekti ama tereddütleri var gibiydi. Gözlerinde söyleyeceklerinin telaşı vardı. Sanki söyleyip söylememek arasında çekinceler yaşıyordu.
— Evet, söyleye bakalım
— Komutanım yanlış anlamayın da…
— Doğru bir şeyse niye yanlış anlayayım
— Komutanım bazı asteğmen adayları oruç tutuyorlar
— E…
— Yemekhaneden yemek çalıyorlar
— Neden?
— Oruç yasak ya komutanım
— Oruç tutmak yasak mı? Bilmiyordum.
— Evet, komutanım yasak
— Oruç tutanlar mı çalıyorlar?
— Evet. Yemekhaneye diğerleriyle birlikte giriyorlar. Poşet kap gibi şeylere doldurup çıkıyorlar.
— Sabah öğle akşam hep bunu mu yapıyorlar?
— Evet komutanım.
— Peki, sen nerelisin?
— Muşluyum komutanım.
— Alevi misin?
— Hayır komutanım. Niye sordunuz?
— Bana adını soyadını, babanın adını soyadını ve adresini ver
— Niye komutanım?
— Hiç. Babana mektup yazacağım. Senin oğlun var burada. Askeriyede oruç tutmayı yasaklamışlar. Oğlunda kaçak oruç tutanları komutanlarına şikâyet ediyor. Onlar her türlü şartta Allah’a inandıkları için oruç tutuyorlar. Senin oğlun onlara yardım edeceğine komutanlarına gammazlıyor diye babana haber vereceğim. Nasıl bir çocuk yetiştirdiklerini düşünsünler.
— Yapmayın komutanım öldürürler beni.
İyice telaşlanmış ne yapacağını şaşırmıştı. Yanlış taşa tosladığı belliydi. Oruç tutmayı gericilik sayan, onlara karşı çıkan bir komutan zannetmişti herhalde. Hani bazıları vardır. Durumdan vazife çıkarırlar. En ufak bir şeyden içlerindeki kini dökerler. Namaza, oruca karşıdırlar. Allah’a, dinine, Müslümanlara karşıdırlar. Ellerine fırsat geçirince “kraldan fazla kralcı kesilirler”. Böyle dinsizler için orucun yasak olması bulunmaz bir nimetti. Yasak emrini öne çıkararak oruç tutan Müslümanlardan intikam almak için gerekeni yaparlardı. Belki komutanlar sırf askerleri düşündüğü için. Belki, Temmuz sıcaklarında eğitim alanında bayılmalar olduğu için, nasılsa şurada askerliklerin bitmesine ramak kalmış, gitsin evinde tutsunlar demişlerdir. Belki bayılmalar olduğu için üstlerinden korkan komutanlar kısa yoldan yasak koyarak kendilerini kurtarmak istemişlerdir. Onlar bunu kendilerine göre iyi niyetle veya kendilerini kurtarmak için düşünmüş olsalar da… Buna göre karar verip orucu askerde tutmayı yasaklasalar da… Yasaktan işte böyle kendini bilmezler vazife çıkaracaklardır.
Çavuş söylediklerimden o kadar çok etkilenmişti ki, şaşkınlıktan ve korkudan ağzının yüzünün kurumaya başladığı belli oluyordu. Kafasından birçok düşünce geçtiği belliydi. Ona;
— Madem ailenden korkuyorsun, niye şikâyet ediyorsun. Ayıp değil mi? Sen utanmıyor musun? Her türlü şartta oruç tutmak isteyenlere yardım edeceğine, utanmadan gammazlıyorsun öyle mi? Hemen cebimden küçük not defteri çıkardım. Kalemle birlikte eline verdim. Yaz bakalım adını soyadı. Annenin babanın adını soyadı ve adresini... Haydi!
— Yapmayın komutanım. Vallahi billahi bir daha yapmayacağım. Kimseyi şikâyet etmeyeceğim. Vallahi yardım edeceğim.
— Vallaha bilmem. Sen vermesen de ben adresini bulurum. Tamam, şimdi afettim. Ama özellikle oruç tutanlara soracağım. Bir şikâyet var mı diye. Eğer bir şikâyet varsa, ister sen ol, ister başkası, ben sen yapmış kabul ederek, babana yazacağım. Nasılsa kayıtlarda adresin var. Bende karargâhtayım. Bulurum adresini.
Öyle yalvarıyordu ki. Şaşkınlık içindeydi. Herhalde hiç böyle bir tepkiyle karşılaşmamıştı. Alnından terler akmaya başladı. Elleri titriyordu. Hani hiç aklına da gelmiyordu. Ben de sizi şikâyet ederim komutanım diye. Zira asıl benim yaptığım yasaktı. Onun ki ise komutanın emrini uygulamaktı. Ama onu öyle bir yerinden yakalamıştım ki, aşiret örfünün güçlü olduğu doğu bölgesinin kurallarından yakalamıştım. Düşünsenize, çocuğun babası, oğlunun böyle bir şey yaptığını duysun. Adam bir de muhafazakâr, dinine düşkünse çavuş hapı yutmuştu. Herhalde öyle ki, çavuşun aklı gitmişti. Düşünemiyordu bile.
— Vallahi yapmayacağım komutanım. Elimden geldikçe yardım edeceğim.
— Peki, başkaları şikâyet ederse, edecek olursa…
— Vallahi engelleyeceğim komutanım. Vallahi engelleyeceğim.
— Sen bilirsin. Ben söyleyeceğimi söyledim. Artık gerisi sana kalmış. Haydi, görevinin başına marş…
— Başüstüne komutanım. Bana güvenebilirsiniz komutanım.
Diye selam vererek bir uzaklaştı ki, ondan sonra bir daha etrafımda görmedim. Zaten ondan sonra da bir daha Ramazan ayında nöbetim gelmedi. Ramazanda oruç tutmaları yasaklanan asteğmen adayları ise, temmuz sonunda oruçlar bitmeden görev yerlerine ait kuralarını çekerek memleketlerine gittiler.
Yemekhanedeki hazırlıkları kontrol ettim. Kapının girişinde nöbetçi subayların yemek yediği bir masa vardı. Oradaki nöbetçi subaylara;
— Arkadaşlar ben orucum size afiyet olsun. Ben gidiyorum.
— Onlarda tamam asteğmenim.
— Sen merak etme. Bir şey olursa seni ararız.
— Tamam, ben genelde mutfakta veya camide olurum.
— Tamam.
Yemekhaneyi bırakıp mutafa indim. Oradaki askerlere nöbetçi astsubayı sordum. Gazinodaydı. Karargâhın gazinosuna geçtim. Nöbetçi astsubay daha önce birlikte nöbet tuttuğum bir arkadaştı. Beni görünce,
— O asteğmenim bu gün siz mi nöbetçisiniz?
— Evet
— Siz oruçta tutarsınız
— Evet
— Zor olmuyor mu asteğmenim?
— Niye zor olsun ki? Ben yemekhaneyi mutfağı dolaştım. Şimdilik benim yapacağım bir şey yok. Bir şey olurda beni ararsan, bende mutfakta olmazsam, ya burada ya camide olurum.
— Tamam asteğmenim
— Haydi, kolay gelsin. Siz nasılsa akşam yapılacakları biliyorsunuz. Yaptırırsınız.
— Siz merak etmeyin asteğmenim. Yaptırırım. Sizin gönlünüz rahat olsun.
Gazinodan çıktım camiye doğru gittim. Yemekten sonra içtima yapılacaktı. Bölük nöbetçi subayları, tabur nöbetçi subayı ve okul nöbetçi subayı içtimalarda yedek subay ve astsubay adaylarını toplayıp, okulun önünde sayım tekmili veriyorlardı. Mutfak nöbetçi subaylarının mutfak denetiminden başka nöbette fazla görevi yoktu. Onun için mutfak nöbetçi subayı olarak çok rahattım. Ama bir şey var ki, mutfak nöbetçi subaylığını diğer subaylar çok basit görürlerdi. Sanki bölük işlerinden anlamaz, karargâh memurlarının yapacağı bir şeydi. Doğrusu mutfak nöbeti tutan asteğmenler baya küçümseniyordu. Asteğmen adaylarının bile bakışı değişikti. Ama fark etmez işte. Askerlik mi askerlik… Nasılsa bir türlü yapıp gidiyorduk. Ve benim kıdemim iyice pekişmişti. Nöbetçi asteğmenler çoğu bizden sonra gelenlerdi. Benimde son dört ayım kalmıştı. Kim bilir belki son dönemde tabur nöbetçi subayı olurdum.
Gazinodan çıktıktan sonra, okulun eğitim alanı bölümünden, yani doğusundan camiye doğru yürümeye başladım. Hava hala aydınlıktı. İftara neredeyse bir buçuk saat vardı. En iyisi camiye gidip orada serince durmaktı. Mutfakta bana iftarlık için bir şeyler hazırlayacaklardı.
Caminin avlusunda birkaç asteğmen ve astsubay adaylarından bazıları vardı. Bunlar oruç tutanlardı. İçlerinden Halil İbrahim Ispartalıydı. Beni görünce komutanım nasılsın dediler. İyiydim. Onlarla birlikte şadırvanın oturaklarına oturdum. Bir taraftan abdest almak için ayakkabılarımı çıkarıyor. Diğer taraftan onlarla sohbet ediyordum. Asteğmen adaylarından Pazar günleri evime gelen Kütahyalı Osman,
— Asteğmenim oruç yasak biliyor musunuz?
— Bugün duydum
— Ama biz tutuyoruz.
— Nasıl yapıyorsunuz?
— Yemekhaneye girip yemeklerimizi alıyoruz. Bazı kaplara poşetlere koyuyoruz. Onlarla iftar ve sahur yapıyoruz.
— Sahurda dışarıya çıkabiliyor musunuz?
— Yasak komutanım
— E ne yapıyorsunuz?
— Merdivenlerde nöbetçi yoksa kapıdan kaçıyoruz. Bazen kapı kilitli oluyor. O zaman mutfaktan çıkıyoruz. Bazen de birinci katın pencerelerinden dışarıya atlıyoruz. Bazılarımız koridorda bir şeyler yiyor. Ama biz şu ağaçların altında sahur yapıyoruz. İftarlarımızı da orada yapıyoruz.
— Ağaçların altında güzel olur.
— Evet, komutanım çok güzel oluyor. Bizim için değişik bir macera oluyor.
— İftarı bilmem ama sanıyorum sahura bende gelebilirim.
— Bekleriz komutanım.
Abdestimi aldıktan sonra caminin içine girdim. İçerisi dışarıya göre daha serindi. Karşılıklı açılan pencerelerden harika bir esinti vardı. Zaten caminin duvarları oldukça kalın olduğu için duvarlar içeriye ısı almıyorlardı. Diğer taraftan caminin etrafında camiyi gölgede bırakacak büyük ağaçlar vardı. Onun için özellikle öğle sonları cami hep gölgede kalıyor. Güneşin sıcaklığından etkilenmiyordu.
Caminin içyapısı mükemmel döşenmişti. Allah razı olsun camiyi yaptıran paşa mükemmel bir iş çıkarmıştı. İçerisi tertemiz yeni halılarla döşeliydi. Geniş bir kütüphanesi vardı. Cami yapıldıktan sonra, her gelen yedek subay adayları ki, yılda üç dönem geliyordu, astsubay adayları camiye birer hatıra bırakıyorlardı. Kimi kütüphanesine kitap bırakıyor. Kimi Halılarının bir kısmını değiştiriyor. Kimi ise boyatıyordu. Namaz kılanlar aralarında topladıkları paralarla camiyi geliştiriyorlardı. Bizde asteğmen adaylığı döneminde on altı ciltlik Seyid Kutub’un Fizilal kur’an tefsirini almıştık. Ayrıca ben Isparta’daki kitapçılardan bir koli kitap getirtmiştim.
Caminin imamı Ali çavuşta gerekli titizliği gösteriyordu. Ruhunda tembellik yoktu. Onun için sürekli siliyor süpürüyordu. Yani askeri birliğin dışındaki camilerle kıyaslandığında, camimiz içimizi ferahlatacak tarzda güzeldi. Ayrıca, birlik komutanlığından bir subay arada bir gelip kontrol ediyordu. Tabi bunları caminin imamı asker Ali çavuş bize anlatıyor. Gerçi Ali çavuş, subay burada siyasi faaliyet var mı? Kütüphanede sakıncalı kitaplar var mı? Diye arada bir yoklamaya geliyor diyordu. Ama bunlar onun kuruntusu da olabilirdi. Doğru da olabilirdi. Bir şey var ki askerlik yaptığımız dönem 1980 yılıydı ve dışarıda siyasi olaylar alabildiğine fazlaydı.
Kütüphaneden bir Kur’an meali aldım. Okudukça haz aldığım tövbe suresini okumaya başladım. Bu ara dışarıdaki asteğmen, astsubay adayları da camiye giriyorlardı. Camiye girenlerden kimi benim gibi kitap okuyor. Kimi nafile namaz kılıyor. Kimi de birkaç kişi bir araya gelerek sohbet ediyorlardı.
Tövbe suresini okudukça, inanan insanların nasıl imtihanlardan geçtiklerini öğreniyordum. İnanmak kolay değildi. İmanla küfür arasındaki ayrımları, münafıklığın türlü şekillerini anlatıyordu tövbe suresi. İnandık deyip yola çıkarak, Allah’ın ayetlerini hayatlarında uygulamayanları anlatıyordu. Kimi ayetleri kendi çıkarlarına göre yorumluyorlar. Kimi istek ve arzularını öne çıkarıyorlar. Kimi de, dünyaya, dünyevi olanlara olan sevgilerini Allah’tan, dininden üstün tutarak sapıyorlardı. Ayetler en çarpıcı şekilde inancıyla, davranışlarını, yaşamlarını bütünleştirmeyenleri anlatıyordu. Daha önce okumuştum. Peygamberin arkadaşlarından gelen bir hadiste “tövbe” suresine ait ayetler geldikçe, inancımızla, yaşantımızı hep gözden geçirmek zorunda kaldık. Zira tövbe suresinin münafıklarla ilgili ayetleri sanki bizde de vardı. İmanımıza sahip çıkmak için ayetler geldikçe diken üzerinde duruyorduk. Ayetleri dikkatle okuyor, düşünüyor, hatalarımızdan dolayı Allah’tan af diliyorduk.
Ayetlerle resulün, arkadaşlarının hayatlarını gözden geçirirken, içinde yaşadığımız zamana bakıyorum. Lafa gelince askeriye için “peygamber ocağı” diyen komutanların oruç tutmayı hangi mantıkla yasakladıklarını anlamak mümkün değildi. Her türlü eğlence, kokteyl, etkinlik için, insanlık adına, çağdaşlık adına zaman ayıran, hatta eğitimleri, askeri görevleri tatil eden komutanların, namaz, oruç meselesi gelince, bizde inanıyoruz dedikleri halde, namazı, orucu yasaklamalarını anlamak mümkün değildi.
Bu milletin anaları, babaları, çocuklarını askere verirken büyük umutlarla veriyorlardı. Vatana hizmet edecekler. Allah’a hizmet edecekler. Vatan için Allah’ın şahadetle mükâfatlandıracağı ölümü göze alacaklar. Körpe yavrularını bunun için çekinmeden gönderen analar babalar, askerlikte orucun yasaklandığını bilselerdi ne derlerdi? Namaz kılanların takip edildiği… Askerlik görevlerinin en büyük ibadet sayılarak, namazdan, oruçtan üstün tutulduğunu bilselerdi. Ne derlerdi?
Elbette her komutan böyle değildi. Askerlik demek orucun, namazın yasaklandığı yer demek değildi. İşte karşımızda havacılar oruç tutuyorlar. Sahurlarını, iftarlarını komutanların emriyle çıkarıyorlar. İşte içinde namaz kıldığımız, dua ettiğimiz şu camiyi, inanan bir komutan yaptırmıştı. Askerler namaz kılsın. Oruçlarını tutsunlar diye. Ama onun şimdi okulda yüzbaşılık görevi yapan oğlu orucunda, namazında yasaklanması taraftarıydı. Bütün bunları anlamak zordu.
Düşüncelerim beni yoruyordu. Okuduğum ayetler. Gördüğüm gerçekler. Yaşadığım hayattaki ikiyüzlülükler, çelişkiler beni yoruyordu. İnanıyoruz diyenlerin, inançlarının kurallarını değil, aksine dinlerine aykırı ne varsa yapma eğilimleri beni yoruyordu. Kendi zevkleri, anlayışları için, bütün kuralları altüst eden, askeri kural, yasa tanımayan insanların, dinin emirlerine gelince “bizim yaptığımız da ibadet” diye karşı çıkmaları beni yoruyordu. Okuduğum ayetler, bunun bir ikiyüzlülük, nifak alameti olduğunu vurguluyordu. Düşüncelerim böyle iken surenin tamamını okuyamadım. Can sıkıntısıyla Kur’anı kapadım. Camideki arkadaşlarla sohbet etmekte istemiyordum. Zira duygularım gittikçe yoğunlaşmıştı. Sakinleşmeliydim. Derinleşmeliydim. Bu yoğunlukta ağzımdan istenmeyen şeyler çıkabilirdi. Bu ikiyüzlülükler karşısında dilim sertleşebilirdi. Kendimi farklı bir yere atmak istedim. Kitabı kütüphaneye koyarak camiden dışarı çıkmak için yürümeye başladım. Ali çavuş,
— Asteğmenim gidiyor musun?
— Evet
— İftara gelecek misin?
— Bilmiyorum
— Gelirsen aşağıdaki ağaçların birinin altında olacağız.
— Tamam
Caminin dışı kalabalıklaşmıştı. Yasak olduğu için oruç tutmasa bile, namaz için gelenler çoğalmıştı. Teravi namazını kılamıyorlardı. Zira yat saatinden geç bitiyordu. Onun için akşam ve yatsıyı kılıyorlardı. Kışın olsaydı yatsı erken olur. Camide teravilerini kılabilirlerdi. Gerçi teravi kılmasalardı ne olurdu ki? Zaten teravi İslam’ın temel hükümlerinden değildi. Üstelik peygamber devrinde camide böyle bir namaz kılınmamıştı. Üstelik yirmi rekât hiç kılınmamıştı. İslam’ın hükmü olmamasına, peygamber devrinde kılınmamasına rağmen, daha sonraki dönemlerde, teravi namazları farz namazlardan üstün tutulur olmuştu. Zaten oldum olası gördüğüm şey, Allah’ın Kur’an da geçmiş topluluklarla anlattığı şey, insanların kendilerine Allah’ın gönderdiği hükümlere önem verme yerine, kendi ürettikleri ibadetlere önem verdikleriydi. Allah’ın gönderdiği din açısından bu temel bir sapmaydı. Allah’ın kurallarını önemsememek, ama insanların din adına ürettiği kuralları önemseyerek, sanki dinin temel kuralları haline getirmek. Allah ayetlerinde bunu insanın nefsanî arzularına uyarak sapması olarak alıyordu. Geçmişteki Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğer toplumlar böyle sapmışlardı. İnsanlar Allah’ın kurallarından çok kendi kurallarına önem vererek, Allah’ı, kurallarını ikinci plana itmişlerdi. İşte teravi namazı da bunlardan biriydi. İnsanlar Allah’ın emrettiği namazı kılmazlar ama kendi ürettikleri teravih namazlarını kılmak için birbirleriyle yarışırlardı. Allah’ın ihlâs dediği şey, Allah katında neyin önemli olduğunu kavramaktı. Allah katında önemli olan şey, kendi kurallarının din olarak kabul edilmesiydi. İnsanların din adına ürettikleri değil. İnsanlar istedikleri kadar iyi niyetle din adına kural üretseler de, insanların ürettiği hiçbir kural, Allah’ın kurallarından üstün görülemezlerdi. Günümüzde ise, açıkça söylenmese de, bilinçaltında, uygulama da, insanların ürettikleri kurallar, Allah’ın kurallarından önemliydi. Mesela; teravi namazları, farz namazlardan önemliydi. Mesela, müçtehitlerin içtihatları, Allah’ın kurallarından önemliydi. Mesela; Allah’tan yardım dileme yerine, yatırlardan, evliyalardan yardım dileme daha önemliydi. Yaşanılan din, insanların ürettiklerini öne çıkaran, önemseyen dindi. İnsanların Müslümanlık diye yaşadıkları şeylerin yüzde doksanı Allah’ın kurallarından değil, insanların ürettiği kurallardan oluşuyordu. Üstelik insanlar insanların ürettiklerine daha çok önem veriyorlardı.
Caminin dışındakiler beni görünce selam verdiler. Onlara iyi akşamlar dileyerek karargâh binasına doğru yürümeye başladım. İftara bir saat falan kalmıştı. Henüz güneş batmamış. Akşam güneşinin rengi doğuya doğru yayılıyordu. Binaların ve ağaçların gölgeleri alabildiğine büyüktü. Batı yönünden mükemmel bir esinti havayı iyice serinletmeye başlamıştı. İşte Balıkesir’in havası buydu. Yazın temmuzu bile olsa, akşam havalar serinler. Geceleri üzerine bir şey almadan dışarı çıkamazdın. Astsubay adaylarının binasını geçtikten sonra bir ağacın gölgesini kestirdim. Bir müddet oturmak için ağaca doğru yürüdüm. Ağacın dibine oturduğumda sırtım batıya, yüzüm doğuya dönüktü. Karşımda eğitim alanı, Bursa yolu, havacıların birliği ve karşı dağlar görünüyordu.
İçimde düğümlenen düşüncelerden sıyrılmak istiyordum. Kendimi biliyorum. Düşünceler aklımda düğümlenmeye başladığında, konuşurken üslubum sertleşirdi. Gerçek olarak bildiğim şeyleri insanların yüzlerine anında söylerdim. Bugün kimseye gerçeğini söylemek istemiyordum. Kimseyle dalaşmak da istemiyordum. Allah herkese akıl fikir vermiş. İnsanların hangisine sorarsan sor, neyin iyi, neyin kötü olduğunu biliyorlar. Allah’ın neleri yasakladığını, neleri farz kıldığını biliyorlar. Bilmeyen yok. Ama bende Müslüman’ım dedikleri halde, bildiklerini uygulamaya gelince, bin türlü yorum, bin türlü bahane. İkiyüzlülük, riyakârlık ayyuka çıkıyordu. İşte böyle bir zamanda duramıyordum. Çelişkilerini, riyakârlıklarını yüzlerine patlatıveriyordum. En çok sinir olduğum konulardan birisi de, millet işi gücü bırakıyor. Namaz kılanların, oruç tutanların aleyhinde konuşup duruyor. Kendileri namaz kılmazken, oruç tutmazken, tutanları eleştiriyorlar. Sanki kendileri Müslüman değil? Sanki onlara namaz kılmakla emredilmemiş? Sanki onlara oruç tutmak emredilmemiş? İnsan kendisi yapamıyorsa, yapmıyorsa bari yapanlara karışmamalı. Sanki suç bastırırcasına, yapmadıkları bir yana, yapanları eleştiriyorlar. Allah’a asiliklerini, cahilliklerini, şımarık, laubali sözlerle kapamaya çalışıyorlar. Birde bilmişlik taslayan ukalalıkları yok mu? Onları duydukça insanın tüyleri dikenleşiyor. Etrafta böyleleri o kadar çok ki, Allah’ın haram kıldığı ne varsa işliyorlar üstüne kendilerini akıllı, çağdaş sayıyorlar. Bir başka zaman, bir başka yerde, kendilerinin de Müslüman olduklarını, Allah’ın haram kıldıklarında insanlığın zararına çok şey olduğunu söylüyorlar. İnsan bu ikiyüzlülüklere karşı nasıl durabilir? İşte ben böyle durumlarda patlayıveriyorum. Onun için biraz insanlardan uzak durmalıyım. Kendimi dinlemeliyim.
Eğitim alanının yanındaki çöplük üzerinde kargalar uçuşuyordu. Arada bir de çöplüğe inerek besleniyorlardı. İlk geldiğimiz eğitim dönemlerinde, orada eğitim yaparken kargaları seyrederdik. Bazen iki üç asker ellerinde tüfeklerle gelir kargaları vururlardı. Belli ki, bazı komutanlar kargalardan rahatsız olmuşlardı. Kargalar vurulduğunda, aramızda şakalaşırdık. Yemekte tavuk var diye. Hayret çoğu zaman şakamız gerçek çıkardı. Karga yedik mi bilmem ama kargaların eksildiği zamanlarda yemekte tavuk olurdu. Tabi biz aramızda şakalaşırdık. Ama şakalarımız sanki gerçekmiş gibi karşımıza çıkardı. O zaman anlamlı birbirimize bakardık. Kargalar geçmişteki anılarımı, tavuk yemeklerini akla getirince gülümsedim.
Bugün ev bensizdi. Eşim ve küçük kızım bugün yalnızlardı. Komşunun bir çocuğu korkmasınlar diye onlarla birlikte kalıyordu. Şimdi evde olsaydım. Küçük kızımın elinden tutar bakkala ekmek almaya giderdik. Minnacık ayaklarıyla yolda yürürken zaman geçerdi. İki dakikalık yolu biz on beş yirmi dakikada alırdık. Tabi bakkal amcadan çikolata almak işin kuralıydı.
Evimizin oradaki caminin yanındaki boşlukta mahallenin çocuklarıyla top oynayarak vakit geçirdiğimde olurdu. Gerçi iftar yaklaşırken top koşturmak zordu ama olsun. Ben kaleci olurdum. Kışın olsaydı akşam saat on yedi veya on sekizde iftar olurdu. Şimdi ise, yirmi bire kadar bekle. Kışın iftarıyla, yazın iftarı arasında neredeyse iki buçuk saat fark var. Yani günlük mesainin dörtte biri…
Güneşin batışını seyretmem mümkün değildi. Zira batı tarafımda yüksek, sık ağaçlar vardı. Bende güneşin doğuya yönelen ışıklarıyla güneşi izliyordum. Biraz sonra güneş batacaktı. Hemen herkes güneşi batarken batıdan izlemeyi sever. Ben ilk defa güneşi batarken doğudan izledim. Farklı bir davranıştı. Bilerek değil bilmeyerek. Güneşin batışını doğudan seyretmekte farklı duygular yaşatıyor insana. Arada bir denemek istedim. Güneşi arkama alarak doğuşunu, batışını seyretmeye söz verdim. Güneş ışıkları çekildikçe havanın sıcaklığı da düşüyordu. Üzerimde yazlık karargâh elbisesi var. Sanıyorum gece dışarı çıktığımda üşüyecektim. Bereket gelirken yanıma hırka almıştım. Artık mutfağa gitme vakti gelmişti.
Mutfağa geldiğimde askerin biri, “komutanım sizin sofrayı yukarıya kurduk” dedi. Yemekhaneden söz ediyordu. Yemekhaneye benim için sofra kurmuşlardı. “Sağ ol” diyerek yemekhanenin merdivenlerine doğru yürüdüm. Yemekhaneye çıktığımda, bir astsubay, bir asteğmen sofraya oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Selam vererek yanlarına yaklaştım. Sofraya oturdum. Üç kişilik sofra yapmışlardı. Astsubay farklı bir bölükten gelmişti. Herhalde hizmet görevlisi askerlerin nöbetini tutan astsubayın nöbetçi astsubay arkadaşıydı. Asteğmen ise astsubay bölüğünün nöbetini tutan asteğmendi. İkisini de ilk defa görüyordum. Selamımı aldılar. Onlara,
— Bugün orucun okulda yasaklandığını duydum. Çok üzüldüm. Dedim. İkisi birden…
— Ya öyle mi? Bizim haberimiz yok. Dediler.
— Askerler size söylemediler mi?
— Hayır
— O zaman kimse tutmuyordur.
— Hayır tutuyorlarmış. Şimdi camiden geliyorum. Orada anlatıyorlardı.
— Nasıl tutuyorlarmış? İftarı nasıl yapıyorlarmış? Sahuru nasıl yapıyorlarmış?
— Yemekhaneye oruç tutmayanlarla birlikte giriyorlarmış. Aldıkları yemekleri bazı kaplara koyuyorlarmış. Sahurda ve iftarda yiyorlarmış.
— Zaten inanan herhalde tutar.
— Ama bir şey daha var. Gece dışarı çıkmak yasakmış.
— Hayda… Peki, nerede sahur yapıyorlarmış? Yatakhanelere yemek çıkarmak yasak...
— Ya işte, aldıkları yemekleri bir yerlerde gizliyorlarmış. Sonra yatakhanelerden kaçarak dışarıda ağaçların altında sahur yapıyorlarmış. Bazıları da akşam yat saatinden önce iyice yiyip yatıyormuş. Sadece gece su içmeye kalkıyormuş.
— Valla zor iş…
— Evet, zor iş...
— Ama işin sevabı da böyle zamanlarda daha çok değil mi? Birileri dinsizler gibi oruç tutmayı yasaklayacak. Birileri de inatla, inançla tutarak sevaplarını artıracaklar.
— Öyle…
Dışarıdan ezan sesi gelmeye başladı. Caminin imamı çavuş Ali’nin sesiydi. Aslında ezan öyle minareden okunmazdı. Zaten askeriyedeki caminin minaresi de yoktu. Ali caminin avlusundan ezan okurdu. Ona yüksek sesle okumaması da ayrıca tembih edilmişti. Baya arada mesafe olmasına rağmen, yemekhanenin kapısı camiye doğru baktığı için ezanı duymuştuk.
— Haydi bismillah. İftarımızı açalım.
— Bismillah
— Bismillah.
Soframız güzeldi. Yemekte harika, pirinç pilavı, hoşaf, eti bol kuru fasulye vardı. Astsubay arkadaş kantinden kola alıp gelmişti. Küçük kolayı açarak, eşit bir şekilde bardaklarımıza dağıttı. Bardaklar tam dolmasa da, yarıyı geçmişti. Küçük teneke kutunun üç bardağı doldurması beklenmezdi tabi. Biz her ne kadar ona yahu sen iç bizi boş ver dediysek bile aldırmadı. Diğer asteğmen arkadaş ise, hemen askeri çağırarak, üç tane daha kola ısmarladı. Hadi koştur. Asker tamam komutanım diyerek bir çırpıda gidip geldi.
Benim aklım oruç tutan ve iftarlarını dışarıda yapan arkadaşlarda kalmıştı. Bir an önce yiyip onların yanına gitmek istedim. Ben hızlı yemeye başlayınca astsubay,
— Asteğmenim bu ne acele?
— Yedek subay ve astsubay öğrencisi arkadaşlar dışarıda ağaçların altında iftar yapıyorlar. Onların yanına gitmek istiyorum.
— Bizde gelsek olur mu?
— Niye olmasın? Sizde gelecekseniz acele yiyelim.
— Tamam.
İftarımızı açtıktan sonra camiye doğru yürüdük. Amacımız önce ağaçlar altında iftar açanlara uğramaktı. Onun için, Astsubay öğrencilerinin binasının altından yürümeye başladık. Zira iftar yaptıkları ağaçlar oradaydı. Ağaçların altında kimse yoktu. Asteğmen arkadaş
— Asteğmenim onlar bizden önce davranmışlar
— Öyle görünüyor. Bizde camide onlarla buluşuruz.
Camiye girdiğimizde iftar yapanlar grup olmuş akşamı cemaatle kılıyorlardı. Hemen onlara uyduk. Abdestlerimiz zaten vardı.
Cami baya kalabalıktı. Asteğmen adayı, astsubay adayı olmayan, civar bölüklerdeki er ve erbaşlardan oruç tutanlar da gelmişlerdi. Zaman geçtikçe cami kalabalıklaşmaya başladı. Teravih namazı kılmak için sürekli gelenler oluyordu. Bizden uzaktaki kimi askerler nöbetçi subaylarıyla gelmişti. Teravih namazı başlamadan önce camide imamlık yapan asker Ali’nin yanına gittik. Onun caminin girişinin sağ tarafında bulunan üst kata çıkan merdivenin altında küçük bir odası vardı. Merdiven altı oda… Küçük bir oda ama geçen yıl kış başlangıcında, biz henüz yedek subay adayı iken beş altı kişi sığışır sohbet ederdik. Ali’nin yanında bir iki kişi vardı. Onlar bizi görünce hemen Ali’nin yanından ayrıldılar. Ali buyurun komutanım diye bizi davet etti. İçerisi sıcaktı. Ali, namaz kılan bütün asteğmenleri tanırdı. Beni tanıdığı gibi birlikte gittiğimiz asteğmeni de tanıyordu. Zira ben yanımdaki asteğmenden bir dönem önce gelmiştim. Ali ben geldiğimde vardı. Asteğmen adayları, özellikle namaz kılanlar camiye geliyorlar. Namaz kılıyorlar. Sohbet ediyorlardı. Ali’de sağ olsun iyi davranırdı. Ama öğünmek gibi olmasın beni çok severdi. Ali’ye;
— Niye sıcak yerde duruyorsun. Burası kışın iyi ama yazın sıcak oluyor.
— Komutanım aslında burada durmayacaktım. İftardan sonra kısa bir an uzanayım dedim. Arkadaşlar geldiler.
— Ha sen uyuyacaktın yani.
— Yok, komutanım vücudumu dinlendirecektim.
— Tamam. Ali bizim zamanımızda oruç serbestti bu dönem yasaklamışlar. Arkadaşlar ne yapıyor? Nasıl yapıyorsunuz?
— Arkadaşlarla sahurda burada buluşuyoruz. Ağaçlar altında sahur yapıyoruz.
— Nasıl zor oluyor mu?
— Yok, komutanım niye zor olsun? Aksine çok keyifli ve maceralı oluyor.
— Keyifli mi oluyor?
— Evet. Hani sizde kokteyle para vermemek için isyan etmiştiniz ya. Sizi cezaevine atmışlardı. Nasıl o zaman sizler ve arkadaşlarınız heyecan yaşıyorlarsa, bugün de aynı heyecanı yaşıyor oruç tutanlar.
— Nasıl yani?
— İnançları adına direndikleri için daha bir heyecanlı oluyorlar.
Asteğmen, benim ve arkadaşlarımızın kokteyl yüzünden cezaevinde yattığımızı duyunca merakla sormaya başladı.
— Ne kokteyli, ne cezası bu?
— Hiç asteğmenim önemli bir şey değil
— Merak ettim kısaca anlatsanıza.
— Hani eğitim dönemi sonunda, asteğmenlik demirini takmak için veda töreni yapılır. O zaman ailelerimiz gelir. Bizim dönemde komutanlık kokteyl yapacaklarını söyleyerek bizden 60 lira istemişlerdi.
— Bizde sorduk 60 lira çok, ne parası bu diye?
Bize açıklama yapan asteğmenlerden biri,
— Hiç ne parası olacak. Kokteyl düzenlenecek. Onun için, meyve suyu, içkiler, kuru yemişler alınacak.
Arkadaşlardan birisi çıkıp;
— Peki, içki içmeyenler ne yapacak? Onlarda para verip kokteyle katılacaklar mı?
— Elbette. Askerlikte ayrım olmaz.
— Komutanım, bizde, ailelerimizde içki içmez, içkili yerlerde bulunmazlar. İçenler içki içecek diye biz niye para verelim.
— Dedik ya, askerlikte ayrım olmaz vereceksiniz…
Dediler. Bunun üzerine beş altı arkadaş, içki parası vermeyeceklerden kokteyl parası vermemek için dilekçe topladık. Dilekçeyi toplamaya başlayınca, neredeyse asteğmen adaylarının yarısından fazlası dilekçe verdi. Bizde dilekçeleri toplayıp komutanlarımıza verdik. Tabur komutanımız dilekçeleri görünce köpürmüş. Elinde dilekçelerle eğitim yaptığımız meydana bir geldi ki sorma. Ağzından köpükler, gözünden kıvılcımlar şakıyordu. Meğer bizim yaptığımız toplu isyana giriyormuş. Toplu isyanda askerlikte en büyük suçlardan biriymiş. Tabur komutanı eğitimi durdurdu. Dilekçe verenler bu tarafa gelsin dedi. Bölüğün yarısından fazlası o tarafa geçti. Dilekçe vermeyenleri dağıtmaları için emir verdi. Dilekçe vermeyenlere dağılın ve buradan gidin denildi. Onlar gidince tabur komutanı, öfkeyle, bağırarak,
— Sizin yaptığınız toplu isyana girer. Siz toplu isyan nedir biliyor musunuz? Toplu isyanın cezasının ne olduğunu biliyor musunuz? Askerlikteki en büyük suçtur. Cezası da çok ağırdır. Aklınızı başınıza toplayın. Cahilliğinize veriyorum. Dilekçelerinizi geri alın. Bende unutayım.
Dilekçe toplayan arkadaşlardan biri çok agresifti, elini kaldırdı. Konuşmak için izin istedi.
— Komutanım ben dilekçemi geri almak istemiyorum.
Komutan ona öyle bir baktı ki, sanki bakışlarıyla dövüyordu. Sinirinden titriyordu. Askerlikte komutanın emrine karşı çıkmak çok büyük suçtu. Böyle bir şey nasıl olurdu? Neredeyse birlikteki her bankın, her ağacın üzerinde, “buranın Allah’ı komutandır” yazıyordu. Tabur subayı komutanı yarbayın hayatı boyunca bildiği bir şey vardı. Komutana karşı çıkılamaz. Komutan öl deyince öleceksiniz. Canınızı bile komutanın emri karşısında koruyamayacak iken, nasıl olur da ufak bir meselede karşı çıkabilirsiniz? Askerlikteki emir komuta zincirinin sertliği, muvazzaf askerler için bilinen bir şeydi. Ama üniversite okumuş. Yüksek öğrenim görmüş. Özellikle özgürlüklerin çokça dile getirildiği yetmişli yıllarda, sorgusuz sualsiz komutanların emrini asteğmen adayları nasıl dinler ki? Asteğmen adayları, sorgusuz sualsiz emir kotuma anlayışını anlamakta güçlük çekerken, muvazzaf subaylarda emirlerine itirazları anlamakta güçlük çekiyorlardı. Tabur komutanı arkadaşın bu sözü üzerine,
— Sen gel buraya “dedi. Sonra” başka dilekçesini almak istemeyen varsa buraya gelsin” diyerek eliyle işaret etti.
Dokuz kişi dilekçelerimizi almamak üzere topluluktan ayrıldık. Bizi karşısına dizdi. Başımıza bir asteğmen vererek, bunları şuraya götür diye, uzaktaki bir yeri gösterdi. Biz o tarafa giderken, diğerlerine dilekçeleri okunarak geri verilmeye başlandı. Arkamızdan tabur komutanı da geliyordu. Söylenilen yere geldik ve sıra halinde komutanı beklemeye başladık. Komutan yanımıza gelince, sıranın başından sonuna kadar her birimizi tek tek dikkatlice inceleyerek yürüdü. Sonra tekrar geri doğru aynı şekilde yürüdü. Yürüme işini bitirince karşımıza geçti. Baştan sırayla sormaya başladı.
— Nerelisin, niye kokteyl parasını vermiyorsun?
— Amasyalıyım komutanım içkiden nefret ederim.
— Sen
— Konyalıyım komutanım, içki içmem, içenlerden nefret ederim.
— Sen
— Tokalıyım komutanım, içkiye verecek param yok.
— Sen
— Adanalıyım komutanım, babam içki yüzünden öldü, o günden beri içkiye düşmanım
— Sen
— Antalyalıyım komutanım, inançlarıma aykırı onun için vermem.
— Sen
— Mersinliyim komutanım, hayatım boyunca içkiye düşman oldum. Vermem komutanım.
— Sen “bendim”
— Ispartalıyım. İçkiyi, içmeyi protesto ediyorum.
Tabur komutanı da Ispartalıydı. Benim Ispartalı olduğumu duyunca;
— Allah kahretmesin seni, yüz karası “dedi ve benden sonrakine döndü”
— Sen
— Rizeliyim komutanım, içkiyi zararlı görüyorum. Para vererek zarara ortak olmak istemiyorum.
— Sen
— Tekirdağlıyım komutanım. İçki yüzünden ailem dağıldı komutanım, nefret ediyorum içkiden
Komutan dokuzumuzu sorgulayarak,
— Son kez söylüyorum. Dilekçelerinizi geri alıyor musunuz? Almıyor musunuz?
— “Hep birlikte” Almıyoruz dedik.
Cezamızı kesip yüzümüze okudu.
— Bunlar dört gün cezalı. Hafta sonları Cuma akşamı, cezaevine girecekler. Şehir iznine çıkmaları yasak... Pazar akşamları çıkacaklar. İki hafta bu şekilde ceza çekecekler.
Bizde iki hafta cezaevinde kaldık. Cuma akşamları nöbetçi subay bizi cezaevine teslim ediyordu. Pazar günleri akşam cezaevinden çıkıyorduk. Yani komutan bizi şehir iznine göndermemekle cezalandırmıştı. Tabi birçoğumuz için şehir iznine çıkmak önemliydi. Cezaevi asteğmen adayı okulunun yakınında bulanan bir bölük içindeydi. İki odası vardı. Birinde cezalılar kalıyor. Diğerinde nöbetçi askerler kalıyordu. Çok rahat bir yerdi. Yemeklerimiz düzenli geliyordu. Tabi ceza deyince insanın aklına olumsuz anlamda çok şey gelir. Hâlbuki bizim için ceza arkadaşların daha iyi tanışması, anlaşmasına neden oldu. Üstelik dilekçe verip geri alanların kahramanı olmuştuk. Hatta bizi ziyarete gelen solcular bile vardı. Bütün kurallara rağmen, inançla karşı çıkışımızdan etkilenmişler tebrike gelmişlerdi. Bizim cezaevi hikâyemiz böyle bir şey işte. Bunun üzerine asteğmen arkadaş,
— Bizde de kokteyl parası istediler. Biz verdik. Karşı çıkmadık. Keşke bizde karşı çıksaydık.
— Boş ver…
Bir müddet oradan buradan konuştuk. Yatsı namazı yaklaşıyordu. Camiye geçtik. Teravih namazı için birlikteki değişik bölüklerden gelenler çoktu. Caminin içi doldu. Hatta girişi bile doluyordu. Gelenlerin arasında rütbeli nöbetçi subaylarda vardı.
Çok garipti. Sanki insanlar ikiye ayrılmıştı. Bir tarafın dinle hiçbir ilgisi yoktu. Bir tarafında, her ne olursa olsun, nerede olursa olsun, inançlarını yaşama kaygısı öne çıkıyordu. Birebir olayları yaşamayanlar, nereyi görürse ona göre değerlendirebilirdi. Mesela dışarıdan gelen biri, içerdeki olayları sıcaklığıyla yaşamayan biri görüntülere bakarak... Askerleri, askerliği, dinsizler olarak niteleyebilirdi. Veya tam tersine, dinin en güzel yaşandığı bir yer olarak görebilirdi. Ama dışarıda olduğu gibi, askerlikte de, çok farklı görünümler vardı. Dışarıda yasalar vardı. Askerlikte emir komuta içinde kurallar vardı. Emir komuta içindeki kuralların çoğu yasalar çerçevesinde de olmayabilirdi. Komutanların, inançları, yaklaşımları en önemli etkendi. Din düşmanı bir subay, inananlara kök söktürebilirdi. Bunun karşılığında inançlı bir subay, inananlara askeri birliği cennet yapabilirdi. Bazıları kızsa da, askerlerin yat zamanını dikkate alarak, asker imam çavuş Ali, teraviyi bazen sekiz, bazen on iki rekât kıldırırdı. Yat saatinin uzadığı cumartesi Pazar günleri ise tamamını kıldırırdı. Ali’nin bu davranışına kızanlar çoktu. Teravih namazına atalardan gelen dinle bakanlar, Ali’ye kızıyorlardı. Hâlbuki resulün sünnetinde zaten cemaatle teravih namazı kılmak yoktu. Teravih namazı iftar sonrası rahatlama namazı olarak bireysel kılınan bir namazdı. Resulün vefatından sonra cemaatle kılınmaya başlanmıştı. Özellikle Hz. Ömer devrinde cemaatle kılma âdeti pekişmişti. Pekişmesine neden olan, Halife Hz. Ömer’in cemaatle kılanları görünce, toplumsallığa bakarak “bu ne güzel bidat” demesiydi.
Bugün Ali çavuş on iki rekât teravih namazı kıldırdı. Teravi namazını yirmi rekât kılmak isteyenler caminin bir köşesinde devam ediyorlardı. Sahurda görüşmek üzere Ali ve diğer asteğmen adayı arkadaşlara veda ederek, karargâha doğru yürümeye başladık. Nöbetçi asteğmen,
— Komutanım istersen gazinoya bir uğrayalım. Bakalım durum berkemal mı?
— Tabi
Yürüyüşümüzü gazinoya doğru döndürdük. Gazino astsubay öğrencileri bölümünün karşısındaydı. Bina üç kattan oluşuyor. Zemin katında, gazino ve kantin vardı. Üst katlarında ise, dershaneler vardı. Asteğmen ve astsubay adayları orada, dersler görüyordu. Eğitime ait dersler eğitim alanında, teorik dersler bu sınıflardaydı. Gazinoda bazen sınavda yapardık. Özellikle ilk sınavda geçemeyenleri toplar, ikinci bütünleme sınavlarını topluca yapardık.
Bizim zamanımızda gazino çok hareketliydi. Zira bizim zamanımız seçim zamanıydı. Onun için, asteğmen adayları arasında televizyondaki haberler doğrultusunda atışmalar çıkardı. Akşam haberlerinde liderlerin meydanlardaki konuşmaları verilirken, kendi liderleri çıkınca alkışlarlar. Karşı oldukları liderler çıkınca yuhalarlardı. Aslında askerlikte siyaset yasaktı. Ama gazinoda televizyonlar açık olunca siyaset askeriyeye televizyon kanalıyla otomatikman girmiş oluyordu.
Hiç unutmam başlangıç hikâyesi uzun, askerlikte siyaset yaptığım iddiası ile disiplin subaylığınca çağrılmıştım. Hakkımdaki iddialar çok korkunçtu. Aslı astarı olmayan şeyler vardı. Açık sözlü olmanın avantajlarını her zaman yaşamıştım. Onun için disiplin subayının sorduğu “sen burada siyasi faaliyet yapıyormuşsun, bu konuda ne diyorsun, hakkında böyle iddialar var” sorusuna, ben yapmıyorum ama okul komutanlığı bizzat kendisi yapıyor demiştim. Bunun üzerine disiplin subayı irkildi. Bak bu söylediğin seni idama kadar götürebilir. Sen okul komutanlığını suçluyorsun. Bu ciddi bir suç… Dediklerini ispatlayamazsan hapı yutarsın demişti. Bende her zaman ispat ederim dedi. O zaman anlat dedi. Bende kısaca anlattım.
“Ben askerlik yaptığım sürece siyasi faaliyet yapmamaya karar verdim. Rahatımı bozmak istemiyorum. Evet, sivil hayatta siyasi biriyim. Hakkımda bu yönde bilgiler gelebilir. Ama askerlik hayatımda asla yapmama kararıyla buraya geldim. Onun için, boş zamanlarımda, camiye gider. İbadetimi yapar. Caminin kütüphanesindeki kitaplardan okurum. Arkadaşlarla fazla sohbet etmem. Gazinoda ise genellikle bulunmam. Zira gazino siyaset arenası gibi, sürekli siyaset yapılıyor. Televizyonda haberler seçim zamanı olduğu için, sürekli siyasi. Açık oturumlar siyasi. Ben bunlardan sıkılırım. Belki biliyorsunuzdur. Geçen hafta Balıkesir’e miting için Ecevit gelecek diye, bizim şehir izinlerimiz iptal edildi. Niçin? Asteğmen adayları mitinge katılırlar diye. Peki, ne oldu? Balıkesir’e izinli çıkamadık. Vakitlerimizi gazinoda ve birlikte geçirecektik. Televizyon bütün gün açıktı. Televizyon bütün mitinglerin haberlerini, siyasi liderlerin konuşmalarını veriyordu. Gazinodakiler sanki mitinge gitmiş gibi, kendi liderleri çıkınca alkışlıyor. Diğerlerini yuhalıyorlardı. Biliyorsunuz komutanlık birliğe girecek gazeteleri belirledi. Tercüman, hürriyet, milliyet, cumhuriyet… Şimdi bu gazeteler siyasi değil mi? MSP’LİLERİN MİLLİ GAZETESİ, MHP’LİLERİN HERGÜN GAZETESİ ve komünistlerin yayınları yasaktı. Peki, Cumhuriyet solu, milliyet ortanın solunu, hürriyet liberalleri, Tercüman sağcıları, dindarları temsil etmiyor mu? Yani, Demirel’in, Ecevit’in propagandasını yapan gazeteler içeri girerken, Erbakan’ın, Türkeş’in gazeteleri girmezken, bu ayrımı yapan komutanlık siyaset yapmış olmuyor mu? Televizyon gazinoda açık... Mitinglere gidip duymak istemediklerimizi, televizyon haberlerinde, açık oturumlarında duymuyor muyuz? Komutanlık, birliğe giren gazete haberlerini okuyanların, televizyondaki haberleri, açık oturumları dinleyenlerin siyasete karışmadıklarını mı zannediyor? Komutanlık, bir yandan şehirde miting var asteğmen adayları siyasete bulaşmasın diye izinlerimizi iptal ederken, diğer taraftan, belirledikleri gazeteler ile televizyonu serbest bırakmasıyla siyaset yapmıyor mu? Hâlbuki ben, şehre çıksam bile mitinge gitmem. Gazeteleri okumam. Gazinodaki, sigara dumanı ve gürültüden rahatsız olur camiye gider orada ibadetimi yapar, kitap okurum. Siyasi tartışmalara girmem. Benim siyaset yaptığıma dair herhangi bir delil mi var? Ama komutanlığın siyaset yaptığına dair açık seçik delil var. Gazete tercihleri bir delildir. Televizyonu açık tutmak, böylece siyasi haberleri asteğmen ve astsubay adaylarına dinlettirmek, tartışmalarına sebep olmak açık bir delildir. “
Bunları duyan disiplin subayı, “bak çok ciddi ve tehlikeli şeyler söyledin. Bunların hepsini kendi el yazınla yazmanı ve altını imzalamanı isterim.” Deyince bende hepsini yazıp altını imzaladım. Aynı gün akşama doğru, eğitim alanında iken, karargâhtan bazı subaylar gelerek, birliğe hiçbir gazetelerin girmeyeceğini, gazinodaki televizyonun yasaklandığını söylediler. Bunun üzerine asteğmen adayı bölüğünde bir gürültü koptu. Herkes nedenini soruyordu. Bense içimden gülüyordum. Benim benimsemediğim gazeteler girecek, gazinoda sevmediğim liderler boy gösterip, kalabalık siyaset yapacak. Onlar siyaset yapmaktan suçlanmayacak, ben suçlanacaktım. Böyle bir haksızlığa tahammül edebilir miydim? Siyaset yasaksa herkese yasak… Tercüman, milliyet, hürriyet, cumhuriyet okuyanlara serbest, diğerlerine yasak olabilir miydi? İçimden bir oh çekmiştim. Ve bu ifademle, hem gazinoda siyaset bitmişti. Hem de millet ellerindeki gazete haberleriyle yerli yersiz konuşmuyorlardı. Üstelik gazinoda televizyon yasaklanınca millet kendini dışarılara attı. Gazino akşamları boşaldı. Bir çay içmek için gazinoya artık gidebiliyorduk. Meğerse millet sadece haber dinlemek için gazinoyu dolduruyormuş. Gazinoda televizyon olmayınca çok rahatlamıştık. Gazino tam dinlenme, çay, kahve içme yeri haline geldi.
Yol boyunca anılara dalmış gazinoya doğru yürüyordum. Birden,
— Ne o asteğmenim daldın.
— Hiç asteğmenlik adaylığım dönemindeki bazı anılarım canlandı. Biliyor musun, yedek subay olduktan sonra, sınavlar dışında bu gazinoya hiç gelmem. Zaten biz subayların gazinosu ayrıca var. Kaldı ki oraya da pek gitmem.
— Doğrudur asteğmenim.
— Bugün seninle gelirken eski günler depreşti. Nostalji yaptım biraz. Umarım seninde anıların vardır.
— Tabi asteğmenim var tabi.
— Bir ara anlatırsın inşallah.
— Tabi karşılaşırsak bir daha anlatırım.
Birbirimize anlamlı baktık. Karşılaşmak konusunda sanki tereddütlerimiz var gibiydi. Asteğmen benden sonraki dönemden olmasına karşın pek tanışmamıştık. Hâlbuki camiye gelen arkadaşları tanıyordum. Hatta onlardan bazıları, cumartesi veya Pazar günleri evime ziyarete geliyorlardı. Herhalde bu arkadaş, ramazandan ramazana Müslümanlığını aklına getirenlerden biriydi... Diğer normal günlerde, camiyle, ibadetle alakası olmayanlardandı. Değilse, mutlaka tanışırdık.
Gazino içine girdik. Bizi görenler kendilerine bir çeki düzen verdi. Gürültü bir an sessizliğe büründü. Bizim zamanımızda da öyle olurdu. Gazinoda iken, komutanlar gelirse, herkes bir şeyler sormak için hemen susup, sorular sormaya odaklanırdı. Özellikle askeri eğitim döneminde insan kendini toplumdan izole edilmiş sanıyor. Bütün benliğinde böyle bir hissi yaşıyor. Bundan kurtulmak için çaresizce kim gelirse sorup öğrenmek istiyorlardı. Çok güçlü bir his var. İnsan izole edilince sanki hiç kurtulamayacakmış gibi geliyor. Bizde de öyle olmuştu. Sanki eğitim dönemi hiç bitmeyecek gibiydi. Hâlbuki eğitim dönemi biteli çok olmuştu. Geçen yıl, burada eğitim görüyorduk. Neredeyse askerlik bile bitmek üzereydi. Şurada ne kaldı. On iki aylık asteğmenliğin sekiz ayı bitmek üzereydi. Gazino beş yüz metrekarenin üzerinde hayli büyüktü. Bir bölümünde kantin vardı. Giriş kapısı salonun orta kısmındaydı. Girişin tam karşısında sütunlarla ayrılmış bir bölüm. Bölümün sol ve sağ tarafı vardı. Gazino dikdörtgen şeklindeydi. Giriş kapısı eninde olduğu için, sütunlar boya doğru gazinoyu üçe bölüyorlardı. Girişin sol tarafı sona doğru uzun bir salondu. Sağ tarafının üçte birinden biraz fazla kısmı kantindi. Aslında çok hoş ve güzeldi. Üstelik yeni yapılmış bir binaydı.
Gazinoya girince yine sorular gelmeye başladı. Salona sınavlardan dolayı alışık olduğum için, yüksek sesle, “sorularınıza cevap verme hakkımız yok” diye cevap verdim. Kalabalık olduğu için orada oturmak istemedik. Gazinodan çıkıp, subay gazinosuna doğru yürümeye başladık. Subay gazinosu karargâh binasının alt kısmanda batıya doğru bir uzantıdaydı. Yönü çok güzeldi. Özellikle kış günleri, içerisi mükemmel güneş görürdü. Güneş gördüğü için çok sıcak olurdu. Salonu aydınlık tutan büyük pencereleri vardı. İçi çok ferahtı. Diğer nöbetçi subaylar gazinodaydı. Onlara selam verdik. Bizi çaya davet ettiler. Oturup birlikte çay içtik. Sonra ben odama çekilmek için ayrıldım. Amacım mutfağa girip son kontrolleri yapıp, yatmaktı. Zira gece sahura kalkacaktım.
Mutfakta sorun yoktu. Askerler hazırlıklarını yürütüyorlardı. Başlarındaki nöbetçi astsubay titiz biriydi. Benim oruç tuttuğumu bildiği için, “Komutanım size gece bir şeyler hazırlatıyorum” dedi. Teşekkür ettim. Yatmak için odama gideceğimi söyleyerek ayrıldım. Hizmet askerleri içinde de oruç tutanlar varmış. Onlardan birisi benim için hazırlık yapacakmış. Sahur vakti nöbet tutan askeri sordum. Onu gösterdiler. Ona beni uyandır diye tembihledim.
Karargâh binasının güney tarafında nöbetçi subaylar için odalar vardı. Her gün çarşafları değiştiriliyordu. Onun için çok temizdi. Uyumak için çok iyi bir yerdi. İftar yemeğinin ağırlığı ve yorgunlukla uyuyup kalmışım.
Kapı tıklamasıyla uyandım. Tembihlediğim nöbetçi asker beni sahur için uyandırıyordu. Baktım saat üç. İyi… Aslında biraz erkendi. Bilerek erken uyanmak istedim. Amacım gece kalkacak olanlara yardım etmekti. Hemen giyinip aşağıya indim. Kapı girişlerinde nöbet tutan askerlere, sahur için kalkanlar olursa mutfağa insinler dedim. Askerlik çok farklı bir yer. Bir komutan gelir, bir şey söyler. Diğer komutan gelir tam tersini söyler. Onun için askerlerde şaşırır. Biliyorum ki, bazı nöbetçi subaylar, kimse girip çıkmayacak diye tembihlemişlerdir. Böylece oruç tutacaklar dışarıya çıkamayacaklardı. Bense mutfağa göndermelerini söyledim. Askerler bunların yorumlarını yapmaz. Komutan emretti diye gerekeni yaparlar. Zira askerlere yorum yapmak, emri sorgulamak yasaklanmıştır. Yorum yapmamak, sorgulamamak öğretilmiştir. Kurallara harfiyen uymak, yorum yapmamak, sorgulamamak askerliğin en kuvvetli tarafı bu yönü görülse de, bana göre en zayıf yönüdür. Yorumlamayan, sorgulamayan askeri, her komutan istediği yere çekebilir. Kimi oruç tutanı yakalattırır. Kimi oruç tutanlara sahur hazırlattırır.
Mutfağa indim. Oruç tutan askerler oradaydı. Kelli felli bir sofra hazırlamışlardı. Beni görünce buyurun komutanım diye ayağa kalktılar. Onlara oturun dedim. Bana hazırladıklarından bir paket yaptırdım. Amacım caminin yanında ağaçlar altında sahur tutanların yanına gitmekti. Paketimi yapıp verdiler. Onlara, sahura kalkan olup da buraya gelenler olursa, ya burada yesinler, ya da ağaçların oraya gelsinler, diye tembihledim. Mutfaktan çıkıp camiye doğru yürümeye başladım.
Hafif bir esinti havayı serinletmişti. İyi ki üzerime kalın bir şey almışım. Gökyüzünde bulutlar yoktu. Onun için bütün yıldızlar parlak bir şekilde yeryüzünü seyrediyordu. Ay henüz yoktu. Gecenin sessizliğinde, uzaklardan, ağaçların olduğu yerlerden böcek sesleri geliyordu. Arada nöbet tutan askerlerin ayak sesleri bu senfoniye katılıyordu. Gece nöbetlerinde kendilerini ısıtmak isteyenler bazen, sert adımlarla yürürler. Belli ki bazıları üşümeye başlamış. Uzaklardan ıslık sesleri gecenin sessizliğine meydan okuyordu. Köpek havlamaları onlara eşlik ediyordu. Gecenin sessizliğini bozmak isteyenler birlikte bir hareket ediyorlardı. Birliğin uzak yakın bütün hareketi gecenin sessizliğinde yaşamı bize yakınlaştırmıştı. Elimdeki paketle camiye doğru yürürken, farklı bir sahur yapmanın heyecanı içindeydim. Eminim eşimde şimdi uyanmış, tek başına sahur yapma derdine girmişti. İnşallah korkmuyordur diye düşündüm.
Camiye doğru yaklaşırken, ilerideki büyük ağaç altından gelen sesleri duydum. Oraya doğru yürüdüm. Ağaç hem büyüktü, hem de yakınındaki elektrik direğindeki lambadan ışık alıyordu. Sekiz kişi toplanmış sofra kuruyorlardı. İmam Ali çavuşta aralarındaydı. Beni görünce, buyurun komutanım dediler. Onlara “Selamünaleyküm” diyerek yaklaştım. Onlar elimdeki paketi görünce,
— Komutanım ne gerek vardı? Bizde yiyecek bol. Dediler
— Olsun, bundan da yeriz.
Ali çavuş kocaman çaydanlığıyla camide yaptığı çayı getirmişti. Benim geleceğimi de düşünerek fazladan bardağı vardı. Ali beni yalnız görünce,
— Komutanım akşamki yanınızdaki asteğmen nerede?
— Valla bilmiyorum. Sözleşmedik. Gerçi akşam söyledim. Gece burada sahur yapacağımızı, gelip gelmeyeceğini söylemedi. Gelmek isterse gelir.
— Tamam, o zaman.
— Belki bugün tutmaz.
— Belki komutanım.
Arkamızdan bir ses işittik. Gelip gelmesini tartıştığımız asteğmen arkadaş geliyordu. Konuşmalarımızı duymuş olacak ki,
—Ayıp asteğmenim ayıp, niye çekiştiriyorsunuz beni,
Diyerek gülümsüyordu.
— Yok, asteğmenim çekiştirmiyoruz. Hani akşam net bir şey söylemedin de, onun için Ali’ye bir şey söyleyemedim.
— Aslında belki kalkamam diye tereddüdüm vardı. Ama saati gelince hemen uyandım. Uyanınca da akşamki konuşmalarımız aklıma geldi. Mutfağa indim. Sizin buraya geldiğinizi duyunca, bana da bir paket yapıp verdi askerler.
— Tamam, asteğmenim haydi sende buyur yer sofrasına.
Sahur yemek halkamız genişliyordu. Ali ise her duruma hazır gibiydi. Çay şeker bardak hepsi hazırdı. Ali bir taraftan bardaklara çay doldururken, diğer taraftan,
— On beş kişiyi falan buluyoruz komutanım. Benim hazırlıklarım ona göre…
— Tamam öyleyse…
Sahur arkadaşlarının çoğunu tanıyordum. Çoğu cumartesi veya Pazar günü evime geliyorlardı. Ama ramazan ayında henüz cumartesi ve Pazar gününü yaşamamıştık. Artık bu hafta sonu bolca görüşürüz. Birbirimizi tanıdığımız için, tanışma fasılları yoktu. Sadece aramıza katılan asteğmene memleketlerini ve isimlerini söylediler. Tokatlı Ahmet, Adanalı Hasan, Muşlu Mehmet, Erzurumlu Salih, Kayserili Veli, Yozgatlı Semih, Ankaralı Osman… Ali Çavuş. Asteğmen, bende Niğdeli Ömer diyerek tanışma faslını bitirdik. Ben;
— E… Anlatın bakalım. Oruç yasak. Sahurlar ve iftarlar nasıl gidiyor? Gerçi bir askerden duydum. Yemek çalışıyormuşsunuz? Geceleri dışarıya kaçıyormuşsunuz.
Tokatlı Ahmet sözün başını çekiyor gibiydi. Hemen ortaya atıldı. Kara yağız delikanlı biriydi. Kendisi makine mühendisiydi. Bakım bölüğündeydi. Konuşmalarda genelde ortaya ilk atılanlardandı. Eve geldiğinde de böyleydi. Bilgi birikimi iyi, açık sözlü biriydi.
— Evet, asteğmenim yasakladılar. Orucun ilk günü pazardı hiçbir şey söyleyen olmadı. İkinci gün pazartesi yine bir şey söyleyen olmadı. Ancak ikinci gün yani pazartesi günü oruç tutan arkadaşlardan üçü bayıldı. Bunun üzerine yasakladılar.
— Peki, oruç tutmayanlardan bayılan olmuyor mu?
— Olmaz mı komutanım. Daha geçen hafta birini hastaneye kaldırdılar. Hala hastanede yatıyor.
— Peki, ona askerliği yasak ediyorlar mı?
- “Gülüştüler” Olur mu? Ne olursa olsun askerliği yapacaksın.
— Yani en kolay orucu yasaklamak… Eğitim anında bayılanlar olunca eğitimi yasaklamıyorlar. Hatta askerlikte ölen olursa askerliği yasaklamıyorlar. Ama oruç tutarken bayılan olursa, orucu yasaklıyorlar. Yani insanlar kendi kurallarını yasaklamıyorlar. Allah’ın kurallarını yasaklıyorlar. İş bu kadar basitti.
— Öyle görünüyor.
— Oruç yasaklanırken, dışarı çıkmakta yasak biliyorsunuz. Bizde kaçıyoruz. Yemekhaneden yemek çalıyoruz.
— Duyduk. Hatta bugün bir asker sizi bana şikâyet etti. Bende ondan babasının adresini istedim. Oruç tutanları komutanlarına şikâyet ediyor diye babana bilgi vereceğim dedim. Öyle korktu ki, yemin billâh etti, sizi şikâyet etmeyeceğine…
- Hiç sormayın asteğmenim. Bazı subaylar bizi takip için nöbetçi tutuyorlar. Bazıları buraları arattırıyor. Bizde nöbetçi subayların yüzlerine bakıyoruz. Haklarında soruyoruz. Oruca, dine tersse, uzaklarda sahur yapıyoruz. Daha dikkatli davranıyoruz.
- Baya heyecanlar yaşıyorsunuz yani.
- Evet. Zor gibi görünüyor ama asteğmenim. Gerçekten Allah bize sabır veriyor. İnanın oruç tutmayanlardan daha dinç, daha diriyiz. Oruç tutmayanlar susuzluktan sallanırken, bizler daha sağlam duruyoruz. Hatta bazıları, bize bakıp hayret ediyor.
- Bizim zamanımızda da öyleydi. Aşağıda eğitim yaparken, biz oruç tutanlar eğitim molalarında gölgeye oturup dinlenirdik. Oruç tutmayanlar, koşturarak buraya, caminin şadırvanına su içmeye gelirlerdi. Öyle çoktu ki, burada kuyruğa girerlerdi. Sonra eğitime yetişmek için yine koşturarak eğitim alanına giderlerdi. Uç uca yetişirler. Bütün içtikleri sular yine terle giderdi. Ağızları kuru, dilleri şişmiş olarak nefes nefese kalırlardı.
- Aynı asteğmenim, hiç değişiklik yok. Şimdi de bazıları yine camiye koşturuyorlar.
- Ya Ali, çeşmenin vanası yok mu? Onlar gelince, tıpkı komutanların suyu kestiği gibi, sende şadırvanın suyunu kessene…
- Olmaz asteğmenim. Ben asla onlar gibi davranamam. Allah’ın suyunu kimseden esirgemem. İsterse ramazanda oruç tutmayan olsun. Su Allah’ın. Allah; insanların çoğu oruç tutmuyor diye, suları mı kurutuyor? Yoksa verdiği nimetleri mi kısıyor? Bak dünyanın büyük çoğunluğu Müslüman değil. Ama yine de her yerde bereket var.
- Bende şakadan söyledim zaten. Bakalım ne diyeceksin? Verdiğin cevap gayet güzel, Müslüman’ca tebrik ederim. Sizin gece sahurunuza katıldım. Bakalım oruç bitinceye kadar bir daha katılacak mıyım? Gerçi siz on beş gün sonra gideceksiniz. Biz burada kalacağız. Bizim dönemde, orucun sonuna denk geldik. Sizlerse orucun başına denk geldiniz.
- Nöbetinize bağlı asteğmenim. İnşallah bir daha yaparız.
- Nasip. Bende sizin gibi, kaçak sahur, kaçak iftar yapıp, kaçak bir ramazan yaşamak isterim. Zira zorda yapılan ameller daha güzel ve kalıcı oluyor.
— “Hep birlikte” evet “ dediler
— Benim de hayatımın bir köşesinde bugün yer alacak. Peygamber ocağı askerlikte, yasaklanmış orucu kaçak tutmak, umarım ki, Allah katında farklı bir yer tutacak.
Ali söylediklerimden etkilenmişti.
— Kaçak Ramazan, kaçak oruç, ilginç bir isim olacak asteğmenim.
— Evet ilginç. Müslümanların memleketinde, kaçak ramazan yaşatıp, kaçak oruç tutturanlar utansın. İnsanlar kendi keyiflerince her türlü imkânı hazırlarken, Müslüman’ım dedikleri halde, Allah dininin kurallarını yaşatmamak için her türlü engeli koyuyorlar. Üstüne çıkıp bizde “elhamdülillah Müslüman’ız” diyorlar. Dinin sahibi Allah’tan medet umuyorlar. Nasılsa af eder deyip kendilerini kandırıyorlar. Hâlbuki Allah Müslümanları uyarıyor. “Sakın şeytan sizi Allah affeder nasılsa diye kötülük yaptırmasın. Yoldan saptırmasın. Rabbinize isyan ettirmesin”
— Asteğmenim siz belki bir defa böyle bir sahur yapıp oruç tutacaksınız. Kaldı ki siz nöbetçi subayısınız. İstediğiniz yerde istediğiniz gibi yersiniz. Ama biz bu asteğmen adayı arkadaşlar buradan gidinceye kadar birlikte kaçak sahurları yapacağız. Gerçi benim için önemli değil ama arkadaşlar için çok önemli. Ben onlara eşlik ediyorum.
Bunun üzerine Tokatlı arkadaş,
— Siz bizi merak etmeyin. Biz halimizden memnunuz. Belki on beş gün böyle bir oruç tutacağız. Ama Allah için inancımızla yaptığımız fedakârlığın gururunu yaşıyoruz. Onun için orucu yasaklayanlara bile kızamıyoruz. Zira onlar yasaklamasaydı. Bizler böyle bir oruç tutma heyecanını yaşayamazdık. Orucu yasaklamak, Müslüman oldukları halde onların ayıbı... Hem de peygamber ocağı sayılan yerde orucu yasaklamak onların ayıbı… Onlar kendi inançlarına göre orucu yasakladılar. Bize kaçak ramazan yaşattılar. Yaptıklarının sorumluluğunu Allah katında üstlenecekler. Bizse kaçak ramazan yaşadık. Umarız ki Allah bize, inançlarımız ve niyetlerimiz doğrultusunda sevabını verir. Biz onu düşünüyoruz. Gerisi hikâye… Sıcak soğuk önemli değil. Sıcakta da, soğukta da, inananlar gereğini yapar. Şu anda dünyanın bir kısmı sıcaktan kavruluyor. Bir kısmı soğuktan donuyor. Bizden sıcak bölgeler var. Bizden soğuk bölgeler var. İnananlar her yerde Ramazanlarını yaşıyorlar.
Deyince hep birlikte, bakışlarıyla, evet evetleriyle tasdik ettiler. Elbette öyleydi. Herkesin yaptığı kendini bağlardı. Lafa gelince peygamber ocağı diye askerliği övenler, peygamberin dinini yaşamaya gelince gericilik, çağ dışılık sayıyorlardı. Allah’ın kurallarını yasaklıyorlardı. Aslında bu yaptıkları Allah katında bu büyük bir utançtı. Keşke bilselerdi. Yarın ölüp Allah’ın huzuruna vardıklarında, yaptıklarını açıklayacak neleri vardı ki? Ogün onların yalanlarını, kuruntularını alkışlayacak kimse de olmayacaktı.
Birkaç gurup yanımızdaki ağaçların altına oturmuş sahur yapıyorlardı. Onların da neşeleri yerindeydi. Öyle ki, hiç kimsenin morali bozuk değildi. Hiç kimse de orucu yasaklayanlara ateş püskürmüyordu. Sanki orucun yasaklanmasıyla yaşadıkları heyecan, macera duyguları, oruç tutma azimlerini artırmıştı. Sanki orucu yasaklayanlara teşekkür edecek gibiydiler. Duygularım gece sabaha yaklaşırken farklılaşmaya başlamıştı. İnanç nasıl bir şeydi? Her türlü olumsuzluğu olumluluğa çeviren, olumsuzluklardan olumlu sonuçlar çıkaran bir duygu muydu? İnsanlar kötülük namına, Allah’a isyan namına ne yaparlarsa yapsınlar, onlara karşı olumlu davranmak mıydı? Allah’ın emrini yerine getirmeyi yasaklayan insanın Müslümanlığı tartışmalı mıydı? Yoksa onların durumu ayrı bir yerde miydi? Bütün bunlar inanan insanı çok fazla ilgilendirmiyordu. İnsanın başına her türlü şey gelebilirdi. İşte burada inanç gün yüzüne çıkıyordu. İnsan ne halde olursa olsun, inancı gereği yapması gerekenleri yapıyordu. Allah’ın yarattığı dünyada, Allah’ın yarattığı insan, aklıyla, duygularıyla inancı adına her türlü olumluluğu hayatına uygulayabiliyordu. Gecenin sessizliğinde, gece sabaha doğru koşarken, doğacak her sabah, sabahtaki her güneş düşüncelerime yeni bir aydınlık kazandırıyordu.
Düşüncelere dalmış, doğayı izleyip çayımı yudumlarken, Ali’nin sesini duydum,
— Haydi, arkadaşlar acele edelim. İmsak vakti yaklaşıyor.
— Tamam.
Dedik hep birlikte. Ali çaydanlığı kontrol etti.
— Haydi, birer daha var.
— Biz çok içtik. Bardak varsa, diğer ağaç altındaki arkadaşlara da ver.
Bunun üzerine Ali, ayağa kalkarak bağırdı,
— Hey arkadaşlar, çay içmek istiyorsanız gelin. Çay var.
Bazıları ellerinde bardaklarıyla geldiler. Çay bitinceye kadar hep birlikte içtik. Yeme içme faslından sonra, camiye doğru yürüdük. Sabah namazını kılıp yataklarımıza dönecektik. Gerçi asteğmen adayları yataklarına dönmeyeceklerdi. Camide sabahlayacaklardı. Zira dönerken, nöbetçiler içeri almayabilirlerdi.
Sabah namazını kılarken, Ali’nin tok güzel sesi ile okuduğu Kur’an-ı dinliyordum. Davudi sesle okunan Kur’an sanki bugün daha bir duygulu, heyecanlı, coşkuluydu. Caminin düz tavanında sesler yankılanıp geri düşerken, içimi bir huzur kaplıyordu. Arapça bilgim olmamasına rağmen, okuduğum tefsirler nedeniyle, okunan surenin içeriğini hatırlıyordum. Bildiğim Arapça kelimelerin anlamlarıyla, hangi ayetlerde olduğumu kavrıyor, bilmediğim Arapça kelimelerin anlamlarını da surenin bildiğim anlamı içinde hayal ediyordum. İmam Ali Tövbe suresinin, Müslümanlar, münafıklar, kâfirler ayrımını en ince teferruatıyla anlatan kısımlarını okuyordu. Sivil hayatta, tövbe suresini, meallerden ve tefsirlerden çok okumuştum. Arkadaşlarla birlikte okumuştuk. Beni her zaman etkileyen sure olarak, bugünde alıp götürmüştü.
Namaz kılmayı bitirip tekrar yatmak için odama geldim. Yatağa uzanıp uyuduktan sonra nöbet günümün biteceğini biliyordum. İçimde bir duygu asla bitmesin istiyordu. Ama hayat bu işte… Bir gün bitecek, yeni bir gün başlayacaktı. Bir heyecan bitecek, yeni bir heyecan başlayacaktı. İnsan hayatın her anını heyecanla, istekle, yaşam sevinciyle yaşamak istediğinde, her gün yeni bir heyecan oluyordu. Tekdüzeliği yaşamak, düşünen, akıl eden, seven, sorumluluklarını bilen insanlar için mümkün değildi. Anılarıma bugünden itibaren kaçak ramazan diye isimlendirdiğim bir oruç günü eklenmişti. Kaçak Ramazan aklıma her geldikçe eminim ki, bugünkü gibi içimi bir huzur kaplayacaktı.
Bütün içtenliğimle duygularım Allah’a yöneldi. “Şükürler olsun sana Rabbim. Her olumsuzlukta olumluluğu veriyorsun. Her zorlukta kolaylılığı nasip ediyorsun. Her gevşeklikte direnci, azmi veriyorsun. Hayatın her yönünden bir parçayla, hayatımı mükemmel bir şekilde renk renk, şekil şekil işliyorsun. Bana sunduğun hayatımın resimleriyle senin için yaşıyorum. Şükürler olsun”
Sabahleyin nöbet görevimi yeni asteğmen arkadaşa devir ederek sınav odasına doğru geliyordum. Henüz saat 8.30 olmamasına, mesai başlamamasına rağmen, koridorda orucu yasaklayan okul komutanına rastladım. Göz göze gelmiştik. Selamladım. Gözlerine büyük bir minnetle bakarak teşekkür ettim. Komutan bakışlarımın anlamını çözememişti. Hâlbuki ben orucu yasaklayan komutan sayesinde bugün mükemmel bir gün geçirmiştim. Komutan bunu bilmiyordu. O kendine göre en iyisini yaptığını söyleyebilirdi. Yarın Allah’ın huzurundaki hesapta yaptığının karşılığını bulacaktı. O ayrıydı. Duygularıma hayret ettim. Benim gibi bir insanın, orucu yasaklayan komutana kin beslemesi gerekirken ona teşekkür bakışlarıyla bakmasına anlam veremiyordum.
Sınav odasına girip masama oturur oturmaz komutanımız binbaşı içeri girdi. Selam verdi aldım. Yüzümde mutluluk ve neşe doluymuş ki, hayretle sordu.
— Ne o asteğmenim bugün çok iyisin, mutlusun, neşelisin? Nöbet iyi geçti herhalde?
— Çok iyi geçti komutanım. Dün hayatımda hiçbir zaman unutamayacağım kaçak bir ramazan yaşadım.
— Ne demek o?
— Hiç komutanım uzun hikâye!
— O zaman sonra bir ara anlatırsın.
— Tamam komutanım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.