GOTİK HİKAYE
ÖLDÜĞÜNDE BİR PİRAMİDİN İÇİNDE YENİDEN DİRİLEN ÖLÜMSÜZ URHAN’IN, BİNLERCE YILDIR ÖLMEYE ÇALIŞAN AMA YAŞAYAN URHANIN EPİK HAYATINDAN BİR KESİT.
Ve ben Urhan; dokunduğu çiçeği solduran Urhan, soluduğu havayı zehirleyen Urhan!
Daha fazla dayanamayacağımı anlayınca yine yollara düştüm. Kinimi, beni öğütemeyen yaşlı dünyaya siyah bir asit gibi tükürdüm. Heyecan verici bir şeyle karşılaşmak için bütün güçlü Tanrı’lara yakardım. Bana acıdılar ve karşıma Yogibliss sirkini çıkardılar. Kadim karanlık ülke Yogibliss’in adıyla karşılaşmak bile Karanlık Efendilerin bana lütfuydu. Ninelerimiz, daha ben küçücük çocukken, Yogibliss’ten kutsal işaretler çıkararak bahsederlerdi. Şükürler olsun!
Ben, her türlü ölümü tatmış Urhan, türlü işkencelere, korkunç infazlara maruz kalan Urhan, yanı başımda soğuk, nemli ve karanlık bir mezar açılmışçasına ürperdim.
Çadırın içinde hareket eden bir şeyleri boşuna aradım. Meşalelerle aydınlatılan yol boyunca yürüdüm. Sonunda bir açıklığa çıktım. Ölü suratlı, beyaz saçlı bir adam yanıma yaklaştı. Elinde tuttuğu siyah içeceği bana uzatıp daha önce orada olduğunu fark etmediğim koltuğu göstererek “Otur,” dedi. Kadehin üzerinden parmaklarıma akan beyaz sis tüm soğukluğuyla tenime ürpertici dokunuşlar yapıyordu. Kadehi ayağımın kıyısına bıraktım.
Hemen yanımdan hayalet gibi birinin geçişini gördüm. Sanki tül bir perdenin içeriye kabarıp bir anlığına parıldaması gibi bir saniye içinde karanlığa karıştı. Karanlık Efendi’yi andım ve diğer adlarıyla bana cesaret vermesi için yakardım.
İki siyah perdenin açılıp sahnenin ortasında melon şapkasının ucundan dolayı sadece dudakları ve çenesi gözüken, uzun, gümüşi saçlı adam belirince müthiş bir alkış koptu. Oysa o saniyeye kadar tek başıma olduğuma yemin edebilirdim.
Sahnenin ortasındaki siyah fraklı adam ince yapılı ve uzun boyluydu. Göz rengini seçemiyordum ama öyle sanıyorum koyu değildi.
Kendimden daha eski, daha yüce güçlerin varlığını tenimde ve yüreğimde hissediyordum.
Gür bir ses çadırı inleterek sahnedeki adamı tanıttı: AL KABRA ARDUL! Tarihin gelmiş geçmiş en karanlık büyücülerinden, Yogsilan’lardan biri! Bu gece sizler için Kuhrah büyüsünü yapacak! Dikkatle seyredin, çünkü bir daha gösteri izleyemeyeceksiniz!
Konuşmacı sözlerini bitirir bitirmez Al Kabra denilen adam sağ elini omuz hizasında öne uzattı. Parmaklarını pençe gibi yapıp aşağı tuttu ve bir şeyler mırıldandı. Ayak bileklerine kadar örten sisin arasından mekanik hareketlerle kızıl saçlı bir kadın ayağa kalktı. Al kabra elini daha yukarı kaldırıp kötü hisler uyandıran bir sözcük söyledi. Mezarlıkları akla getiren bir müziğin tiz ezgisi duyuldu. Müzik, çadırın dışından, sanki tepedeki açıklıktan giriyor bambaşka bir âlemden geliyordu.
Al Kabra’nın parmak boğumlarından çıkan, örümcek ağı kadar ince iplerin gümüşi parıltısı seçilebiliyordu ama iplerin nereye uzandığını gözlerim karanlığa alışana dek göremedim. Birkaç dakika içinde tüm iplerin kukla kadının eklemlerine bağlandığını fark ettim.
Al Kabra kur yapar gibi şapkasının ucuna dokundu. Kadın elini nazikçe uzatıp bir reverans yaptı ve dansa başladılar. Vücutları ahenkle savruluyor, adımları uyum içinde birbirini izliyordu. Beş dakikadan uzun bir süre boyunca tek vücut gibi hareket eden ikiliyi hayranlıkla izledim. Al Kabra eliyle kadını bir kukla gibi hareket ettiriyor, normal bir insanın çok zorlanacağı hareketleri bir çırpıda yaptırıyordu. Tuhafıma giden, kadının şen kahkahalar atıyormuşçasına gülmesine rağmen, Al Kabra’nın yüzü ifadesizdi.
Kadının gerçek bir kadın mı yoksa kukla bir beden mi olduğunu dans boyunca anlayamıyor, içimdeki rahatsız eden hissin nedenini açıklayamıyordum. Sonunda aydınlanmışçasına her şeyi kavradım. O ana kadar nasıl fark edememiştim bilmiyorum. Sislerden ya da yaratılan atmosferden olsa gerekti… Kukla kadının arkası, bedeninin arka tarafı görülebiliyordu. Hayal meyal olsa da büyücü ne vakit onun ardına geçse Al Kabra’nın vücut hatları kadının içinden seçilebiliyordu.
Ağzım açık bir şekilde Al Kabra’nın, bir hayaleti öte dünyadan getirip kuklaya çevirerek dans edişini izledim!
Müzik bittiğinde hayaleti tutan gümüşi ipler gitar tellerinin kopması gibi tiz çınlamalarla koptu ve kadın, bir pelerinin yere düşmesi gibi sahnenin zeminine, sislerin arasına düşüp yavaş yavaş silikleşip gözden kayboldu.
İnsanlar coşkuyla alkışladı. Tezahüratlar, saygı ve sevgi dolu tebrikler, abartılı kutlamalar… Bense koltuğa çöküp kalmıştım.
Ama bu coşkulu kutlama fazla uzun sürmedi. Her şey bir anlığına kararıp aydınlandığında herkes susuverdi. İnsanların yüreğine garip bir korku çöktü. Dünyevi olmayan bir soluğu ensemizde hissediyormuşuz gibi donup kalmış, şaşkınca birbirimize bakıyor, tedirginlikle kulak kesilmiş bir şeylerin, kötü bir şeylerin olmasını bekliyorduk.
Sonra birdenbire seyircilerden biri ayağa kalktı ve parmağıyla çadırın tavanını işaret etti. Aniden seyircinin çakmak çakmak bakan buz mavisi gözleri oniks taşı kadar pürüzsüz siyaha dönüştü. İşaret parmağının ucu karardı. Adam ağzını sonuna dek açtı. Bir şeyler söylemek istiyor ama sesi çıkmıyordu. Tüm vücudu zangır zangır titriyordu. Simsiyah saçlarının bir dakika içinde bembeyaz oluşuna kendi gözlerimle şahit oldum.
Tavandan, ruhumun ta derinliklerine nüfuz eden soğuk bir ürperti dalgası güçlenerek geliyordu. Kudretli, kötücül kuvvet havadaki enerjiye yayılıyor, karanlığın kriz yaratan mutlak gücünü benliğimize işliyordu. Ölümün kara boşluğunu, yüreğimde küçük, siyah delikler açması gibi hissediyordum.
Bilinçsizce koltuğun kıyılarını sıkıca kavradım. Tüm kaslarım gergin, dişlerim birbirine kenetli, olacakları bekledim.
Çadırın tavanına bakan insanlar ya donup kalıyor, ya kalp krizinin acısıyla göğsünü tutuyor, ya çılgınca saçlarını kanatarak yoluyor, ya da önündeki koltuğu tekmeliyordu. Yanımdaki adam, kararan gözleri yukarıda, yumruk yaptığı elini ağzına götürmüş elma gibi dişliyor ve kanı boğazından çenesine akıyordu. Bir başkası elindeki cam kadehi yiyor, bir diğeri ise simsiyah gözlerini kendi parmaklarıyla oyuyordu. Tam bir toplu çıldırışın ortasındaydım.
Nasıl bir azap, nasıl bir ıstırap tensel acıyı hiçe indirebiliyordu şaşıyorum!
Dünyevi olmayanın korkusunu iliklerime dek hissedebiliyordum. Benim gibi, henüz tavana bakmamış biriyle göz göze geldim. Kireç gibi olmuş bembeyaz yüzüne baktım. Başımızı yukarıya kaldırmaya korkuyor ama yine de oturduğumuz yerden kalkamıyor, kaskatı kesilen bacaklarımıza söz geçiremiyorduk.
Adam gözlerini benden alıp başını yavaşça yukarı kaldırdığında onun da gözleri akına kadar siyaha kesildi. Az evvel donuk donuk bakan adam şimdi kahkahalar atıyordu. Bir yandan gülüyor, diğer yandan kerpeten gibi yaptığı parmaklarıyla alt dudağını yırtarak koparıyordu. Birkaç dakika sonra etsiz kalan çenesiyle katıla katıla gülmeye devam etti.
Başımı sahnenin ortasında kıpırtısızca dikilen Al Kabra Ardul’a çevirdim. Yüzünden hiçbir ifade okunmuyordu. Gözlerini bana çevirip sabitledi. Yüzünde şaşkınca bir ifade belirdi. Bakışlarından benim kim olduğumu bildiğini anladım. Yüce Urhan’ın kim olduğunu biliyordu!
Gözlerimi ondan alıp çıldıran insanlara baktım. Kendi göğsünü parçalayanlara… Pek çoğu koltuğa yığılıp kalan cansız bedenlere dönüşmüştü. Birisi, göğsünden çıkardığı kalbini havaya kaldırırken yere yığılıverdi. Bir başkası, yere yapışıveren kalbi bir mücevher gibi dikkatle tutarak havaya kaldırdı. Gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Dili tutulmuşçasına ağzını oynatıyor ama konuşamıyordu.
Öleceksem bir an evvel ölmek ve piramidimde uyanmak istiyordum. İçimdeki müthiş korkunun, beynime yüklenen, ezici gücün son bulmasını istiyordum. Ayrıca içimde oluşan tepi beni tavana bakmam için zorluyordu. Oradaki her ne ise kendisine bakmam için manevi bir baskı yaratıyordu.
Öleceğimi bile bile, içimdeki korkuya rağmen başımı tavana kaldırdım ve onu gördüm. Tanrılar canımı alsın! Onu gördüm!
Tam büyücünün tepesinde, simsiyah fersude kanatlarını açmış bir kadın, havaya raptedilmişçesine aşağıya, Al Kabra Ardul’a bakıyordu. Tül siyah elbisesi dalgalanıyor, kapkara zülüfleri uçuşuyordu. Saçlarının kıyısına, kulaklarının üzerine iki siyah tüy iliştirerek kendini taçlandırmıştı. Orta boylu, beyaz tenliydi. Kapkara kirpikleri ve kapkara gözleriyle parıldayan siyah orkide gibiydi. Dudağının hemen altında küçük, siyah bir ben vardı; sanki kusursuzluğun üzerine damlayan minik bir leke gibi. Pürüzsüz teniyle, ışıl ışıl bakışlarıyla özdeksele tinsel bir meydan okuma gibi ruhani kudretiyle beyinlerimizi ve yüreklerimizi yakıyordu. Biliyordum ki bu, binlerce heykelini gördüğüm, kötülüğün çiçeği Liyankâ’ydı!
Son derece zarif ve tazeydi. Oyunbaz bakışları kalabalığın üzerinde geziyordu. Sanki saçlarından ve teninden afrodizyak etkisi yaratan müstesna bir ezgi yayılıyor ve bedenimi sarıyordu. Transa girmiş insanların beyninden yayılan yalvarış ve yakarış seslerini duyabiliyor ve onlara eşlik ediyordum. Bir anda her şeyi anladım! Ona dokunmak istiyorlardı; herkes ona dokunmak istiyordu ve bu yüzden kendilerini öldürüyorlardı. Çünkü Liyankâ ölümün krallığındaydı ve yaşayan hiç kimse ona dokunamazdı!
Seyircilerin arasından birinin bedeni yere düştü ve içinden pırıl pırıl masmavi bir ruh, bedenini bir kıyafet çıkarır gibi çıkardı ve Liyankâ’ya doğru yükseldi. Kadına elini uzatıp yalvaran, aşk dolu gözlerle baktı. Liyankâ uzatılan eli tuttu ve kollarıyla, kanatlarıyla ruhu sararak kendi bedeninde yok etti.
Bir başka ruh yükseldi ve ona da kendisiyle bir bütün olması için izin verdi. Muzipçe gülüyordu. Albenisi, çekiciliği öyle muhteşemdi ki...
Tüm insanların ruhları birer birer yükseldi ve tümünü Tanrıça kabul etti. Gözlerini bana çevirdiğinde içimde yanan ona ulaşma arzusuyla bakışlarına yanıt verdim. Liyankâ bana burun kıvırıp sahnenin ortasına alçalmaya başladı. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Mutluluğun ve aşkın acıya dönüştüğü çizgi üzerinde yürüyordum. “Hayır!” diyordum, “beni de almalısın!” diyordum. Göğsümü yırtmama, kalbimi parçalayıp ruhumu bedenimden çıkarmama çok az kalmıştı. Aceleyle etimi pençeliyordum.
Liyankâ, Al Kabra’nın önünde durdu. Her ikisinin de gözleri birbirine sabitlenmişti. Bir meydan okumaydı bu. Rezil Al Kabra, Tanrıça’ya meydan okuyordu! Al Kabra’yı öldürmek istedim.
Sahnenin zeminini kaplayan beyaz sis, Liyankâ ayağını yere basar basmaz siyaha boyanmıştı.
Al Kabra, telaffuz dahi edemeyeceğim bir kelimeyi haykırdığında parmak boğumlarında onlarca gümüşi ip belirdi ve hepsini birer kırbaç gibi Liyankâ’nın üzerine savurdu. Sevgiliyi, en güzel kadını eklemlerinden yakaladı! Al Kabra kaşlarını çatmış gücünü toparlamaya çalışıyordu. Alnında biriken tomurcuk tomurcuk terleri görebiliyordum.
Liyankâ eklemlerine bağlanan iplere şaşkınca baktı. Al Kabra’ya doğru kukla gibi mekanik bir adım attı ve kahkahayla gülmeye başladı. Gümüşi ipler yavaş yavaş siyaha boyanıyordu.
Geniş, siyah kanatlarını açtı ve bir çırpıda yükselip Al Kabra’nın göğsüne tırmandı. Bu defa Liyankâ’nın parmak boğumlarından siyah kamçılar yükseldi ve şaklamalarla büyücünün tüm eklemlerini sardı.
Al Kabra’nın gösü tavana bakıyor, sırtı yere paralel, kolları açık ve parmak uçları pençe gibi göğe yükselmiş, gergin pozisyonda, göğsünde Liyankâ’yı taşıyordu.
Bir anda sahneye doğru yükseldiğimi fark ettim. Ardıma baktığımda kendi cansız bedenimi gördüm. Elim, bileğime kadar göğsüme girmiş yerde yatıyordum. Sevinçle Liyankâ’ya uzandım.
“Sen!” dedim, “aşkınla ölen şu zavallı ruhu bedenine kat! Beni de kendinde erit yüce Liyankâ!”
Al Kabra’dan gözlerini ayırıp bana baktı. Neşeyle bakan gözleri şimdi acıyarak bakıyordu. “Seni, Urhan’ı” dedi, “bedenimde eritip kendimi yaşamın içine çekemem! Sen canlı kalmaya mahkûmsun bense ölümün ta kendisiyim. İkimiz asla bir bütün olmayacağız!”
“Sen, Liyankâ! Tanrıların çiçeği! Sen, yeraltı dünyasının siyah ateşi! Karanlığın gözü, en yüce güneşleri soğuran, gecenin çocuğu! Sana yalvarıyorum, beni de yok et!”
“Sen, Urhan! Cehennemden kovulan! Sen, cennete sokulmayacak yaratık! Dünyaya hapsedilen zavallı! Seni ne yeraltı kabul edecek ne de benim bedenim! Sonsuza dek yeryüzünde kalacaksın!”
“Sen, kirlenmiş güzellik! Çocukları analarının kucağından, sevgiliyi eşin yatağından alan aşk! Sen, ölümün sırlarını taşıyan, bana ancak sen yardım edersin!”
“Sana var olan hiçbir Tanrı yardım etmez!”
“SANDALIN, LANET TANRILARI AĞIRLASIN! Uğruna bin canımı harcayacağım kadın, yanıtın sorumun cevabı değil! Bana yardım et, nasıl ölümsüzlüğümü öldürürüm, merhamet!”
“Karlack’ı bul. Ölümün sevgilisini. Sevgimi hak eden tek yaratığı. Ona yardım et, seni huzura kavuştursun.”
“Onu nerede bulacağım karanlığın cazibesi?”
“Bir zamanlar ölmek için En’e adaklar adadığın şehre git ve bekle. Yol seni bulacak.”
“Karanlığın benimle olsun ve düşmanlarımın gözlerini karartsın! Ölüm bakan gözlerin gölgem olsun! Tanrılar sana tapsın ve Tanrıçalar saç tellerine takılsın. Şükürler olsun Liyankâ, üç kere! Fırtınalar koparan nefesine üç kere! Felaket getiren bakışlarına üç kere! Yıkım yağdıran gülüşüne üç kere! Şükürler olsun! Şükürler olsun! Şükürler olsun!”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.