KULE GÜNLÜĞÜ / İşkence Zamanı
Sıcak günleri özleten soğuk bir havada, solan renklerine bakıyorum ağaçlardaki yaprakların.
Yürüyüşler yapmak yararlı oluyor. Kentin gürültüsünden uzaklaştığımda, kendimi iyi hissediyorum.
En derin okyanusun altında saklanmak istediğim, çok sarsıldığım ve üzerimde yoğun baskılar hissettiğim geceleri düşünüyorum. Yenildiğim savaşları düşünüyorum.
Akıp giden saatlerin, günlerin, mevsimlerin yıllara dönüştüğünü düşünmek ve bunu odamın duvarındaki basit bir takvimden okumak hüzün verici şeylerin başında geliyor.
Dale Carnegie’nin bir sözünü anımsadım. Diyor ki: Hepimizin yaşamı ertelemeye eğilimli olması, insanoğlunun doğası hakkında bildiğim en trajik şeylerden biridir. Hepimiz bugün penceremizin önündeki gülün tadına varmak yerine, ufkun ötesindeki sihirli bahçenin hayalini kuruyoruz.
Emma Goldman diyor ki: Boynumda pırlantalarım olacağına, masamda güllerim olsun.
Tercihlerimizi, ruh hallerimizi bizler yaratıyoruz. Kendimizi değişik zeminlerde buluyoruz daha sonra.
Yaptığımız şeyler, başkalarının yaptıkları olmamalı. Sağlıklı düşünüp, bize doğru gelen şeyleri yapmalıyız. Farklı olmamız, kafaca özgür olmamız, akıllı bir seçimimizdir.
Sadece asil, güvenilir dostlar, sadece edindiğimiz doğru bilgiler ve deneyimler dosyası bizi kurtuluşa götürmüyor. Öyleyse daha bilinçli, daha coşkulu bir yaşam için özel projeler üretmek zorundayız.
Büyük sorumluluklarımız var ve biz bu sorumluluklarımızı hiç önemsemiyoruz. Örneğin: Yaşarken, içimizde ölmesine izin verdiğimiz şeyler … Onları gömdüğümüzü anımsamak istemiyoruz ama onları kendi ellerimizle biz öldürdük, biz gömdük …
İçtenlik ve incelik adına yapmamız gereken şeyleri yapamayacak kadar yorgun değiliz aslında.
Gezegenimizde doğan her insan, o kadar kısa yaşıyor ki, boşa harcadığı zamanları birer cinayete benzetebiliriz.
Yaşam yolculuğunun keyifli geçmesi gerekiyor. Paylaşımların asla hafife alınmaması gerekiyor.
Rahibe Teresa diyor ki: Az konuşmamız gerekir. O halde bir süpürge alarak, birinin evini temizleyin.
Tolstoy diyor ki: Mutluluğu kazanmanın yolu, kişinin tıpkı bir örümcek gibi her yöne doğru yapışkan bir sevgi ağı fırlatmasına ve gelen her şeyi kucaklamasına bağlıdır.
George Bernard Shaw’un sözü de oldukça düşündürücü: Bu dünyada istediklerini elde edenler, ayağa kalkıp istedikleri ortamı arayanlardır. Onlar aradıklarını bulamazlarsa, yaratırlar.
Rudyard Kipling ise şöyle diyor: Bir dakikanın içine altmış saniye değerinde bir mesafe yerleştirebiliyorsan, dünya tüm içindekilerle birlikte senin olur.
Modern konutlarımız, gelişmiş eğlence - teknoloji araçlarımız var ama geçmiş yıllara göre daha az sevinç ve mutluluğumuz var. Haklı olarak: Koşullar gereği zihinlerimiz dolu diyebiliriz ama dünyalarımızda, düşünceye, sevgiye, sanata ve romantizme dair çok az şey kaldı. Bitmek üzere.
Bugün, içinde bulunduğumuz koşulları, içinde dönüp durduğumuz ışıksız kuyuları anlamak için ne yapıyoruz ? Sabah gözümüzü açtığımızda nelere öncelik veriyoruz ? Bu sorularının yanıtını düşünürken, yüreğimizle nelere inandığımızı da sorgulayabiliriz.
İnsanların yaşamlarında, bir türlü bitiremedikleri işler olduğu gibi, doyumsuz devletlerin de bitiremedikleri, dahası, bitirmek için acele ettikleri işler var.
Büyük devletler, önce bir sorun yaratıyorlar ( politik, askeri, dini alanda ), daha sonra o sorunu çözmeye ya da o sorundan bir biçimde yararlanmaya geliyorlar. Bu klasik fakat iğrenç yöntemin çok sayıda örneklerini yaşadık. Bütün geri kalmış, borçlu, toparlanamayan ülkeler yaşadılar. Yaşamaya da devam ediyorlar.
Terör eylemleri ya da Kürt sorunu gündeme geldiğinde, ABD’nin en yetkili ağzı televizyonlardan kısa bir açıklama yapar. Der ki: Türkiye’nin yanındayız, masum insanları hedef alan terörü hiç bir şekilde desteklemiyoruz ve şiddetle kınıyoruz. İkiyüzlü ( belki de 222 yüzlü ) bu büyük patronun yapmacık sözleri, ekranlardan önemli bir habermiş gibi sunulur. PKK’nın, emperyalist ülkeler tarafından bir terör örgütü olarak tanımlanmasıyla, sanki yaşadığımız problem hafiflemiş oluyor.
Devekuşları gibi başımızı kuma gömmeyi seviyoruz. Türk halkını, yoksullukla ve terörle yaşamaya mahkum edenlere karşı ikinci bir Atatürk çıkmadı, çıkamadı.
ABD’nin dış politikaları, farklı rant ve baskı gruplarının ( lobilerin ) etkileriyle belirleniyor. Dolayısıyla ABD’nin yıllardan beri izlediği Kürt politikası ve Kürt Devletinin oluşturulması çabaları da aynı etkilerle yürüyor. Bu kirli işin tek sorumlusu Amerika’nın kendisi değil. Kürt sorunu ve Kürt Devleti planı çok sayıda ülkenin katkılarıyla bugünlere geldi, dayandı. Geri dönüş yok gibi. Yakın geçmişte, Çekiç Güç şemsiyesi altında ekilen tohumlar büyüdü.
Çekiç Güç’ün, teröristlerin gereksinimlerini karşıladığının belgeleri ve fotoğrafları, geçmişte birinci sayfalardan gazetelere yansımıştı. Ne yazık ki ülkemizde, gelen her iktidar, onun görev süresinin uzatılmasını onaylamıştı. Onaylayanlar, tarih önünde sorumludur.
Amerika’nın Kürt Kartı, zaman içinde çok tartışıldı. Sorgulandı, yazıldı, çizildi. Çok abartılıp romanları bile çıkarıldı.
Sonunda anlaşıldı ki, uzmanlarca, yani savaş profesörlerince masada yazılan bütün oyunlar, sahnede oynanacak. Onlara göre: İzleyicilerin ne düşündükleri, ne hissettikleri hiç önemli değil. Çarklar durmaksızın dönecek.
Amerika’nın elinin altında sandığımız ( hep öyle aktarıldı ) Kürt Kartı, aslında İsrail’den ve Ermenistan’dan uzanan görünmez ellerle oynanmakta. Bizim yönümüz, yüzümüz hep Amerika’ya dönük olduğu için başka şeyleri ne görüyoruz ne de görebildiklerimizi büyüteç altına alabiliyoruz. İngiltere’nin, İsrail’in, Ermenistan’ın adı geçmiyor bizim tartışmalarımızda.
Kürsülerden arada bir yapılan uyarı amaçlı konuşmalar çok önemli değil. Ağır, sert notalar verilmesi ve ilişkilerin askıya alınması gerekiyor ama bu gibi tavırların da geriye doğru yansımaları, yıpratıcı bedelleri bulunmaktadır.
BBC gibi, Moskova gibi, dünyanın en güçlü radyo verici istasyonlarından biri olan Amerika’nın Sesi Radyosu, Kırmançi lehçesiyle yaptığı yayınlarında, Güneydoğu Anadolu için, Türkiye Kürdistanı diye söz ediyor. PKK’lılar için de: Türk Peşmergeleri, soreşkerler ( yiğit savaşçı ) diyor. ABD, Med TV’yi de destekliyor.
Bunlar çok önemli şeyler … Bunlar görmezden gelinecek şeyler değil.
Gazeteci Turan Yavuz’un anlatımlarına göre:
Amerikalılar Körfez Savaşı sırasında, Kuzey Iraklı Kürtlere silah yardımını açıktan değil, geleneksel yöntemlerle, aracılar kullanarak yapmışlardı. Jim McDonald adlı ABD Hava Kuvvetlerinden emekli bir albayın kurduğu silah şirketi, ABD yönetiminin onayıyla Kürtlere bol miktarda silah vermişti. Amerikalılar aynı tarihlerde bölgede ücretsiz dağıttıkları binlerce radyodan, ayaklanın mesajları vermişlerdi. CIA tarafından kurulan, VOFI - Hür Irak ’ın Sesi Radyosu, Irak Kürtlerine hitaben: Ayaklanın. Çünkü zaman geldi. Müttefikler sizleri yalnız bırakmayacak. Her yürek atışınızda bizler yanınızdayız. Ne iş yaparsanız yapınız, neye karar verirseniz veriniz, sizi desteklemeye devam edeceğiz.
Kuşkusuz, Amerika ve İsrail dışında Kürtlerin beklentilerini, taleplerini bir koza, bir silaha dönüştürmek isteyen başka ülkeler de var. Bunlar sıralandığında: Ermenistan, Rusya, Yunanistan.
Kürt Devletinin üzerinde yükseleceği zeminleri titizlikle düzenleyen ABD, bu görevi sadece kendisi için değil, daha çok İsrail’in uzun vadeli çıkarları için yapmaktadır.
İsrail’in, uyumsuz ve sicilinin temiz olmadığı biliniyor. Ortadoğu topraklarına yerleştikten ( kök attıktan ) sonra, çevre ülkelerdeki iç çatışmaların çıkışında rolü ve sorumluluğu olmuştur. Kendisi için düşman kabul ettiği İslam ülkelerinin içinde yaşayan azınlıkları gizlice desteklemeye, kışkırtmaya, onları bir dama taşı, bir satranç taşı gibi kullanmaya çalışmıştır.
İsrail, Kürt sorunuyla, bazı zamanlar açıkça, bazı zamanlar gizlice ilgilenmektedir. Bilmeliyiz ki sadece ABD’nin değil, İsrail’in de Kürt Kartı var. Her ne kadar günümüzde stratejik ortaklık gibi yapmacık söylemlerde bulunsalar da, bizler, yani Türkiye, İsrail için çok uzun vadede, bir pürüz, bir tehdit olabiliriz ( onların hesapları ) …
İsrail hep agresif. Şiddete dayalı işler yapması, onun alışkanlığı. Çünkü arkasında, önünde, uzağında çok sıkı ilişkide bulunduğu ABD’nin ezici gücü, ABD’nin koruyucu gücü hiç eksilmiyor.
Dünyada, bazı özel durumlar yaratılıp, tarihin devinimi değiştirilebiliyor ama yarınların neler getirebileceğinin bugünden saptanması güç. 10 yıl sonra, 50 yıl sonra, 100 yıl sonra, 500 yıl sonra nasıl bir dünya, nasıl bir Asya, nasıl bir Ortadoğu görüntüsünün doğacağı bilinemez. Fakat geleceğe dair saptamalara ve yorumlara bakılırsa: ABD içte ve dışta zayıflayarak, süper güç konumundan basit bir devlete dönüşebilecek. İşte bu çöküş İsrail’i de, diğer yakın dostlarını da doğrudan etkileyecektir.
İsrail açısından, ABD’nin dünya egemenliğinin bitmesinden daha tehlikeli başka bir olay şu olabilir.
1) Acı çektirdiği, düşmanca davrandığı Müslüman bir ülkenin, gücünü çoğaltarak, İsrail’e rakip olması ya da tehlikeli tavırlar alması.
2) Günün birinde, bir Müslüman ülkenin denetimden çıkarak, istihbarat kurumlarını da atlayarak, nükleer güce, yani nükleer silahlara sahip olması.
Müslüman halkların, kısa dönemde, içtenlikle ve fikir birliğiyle birleşip güçlü bir İsrail karşıtı cephe kurmaları bugün sadece bir hayaldir. Çünkü çoğu Müslüman yönetici, Mason Localarına kayıtlı ve batı hayranıdır. Bu, ismi Müslüman fakat özünde robot, saltanat meraklısı ve dünya nimetlerinden dolayı zevk sarhoşu olmuş sapık yöneticiler, kendilerine yönelik saldırıları sadece dillerinin ucuyla eleştirmekle yetinirler. Batılı dostlarıyla kaynaşmaktan, batıdan aldıkları malları tüketmekten dolayı çok mutlu sayarlar kendilerini. Eşleri, sevgilileri, danışmanları hep yabancıdır.
Kabul etmeliyiz ki, bu gibi işler, yani bölgedeki tuzaklardan kurtulma işleri, geçmişteki Selahaddin Eyyubi gibi çok kararlı, inanç sahibi insanların ( belki ) altından kalkabilecekleri çok ağır işlerdir.
İsrail değişik tarihlerde, bütün İslam ülkelerinin kontrol edilmesi, tökezletilmesi, suçlanması, karalanması, aşağılanması konularında ABD’yi hep kışkırtmıştır. ABD kaynaklı haberlerle, aydın ve zeki insanlar bile bu yönde ikna edilmiştir.
Washington’da hazırlanıp, tüm dünyayla paylaşılan, İran’ın ya da başka Müslüman bir ülkenin terör bağlantıları ya da teröre verdiği destek konulu raporların, hep İsrail bağlantılı kuruluşların ürünü olması dikkat çekici bir detaydır. Zaman zaman bizim gazetelere de giren kocaman başlıklar yeterince tırmalayıcı ve kuşku uyandırıcıdır.
Örneğin: Ortadoğu’da su savaşları
Örneğin: PKK’ya İran desteği
Rahmetli Uğur Mumcu, araştırmalarına dayandırdığı çok önemli bilgileri toplumla paylaşan, yurtsever bir insandı. Mumcu suikastından bir süre sonra ortaya çıkan MİT belgesinde, eylemi, Mossad tarafından görevlendirilen bir timin gerçekleştirdiği yazılıydı. Bu bağlantı, daha sonraları Mumcu’nun ağabeyi Avukat Ceyhan Mumcu tarafından dile getirildi. Cumhuriyet gazetesi, Uğur Mumcu’nun ölümünden sonra, eski yazılarını bir süre yayınladı. Fakat Mossad ve Barzani başlıklı yazı, halk arasında söylendiği biçimiyle, hasır altı edildi. Hasırın altından fareler yedi. O fareleri yiyen saf kediler de zehirlenip öldüler …
Uğur Mumcu’nun, bilgisiz ilericilerin paranoyak çıkışlarıyla, her mekanda iddia ettikleri gibi, İslamcılar tarafından öldürüldüğüne dair hiçbir kanıt yoktu o günlerde. Mumcu, ölümünden iki hafta önce, araştırmalarına dayanarak Türk basınında ilk kez İsrail - Barzani ilişkisini deşifre etmişti. Mumcu, İsrail’in Talabani’ye yaptığı maddi yardımı ve bunun yıllık miktarını bile saptamıştı. İsrail’in yalnızca Kuzey Irak’la değil, Türkiye’deki Kürt problemiyle yakından ilgilendiğinin kanıtlarını açıklamak üzereydi.
Uğur Mumcu, sağlığında yazdığı bir yazısında diyor ki: 70’li yıllardaki ilişkiler ( Barzani - Mossad ilişkileri ) bugün sürüyor mu ? Israel’s Secret Wars isimli kitaba göre sürüyor. Irak’ın attığı Scud füzelerinin, Tel-Aviv kentine düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. Baba Molla Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. Mossad, Barzani’ye Avrupa mekanlarında çekler vererek desteğini sürdürüyor. Kitapta, Mesud Barzani’nin, İsrail’e giderek yardım istediği de yazılı.
Mumcu’nun ölümünün ardından, kendisine yapılan bombalı saldırının, Hayfa limanından botla yola çıkan Mossad ekibince gerçekleştirildiğini açıklayan, bir partimizin grup başkan vekilini, haberciliğiyle övünen medyamız başta olmak üzere kimse dinlemedi. Dinlemek istemediler. Gazeteler çok kısa sürede katili belirlemişlerdi: Köktendinciler ya da İslamcılar … Günlerce bu rüzgar estirildi. Günlerce bu rüzgarla yıkandık …
Ceyhan Mumcu, kardeşinin katillerinin kasıtlı olarak yanlış adreslerde arandığını açıkladı ve şöyle dedi: 1992 yılında Uğur’un bütün yazılarını taradım. İran İslam Cumhuriyeti aleyhine bir yazısı yok. Bunu Meclisimize de anlattım. Rabıta olayı 1987 yılında aktüeldi. Uğur onu 1987 yılında yazdı. 1987 yılında güncel olan bir konuyu 1993 yılında, bu konu nedir, gel bize televizyonda anlat demelerinin garipliğini anlattım Meclis’e. Başka bir kanalda ise, gel Hasan Mezarcı ile tartış demelerinin anlamı ne ? Hasan Mezarcı ile tartıştı diye Uğur’u öldürmezler zaten.
Ceyhan Mumcu, kuşkuları nedeniyle İsrail Büyükelçisiyle görüştü fakat sorularına tatmin edici yanıtlar alamadı.
Medyada, hedef saptırma ve negatif kurguya dair bir örnek.
20 Mayıs 1996 tarihli bir gazetenin başlığı aynen şöyleydi:
Amerika’da yayınlanan bir rapora göre, Suriye ve İran’ın ellerindeki füzeleri, Türkiye ve İsrail kentleri ile Türkiye’de bulunan ABD hedefleri için kullanma olasılığının çok yüksek olduğu vurgulandı.
Vurgulanmış mış … Vurgulayanların vurgularını, bir burgu biçiminde kafalarımıza soktular ki, geriye doğru asılmakla hiç bir zaman çıkmasın yerinden …
Amerika’da oldukça inandırıcı biçimlerde üretilen bu gibi raporların ortak özelliği, tümünün İsrail bağlantılı kişi ve kurumlarca sunuluyor olması …
Kesin olan: İsrail’in, Müslümanların politik güçlerini en aza indirmek için sistemli bir mücadele içinde olduğu.
ABD başkanı Bush, bir süre önce, dünyanın efendisi pozlarıyla kasılarak, Haçlı Seferi başlattıkları açıklamasıyla, farkında olmayarak bir pot kırmış, yürürlükteki planın mimarlarından sert uyarı almıştır. Günümüzde ABD’nin bu üzeri örtülü ideolojisine: Post modern Haçlı seferi denilmektedir.
Anlaşılan o ki, 11 Eylül olayı, tarihe geçecek türden bir gelişmedir. Gizli beyinlerin başarısıdır. Çünkü Amerika, Bin Ladin bahanesiyle, tereyağından kıl çekilmesi gibi, kuş tüyünün havada süzülerek yere inmesi gibi, Asya’ya adımını atmıştır ve potansiyel güç durumuna geleceklerini düşündüğü İslam ülkelerini sindirmiştir. Bu zincirleme olaylar, zalimlerin, kötülerin kudurma günlerinin başladığını gösteriyordu.
Uçakların çarpmasıyla çöken ikiz kulelerde çalışan 4 bin Yahudi’ye, o gün işe gitmemelerini bildiren güçler, olayları koltuklarından keyifle izlemişlerdir. Görünüşe göre, hedefe ulaşılmıştır. ABD kamuoyu ve tüm dünya ülkeleri, medya aracılığıyla yönlendirilmiş, İslam dünyası, düzenlenen bir törenle hedef tahtasına konmuştur.
ABD’li general James Mattis, Irak panelinde: Afganistan ve Irak’ta insanları kurşunla zımbalamak çok eğlenceli bir şey, büyük keyif alıyorum demiştir ( rahatça, hiç utanmadan ). Sözde, terörle mücadele, insan hakları ve özgürlük için gelmişlerdi.
Geçmişte Türkiye’den İsrail’e göç eden Yahudilerden bir bölümü, şimdi Türkiye’ye, Urfa bölgesine yerleşti. Oysa önceden oturdukları il İstanbul’du. Bilinçli bir seçimle, İstanbul gibi modern bir kenti bırakarak, Urfa’da muhafazakar bir çizgide yaşamak istemelerinin mantıklı açıklaması şu olabilir: O kişilerin hükümetlerinin, kendi vatandaşlarına bir direktifi yerine getiriliyor.
1995 yılında İsrail’in Ankara Büyükelçisi şöyle diyordu: Türkiye’de su da bol, toprak da, bizde her ikisi de yok …
Yahudi ideolojisinin önemli bir bölümünü, toprakların kurtarılması oluşturuyor. Kurtarılma olayı, o toprakların Yahudi olmayanlardan alınıp Yahudilere verilmesiyle mümkündür ve toprağın kurtarılmış sayılabilmesi için, birinci aşamada sahibinin, ikinci aşamada üzerinde oturanların saf kan Yahudi olması gerekmektedir.
Yahudi dini otoritelerinin, söz konusu toprakların, tam olarak anlatımı konusunda farklı fikirleri var. Ancak en geniş kapsamlı ve kabul gören haritanın nereleri kapsadığı Israel Shahak tarafından şöyle aktarılıyor: İsrail topraklarının Tevratsal sınırlarını gösteren farklı haritalar içinde en kapsamlı olanı şudur. Güneyde tüm Sina yarımadası, Kuzey Mısır’ın Kahire’ye kadar uzanan bir parçası, doğuda Ürdün’ün tamamı ve Suudi Arabistan’ın kuzey bölgesi, Kuveyt’in tümü ve Irak’ın tamamına yakını, kuzeyde Lübnan’ın ve Suriye’nin tamamı ve bunlara ek olarak, Türkiye’nin Van gölüne kadar uzanan büyük bir parçası ile batıda Kıbrıs.
Bu sınırların araştırılması ve gerekli görülen bilgilendirme işleri, devlet desteğiyle, dini grupların desteğiyle yürütülmekte olup, ileride yapılacak fethin ilahi bir emir olduğuna inanılmaktadır.
Yahudiler için Tevrat, hem dini hem de ulusal kimliği belirleyen bir kitaptır.
Tevrat’a dayandırılan sınırlar, ilke olarak kabul görmektedir. Çünkü çoğunluk Yahudi ideolojisine bağlıdır. Halakha denilen ( Yahudi şeriatı ) kitapta yazıldığı üzere, sınırların Fırat ve Dicle nehirlerine ulaşması gerekmektedir.
Egemenlerin yaptıkları düzenlemelerle, Ortadoğu ülkeleri arasındaki sınırlar masada çizilmiştir. Bu sınırlar, nüfus ya da mezhep temeline göre oluşmamıştır. Dolayısıyla bu ülkeler, yapay, istendiğinde kolayca çözülüp dağıtılacak biçimde kurulmuştur. Ulus denilen sosyal gerçeğin ötesinde, bu ülkelerde malum, çok farklı dini, çok farklı etnik topluluklar yaşamaktadır.
Ortadoğu ülkeleri, bazı uzmanlarca: İskambil kağıdından yapılmış evlerdir. Elbette bu gibi alaycı ifadeler, güçlülerin güçsüzleri küçümsediklerinin açık birer belgeleridir.
Yıl: 1983. İsrail Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir, Brüksel’deki konuşmasında şöyle diyor: Türkiye, Kürdistan’ı işgal altında tutan devletlerden biridir. Bu işgalci devletler hiçbir şey dinlemedikleri için, Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi bir türlü sonuca ulaşamamaktadır.
Dünya düzeninin ağırlıklı yöneticilerinden İsrail, Türkiye’de değişik tarihlerde medya aracılığıyla insanların önüne, kucağına, yol işaretleri, öcüler, bostan korkulukları koymuştur. Etkilendik ve komşularımıza düşman gözüyle çok baktık.
Örneğin: Suriye, İran …
Bazı gazetelerimiz, haber değeri olmayan tek yanlı yorumlarla, halkımızı günlerce korkutmuşlardır. Konuyla ilgili güzel, net bir örnek:
17 Aralık 1989 tarihli haberi okuyalım aşağıda.
İsrail uyardı. Güneye dikkat … İsrailli uzmanlar, Türkiye’nin Ortadoğuda 24 saat içinde her şeyin değişebileceği olasılığını unutmaması gerektiğini söylediler. Kimliklerinin açıklanmaması koşuluyla görüşlerini açıklayan İsrailli yetkililer, Kürt problemi ve Atatürk barajı nedeniyle Türkiye’nin başına ciddi dertler açılacağını belirttiler. İsrailli yetkililer, Suriye yönetiminin Çin’den 80 adet, 600 kilometre menzilli M 90 füzesi alınması olayını şöyle anlatıyorlar. Yeni füzeler menzil uzunluğu nedeniyle Suriye’nin iç kısımlarında konuşlandırılabilir. Sınıra yerleştirilmeleri gerekmiyor. Bu nedenle savaş halinde Türk jetlerinin füzelerin tahrip edilmesi için Suriye içlerine hava saldırısı düzenlemesi gerekecek. Füzeler Atatürk barajına çok büyük hasarlar verecek güçte. Suriye, GAP için Türkiye ile savaşacak ve bu savaşta Türkiye, NATO ve ABD desteğini yanında bulamayabilir …
Bulamayabilir miş … Yukarıdaki haberin amacı, okuyucuları, yani halkı kışkırtmak ve beyinlerde tehlikeli fırtınalar yaratmaktır. Gazetecilik ahlakı bu değildir.
Tarihsel dokümanlardan biliniyor ki, Yahudiler, Hıristiyan toplulukları içinde yüzyıllarca dışlanmış biçimde yaşadılar. Zaman içinde maddi açıdan zengin oldular ama hiç bir Avrupa ülkesinde Hıristiyanlarla eşit haklara ve politik unvanlara sahip olamadılar. Çünkü Avrupa, onlara hep mesafeli davrandı, İsa’nın düşmanları - katilleri olarak tanımladı …
Siyonizm, çoğu aydın ve demokratlarca düşünüldüğü, savunulduğu gibi, Dünya’da sadece Müslüman kesimin mücadele ettiği ya da kafasına takıp abarttığı bir akım değildir. Her ülkeyi bağlayan, kademe kademe teslim alan bir şeydir. Çünkü bütün dünya ülkeleri bu güçlü akımdan, bu bulaşıcı hastalıktan birinci ya da ikinci derecede etkilenmiştir. Etkilenmeye devam edecektir.
Siyonist hareket, Theodor Herzl isimli Avusturya’lı bir gazeteci tarafından başlatılmıştır. Yahudi Devletinin mutlaka kurulması gerektiği, Yahudi ırkının baskılardan kurtularak, yaşamını güvenli biçimde sürdürebilmesi için Yahudilerin bir ülkesi olması gerektiği fikri gelişmiş, Filistin seçilmiştir. Çünkü 19 asır önce orada yaşamışlardı. MS. 70 yılında Romalılar tarafından o topraklardan sürülerek dağıtılmışlardı.
Yahudiler, Tanrı’ya karşı işledikleri suçların ve saygısızlıkların karşılığında, ceza olarak, Romalılar tarafından ezilmişlerdir. O tarihteki suçlar, ortak bir iradeyle gerçekleştirilmiştir.
Hz. İsa’yı çarmıha germek için çabalayanlar, destekleyenler ve bu insanlık dışı, sadist harekete tepkisiz kalanlar, Yahudi toplumunun bütününe yakındı. O nedenle ceza toplumun tümüne verilmiştir. Kudüs’e ayak basmaya teşebbüs edecek her Yahudi’nin idam edileceği duyurulmuş ve bu değişmeyen, katı kural Roma’nın çöküş zamanlarına kadar uygulanmıştır.
Birinci Haçlı seferinde, savaşçı askerlerin yanında yoldaşlık amacıyla çok sayıda insan yollara dökülmüştür. Kudüs’ün alınışından sonra, bölgeye hacılar götürülmüş, gidenlerden bazıları da buraya yerleşmeye karar vermişlerdir.
Gelelim büyük kapışmaya: Haçlı ordusu içinde, Raymund of Tripoli başta olmak üzere, bazı komutanlar, Selahattin’le çarpışmanın sonuçlarını tahmin etmişlerdi. Kendilerinin felaketle karşılaşacaklarını söyleyenlere karşı, Reynauld of Chatillon, Müslümanların, bu büyük fırsat kullanılarak dünyadan silinmeleri gerektiğini savunuyordu. Kral Guy ve radikal kesim bu keskin görüşe katılıyorlar, savaşı savunuyorlardı. Savaş, Taberiye gölü kıyısında yapıldı ve Haçlı askerlerinin, Haçlı şövalyelerinin yenilgisiyle sonuçlandı. Hıristiyanlar bozguna uğradılar.
1095 yılında Avrupa’dan yola çıkan, 1099 yılında Kudüs’e ulaşarak, buradan Antakya’ya kadar gelen topraklarda büyük bir Haçlı Krallığı kuran Batılı Hıristiyanlar, aradan geçen 88 yıl sonra çok büyük bir yıkıma uğramışlardı. Haçlılar ilk geldiklerinde Kudüs’ü almışlardı. Çünkü karşılarında düzenli bir İslam ordusu yoktu. O dönemde Müslüman yöneticiler zayıftı. Haçlılara karşı direnemediler. Ancak Haçlı ordusunun acımasızlığı ve vahşeti, bir nefret, bir tepki doğurdu, cihat ilan edildi. Cihadın önderliğini, öncelikle Şam Emiri Mahmud Nureddin, ardından da Selahattin Eyyubi yaptı. Hıttin Zaferi kazanıldı. Haçlı Krallığının büyük bölümü Selahattin Eyyubi tarafından ele geçirildi. Selahattin hiç kan dökmeden 2 Ekim 1187 günü ordusuyla birlikte Kudüs’e girdi. Kudüs’teki Hıristiyanlar 1099 tarihinde Haçlıların uyguladıkları gibi topluca katledileceklerini sanıyorlardı ama tek bir Hıristiyan bile öldürülmedi. Kudüs, bu tarihten sonra, 800 yıl Müslümanların yönetiminde kaldı.
Haçlılar, Selahattin’in zaferinden sonra Filistin’den yok olmadılar. Kurtulan şövalyeler Sur kentinde toplanıp Akra kalesini ele geçirdiler. Kudüs’ü alamasalar da 100 yıl daha Akra çevresinde yaşadılar. Bu umutsuz direnişleri, kinleri 1291 yılında bitti. Çünkü genç Memluk emiri El Eşraf Halil tarafından denize doğru püskürtüldüler.
Denize dökülme olayından sonra, 20. yüzyıla değin Batılı güçler ( Napoleon’un 1800’deki başarısız seferi dışında ) bölgeye saldırmaya cesaret edememiştir. Çünkü Hıristiyan dünyasına, büyük - unutulmaz bir ders verilmiştir.
1291 tarihinin üzerinden 600 yıl geçtikten sonra, bir başka dinin temsilcileri yani Yahudiler, bir başka kutsal sayılan seferi başlattılar, sonunda devletlerini oluşturmak üzere.
Siyonistler, Filistin’i Yahudi ülkesi yapabilmek için Osmanlı İmparatorluğu nezdinde girişimlerde bulundularsa da, Halife 2. Abdülhamid döneminde en küçük bir sonuç bile sağlayamadılar. Birinci Dünya Savaşına kadar Siyonizm zihinlerde bir düş, bir ütopya olarak bekledi. Ancak bu savaşta Filistin, Osmanlılardan çıkıp İngiliz mandası olunca, İngiltere 1917’de açıklanan Balfour Deklarasyonu ile Filistin’de bir Yahudi Vatanı projesine destek verildi. O dönemlerde tüm Ortadoğu parçalanmış, sömürgeleştirilmiş olduğundan Araplar arasında, Yahudi göçünün ne anlama geldiği, sonunun nereye varacağı tam algılanamamıştı. Dünyanın her yerinden çok sayıda Yahudi gelince Araplar rahatsız olur gibi oldular ama dikilen ağaçlar hızla büyüdü. Ortadoğu’nun yerleşik halkından, İngiltere ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün onay ve desteğiyle toprak alındı ama bu dayatmayla oldu. Arapları kurtaracak, planları bozacak, Selahattin Eyyubi gücünü ve cesaretini taşıyan bir lider yoktu.
Yahudi siyaset bilimci Benjamin Beit - Hallahmi diyor ki: İsrail’in problemi, Haçlıların sonuna uğramamak için çözümler bulmaktı, Araplar ise, kendilerini birleştirecek yeni bir Selahattin beklemeye başlamışlardı.
Yahudi Devleti, Haçlıların yöntemlerini izledi, önceden yürünmüş yollardan yürüdü. Ortadoğu’ya güç kullanarak girdi, Ortadoğu’da kaldı.
Yahudilerle Haçlılar arasındaki benzerlik, uyguladıkları vahşettir. Öldürerek girmişler, toplu kıyımlar yapmışlardır.
İngiliz tarihçi Karen Armstrong diyor ki: Üçüncü Haçlı Seferi sırasında, Richard the Lionheart’ın Akra Kalesi içinde 3 bin Müslüman’ı kadın - çocuk ayrımı yapmadan kılıçtan geçirmesinde amaç: Asker ve sivil Müslüman halk üzerinde korku havası yaratmaktı.
Oded Yinon diyor ki: Haçlılar, İsrail’i ellerinden kaçırdılar, zaten onların değildi. Bugün bizim en yüce ve en temel amacımız, bölgeyi stratejik ve ekonomik açıdan yeni bir dengeye oturtmaktır.
Dünyada tarih dalında otorite kabul edilen ve eserleri, bilgileri hep referans alınan, değerli Arap tarihçi Taberi’nin yazdıklarına bir bakalım. Aslında Taberi’nin bütün eserleri mutlaka okunmalı.
Şöyle diyor ( özetle ):
Hıristiyanlara göre, Yahudiler, İsa bin Meryem’in peygamberliğini inkar etmek maksadıyla kendi tarihleriyle Hıristiyanların tarihi arasındaki yılları eksiltmişlerdir. Çünkü İsa’nın vasıfları ve ne vakit peygamber olarak gönderileceği Tevrat’ta yazılıdır. Yahudiler, vasıfları itibariyle İsa’nın benzeri olan peygamberin gönderileceği zamanın henüz gelmediğini söylerler. Onlar, bu peygamberin zuhuru çağını beklerler. Benim fikrime göre, onların zuhurunu bekledikleri ve iddialarınca Tevrat’ta tavsif edilen şahıs, Tanrı elçisinin ümmetine haber vermiş olduğu ve ona tabiiyet edenlerin umumunun Yahudiler olacağının bildirildiği Deccal’dır.
Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, 1. cilt, Sayfa: 22 - 23
İsrail oğulları hükümdarı Sitkiya öldükten sonra İsrail oğullarının işleri altüst oldu, karşılıklı savaşarak birbirlerini öldürdüler. Onlar, peygamberleri Şa’ya’dan bir şey sormazlar, sözlerini ve nasihatlerini dinlemezlerdi. Bize erişen haberlere göre, İsrail oğulları böylece doğru yoldan saptıktan sonra Tanrı, Şa’ya’ya: Yerinden kalk, ben senin dilini konuşturacağım dedi. Şa’ya yerinden kalkarak Tanrı’nın ilhamıyla konuştu. Onlara vaiz ve nasihatlerde bulundu. Tanrı’nın emirlerini hatırlatarak, onun nimetlerini saydıktan sonra, durumlarının değişmesi ve nimetlerinin zevaliyle korkuttu, hallerinin değişmek üzere olduğunu bildirdi. Şa’ya sözünü bitirdikten sonra, ahali öldürmek maksadıyla onun üzerine yürümüş, o kaçmış ve karşısına çıkan bir ağacın yarılması üzerine bunun içine girmişse de, onlar ağacı destere ile keserken, Şa’ya’yı da ortasından ikiye bölmüşlerdir.
Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, 1. cilt, Sayfa: 819
Tanrı tarafından İsrail oğullarına peygamber olarak gönderilmiş bulunan Ermiya, İsraillilerin hapishanesinde bulunuyordu. Bize erişen haberlere göre, İsrail oğullarına, tevbe edip kötü iş ve amalleri bırakmadıkları takdirde Buhtunnasar tarafından onlara yapılacak şeyleri, savaş erlerinin öldürüleceğini, ve çoluk çocuklarının esir edilerek alınıp götürüleceğini önceden haber vermiş ve böylece onları, Tanrı’nın azabıyla korkutmuştu. İsrail oğulları ise, onun sözlerini yalanlayarak kendisini hapse atmışlardı. Şehir, Buhtunnasar’ın hücumuna uğradığı zaman yine mahpustu. Buhtunnasar, onu mahpuslar arasında görerek, seni niçin hapse attılar diye sorduğu zaman, Ermiya: Tanrı beni onlara peygamber olarak göndermiş, ben de halkı başlarına gelecek bu halden sakınmaya çağırmıştım, fakat onlar beni yalanlayarak hapse attılar diye cevap verdi. Bunu duyan Buhtunnasar: Rabb’lerinin elçisine isyan eden kavim, ne kadar kötü kavimdir diyerek kendisini serbest bıraktı ve ona ihsanlarda bulundu.
Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, 1. cilt, Sayfa: 821
İsrail oğulları peygamberlerini öldürmeye başlamışlardı. Kendilerine doğru yolu göstermek üzere gönderilen bütün peygamberleri ve son olarak da Yahya bin Zekeriya’yı öldürdüler. Ress ve Hazur ahalisi de kendi peygamberlerini imha ettiler. Bunun üzerine Buhtunnasar, Mescidi Aksa ( Beyt el Makdis mabedi ) ile şehri yıktıktan sonra İsrail oğullarını imha etti, kalanlarını da esir ederek Babil’e götürdü.
Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, 1. cilt, Sayfa: 854
Bugün, gücü zayıf fakat onurlu uluslar için, dünya cehenneminde işkence zamanı … Güneş, büyük, kalın ve mor bir bulutun içine girmek üzere … Egemenlerin yarınları ve aç ruhları uğruna, tüm insanlığın yarınları karartılmaya çalışılacak …
Yazan ve paylaşan - Claudius
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
Yukarıdaki kompozisyonun
izinsiz kopyalanması, çoğaltılması,
amacı ne olursa olsun başka sitelere eklenmesi
Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’na göre
Suç kapsamına girer.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.